Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar adlı kitabında, ruhu görmek istiyorsanız insan bedenine bakmanız gerektiğini ifade eder. Bir varsayıma göre, bedenin maddi bir nesne olarak değil, bir uygulama formu olarak görülmesinden söz etmektedir. Uygulama (daha çok anlamın simgenin hayatı olması anlamında), bedenin hayatını oluşturur. Maddi nesneler olarak bedenlere gelince, bedenin nihai nesneleştirilmesi ölüm olarak bilinir. Ancak Aquinalı Thomas’ın, bir ceset için ‘beden’ kelimesini kullanmayı reddetmesi dikkat çekicidir. Bunun yerine, günümüzde bizim de ara sıra yaptığımız gibi, bir bedenden arda kalanlardan söz eder. Bu, Kartezyen geleneğin neden olduğu zararın sadece bir kısmıdır, ‘kütüphanedeki beden’ denildiğinde, aklımıza en son gelecek şey, çalışkan bir okuyucudur.
Dogmatik düzeyde kültürelci olan günümüzde, maddi nesneler olarak bedenlerin modası geçmiştir. Buna rağmen, her ne olursa olsun, insanın öncelikle maddenin doğal parçası olduğunu ve ulaşabildiği seksi ve çekici herhangi bir şeyin sadece bu sınırlı kapsam içinde sürebileceğini belirtmekte yarar var. Kadınlar ve erkekler sadece bir madde yığını değillerse, bunun nedeni hayli özel türde bir madde yığını oldukları içindir, yoksa kendi içlerinde ruh ve zihin olarak bilinen gizemli bir mevcudiyet barındırdıkları için değildir bu. Aslında bu özel bir madde olma durumu, bu özgünlük, zihin-dili veya ruh-dilinin tam olarak nedenini açıklamaya çalıştığı şeydir.
Yaşadığımız şeyin adının ne olduğunu nasıl bilecektik?
Tıpkı Aristoteles gibi Wittgenstein da, ruhu, canlandırıcı ilkeler veya kendine has bir kendini-örgütleme modu olarak, bedenin bir ‘formu’ olarak görür. Ve bu, özellikle gizemli bir mesele değildir. İncelemeye tamamen açıktır. Birinin acısını ve öfkesini görebildiğiniz gibi, ruhunu da görebilirsiniz. Duygularımızdan, bizim ‘içimizde’ diye söz etmenin, dikkate değer bir yararı yok. Ulumak veya homurdanmak veya diğer insanların başından aşağıya viski şişesini boşaltmak, içsel bir ilişki kurmak değildir. Bu dünyada herkes, bir kez olsun acı dolu bir davranışa şahit olmasaydı, ‘acı’ kelimesini kullanamayacaktık. Başımıza geldiği zaman, yaşadığımız şeyin adının ne olduğunu nasıl bilecektik ki? Bu koşullarda, anlamın bir kelimen içinde var olması gibi, bilinçliliğimiz de bedenlerimize kaydedilmiştir. Duygularımızı gizleyebildiğimiz doğrudur, ancak bu da, tıpkı yalan söylemek gibi, öğrenmemiz gereken karmaşık bir sosyal pratiktir.
Basitçe ne yaptıklarına veya ne yapmadıklarına bakarak, Hoover elektrik süpürgeleri ve şapkalıkların bir ruha sahip olmadıklarını görebiliriz. Bu gerçeği kanıtlamak için, ne var diye iç aksamlarına bakmaya gerek duymayız. Gerçekten de, bir ruha sahip olmadıklarını iddia etmek, bu türden iç aksamlara sahip olmadıklarını ya da (gerçi Mel Gibson ve Sarah Dench örneklerinde daha azdır) Colin Firth ve Sarah Palin’in davranışlarında gözlemlenen türden karmaşık bir içsel derinlikten yoksun olduklarını iddia etmektir. Ancak, içsel bir derinliğe sahipse, bunun nedeninin Colin Firth’in, hayatın bir dizi maddi ve sosyal formuna katılması olduğunu anlamak da önemlidir. Bilinçlilik, katılımın sadece bir tür formudur. Kişinin tek başına başarabileceği bir şey değildir. Hissettiğim şeyin, özenmekten çok korkmak olduğunu nasıl anlarım? İki durum arasında bir ayrım yapabilmem için gereken kavramları bana sağlayan kamusal bir dile ait olduğumu söylemem yeterli olabilir. Aniden veya sezgisel olarak, öfkeli olduğumu anlayacağımı düşünmek, saçmadır.
Bebek, karnı aç ve altı ıslak olduğu için ağlar, ama bu yüzden olduğunu bilmez. Bir yetişkin de bebeğin karnının aç, altının ıslak veya bedeninin acı içinde olduğunu bilmez, çünkü bedensel deneyimimizle ilişkimiz bilgiyle ilgili değildir. Ancak bir yetişkin, hissettiği şeyin, acı veya ıslaklık veya kıskançlık olduğunu ifade edebilirken, çocuk bunu yapamaz. Ve bu, kişinin bir kültüre dahil olarak kendini ifade eden bir beden olduğu içindir. Wittgenstein, diğer felsefecilerin sürekli olarak ‘dış dünya’dan sözetme tarzları yüzünden kendi kafasının karıştığını iddia etmiştir. ‘Neyin dışında?’, bu belki de zihninde olan şeydi. Kesinlikle bizim dışımızda değil.
“Beden örgütlenmiş bir dünyadaki bir noktada olma modudur”
Dünyevi, cismani yaratıklar olduğumuz için, bu dünyada olduğumuz tıpkı tornado kadar kesindir, kafataslarımızın içindeki gözle görülmez, elle tutulmaz bir yerlerden dünyayı düşünerek, dikkatle incelemiyoruz. Beden bir dünyada, şartlı olarak örgütlenmiş bir dünyadaki bir noktada olma modudur. Bir anlamlandırma ortamıdır, bir proje veya pratik formudur, çevremizle sürekli bir değiş tokuştur, bir eyleme gücü modudur, diğerleriyle iletişim veya müştereklik formudur. Bir insan bedenini insan bedeni yapan; cinsiyet, sınıf veya etnik kökenden izler taşıdığı gerçeği değil, budur. Ve post modern kültürelcileri son derece gereksiz bir biçimde sinirlendiren de, tam anlamıyla evrensel ve maddi bu özelliklerdir.
Bütün bunlar için yeterince göze çarpmayan, fenomenolojik bir anlayışa sahip olsaydık, belki de daha en başından ruh-diline ihtiyaç duymayabilecektik. Bedeni, bir cesedi gördükleri gibi görenler, eyleme momentum kazandıracaksa, (bedene) fazladan, hayali bir varlık ekleme ihtiyacı hissederler. Bu türden zihinler veya ruhlar, mekanik maddeciliğin hamlığını telafi etmeye teşebbüs ederler ve her zaman doğruluğunu kanıtlama riski taşırlar. Sanki hayaletimsi bir karaciğer veya görünmez bir böbrekten söz edermiş gibi, ‘Ruh bedenin neresindedir?’ diye sormak, bu tür bir fetişizmin klasik örneğidir.
Bu, Wittgenstein’ın dil oyunlarının yarattığı karışıklık olarak adlandıracağı başlıca örnektir. Ancak Aristo ve daha sonra da Aquinalı Thomas için ruh, sadece bir varlığın özel hayat-formudur. Bedenin kendisinden ayrı bazı ilkeler tarafından örgütlenen ve etkin kılınan bir tarza değil, kendisini örgütleyen ve etkin kılan bir tarza gönderme yapar. Bu anlamda, porsuk yüzünden ineği hastalanan bir çiftçi, genelde porsuğu daha yüksek ruhani varlıklardan biri olarak görmese bile, porsukların bir ruhu vardır. İnsan bedeninin etkin, ifade edebilen, kendisinin farkında, konuşabilen, ilişkisel, kendi dünyasını yaratan, kendini aşan, vb. olduğunu iddia etmek, burada kullanılan ve aitlik belirten fiil son derece yanıltıcı da olsa, sadece bir ruha sahip olduğunu söylemektir. Bir ruha, bir radyoya sahip olduğum gibi sahip değilim. Zaten, kim sahip olacaktı ki?
“Ben bedenimde, tıpkı bir kelimede anlamın var olması gibi, mevcudumdur”
Ruh veya zihin bedenin bir formuysa, o zaman insan bir ruha ‘sahip’ değilse, bedene de ‘sahip’ değildir sonucuna varılır. Bedenim, canım istediğinde başımdan atabileceğim özel mülkiyetim değildir. Kürtajla ilgili sağlam temelli bazı tartışmalar olabilir, ama bedenimin tek sahibinin ben olmasına dair bu tartışma, o tartışmalardan biri değildir. Bedenimi kullanmaktan söz edebileceğim doğrudur ki bu bir yere kadar bedenimi kendimden ayrı görmemi mümkün kılar. Tıpkı kendimi düşünmeden bir derenin üzerine uzanarak, senin ayaklarını ıslatmadan karşıdan karşıya geçmeni sağladığım zaman olduğu gibi. Ancak, bedenin ötesinde bir manipülasyon ya da sahiplenme durumunda, kimse kimsenin bedenini bir araç olarak konuşlandıramaz.
Ben bedenimde, tıpkı bir kelimede anlamın var olması gibi, mevcudumdur, bu bir tankın içinde çömelmiş oturan bir askerin durumuyla aynı şey değildir. Her zaman açıkça var olduğumu ima etmediğimin anlaşılması gerekir. Örneğin arzu eden hayvanlar olduğumuz gerçeği, bedenimizi anlaşılmaz bir metne dönüştürerek bedenimizin kaçamağa ve belirsizliğe boşalmasına meyillidir. Hepsi aynıdır, bir etkinlik bedenimi içermiyorsa, beni de içermiyordur. Seninle telefonda konuşmak, senin için fiziksel olarak var olmasam bile, bedensel olarak var olmamdır. Fiziksel varoluş, aynı mekansal ve zamansal koordinatları paylaşmayı içerir.
Wittgenstein, Soruşturmalar kitabında o ünlü yorumu da yapar: bir aslan konuşabilseydi, ne dediğini anlayamayacaktık. Neden olmasın? Aslanca dilini bilen zeki bir meslektaş, bir çevirmenle bağlantı kuramaz mıydık? Kulaklık kullanmaya ne dersiniz? Ancak Wittgenstein’a göre, bir aslanın bedeni ve dolayısıyla hayatının maddi formu, aramızda bir konuşma geçmesini mümkün kılamayacak kadar farklıdır bizimkinden. Neredeyse Nietzsche‘ci bir iddia bu, gerçi felsefeden hiç haz etmeyen ve zamanını kovboy filmleri izleyerek ve ikinci sınıf dedektif hikayeleri okuyarak geçirmeyi tercih eden Wittgenstein’ın aslında Nietzsche’yi okuduğu da hayli şüpheli.
“Bir melek konuşabilseydi, ne dediğini anlamamız imkansız olacaktı”
Kendine özgü tarzıyla bir maddeci olan Nietzsche, bilinçliliğin bir hayvan türü olan insan tarafından şekillendirildiğini farketmiştir ya da Wittgenstein’in Kesinlik Üzerine adlı yapıtında belirttiği gibi, yaptığımız şey dil oyunlarımızın altında yatar. Aquinalı Thomas sahip olduğumuz beden türü nedeniyle bu tarz düşündüğümüze inanan diğer kişidir. Duyusal yaratıklar olduğumuz için, maddi varlığımız zamana yayılma anlamında söylemseldir, dolayısıyla dilimiz ve düşüncemiz de söylemseldir. Meleklerin bilgi modunun ise aksine, geleneksel olarak söylemsel olmadığı düşünülmüştür. Bir melek konuşabilseydi, ne dediğini anlamamız imkansız olacaktı.
Ortak bedensel doğaları nedeniyle birbirinin dilini konuşamayan iki kişi, her şeye rağmen, ırmakta boğulma tehlikesi geçiren üçüncü kişiyi kurtarmak için işbirliği yapabilir. Bu, ortak antropolojik hayatları nedeniyle söze dökülmemiş belli bir anlayışı paylaştıkları içindir. Bu çaba sırasında bir sincapla anlaşmak daha zordur. Bu anlamda belli bir tercüme edilebilirlik, türlerin evrensel doğasında, Marx’ın deyimiyle Gattungswesen ya da tür oluşumuzda temel olarak mevcuttur.
İnsan olmak, bir bedene sahip olması nedeniyle belli bir türe ait olmaktır ki bu, gerekli, ama bir kişi olmak için yeterli bir koşul değildir. Kişi olmak için insanın çaba harcaması gereklidir. Başarılı olmamızı gerektiren bir tasarıdır, tıpkı trombon çalmak veya şeri partilerinde sıkılmaya katlanmak gibidir bu ve bunu asla başaramayan bir sürü insan vardır. Bu konuda olağanüstü başarılı olanlar, yani kişi olmanın Tiger Woods ve Pavarotti‘leri, aziz olarak bilinirler (‘Tiger Woods’ kelimeleri ve azizlik kavramının aynı cümle içinde yer aldığı tek durum da bu sanırım). Beşiğin çevresindeki yüzlerden çocukla konuşmadığı sürece, çocuk hiçbir zaman bir kişi olamayacaktır, ama elbette insan olarak kalacaktır.
“İnsan akılcılığı bir hayvan akılcılığı”
Daha yeni konuşmaya başlamış küçük bir çocuk bir oyuncağı almak için uzanır ve bu hareket doğal olarak anlamlıdır. Bunun tam etimizde yer alan bedensel, konuşma öncesi bir tabakaya ait olduğu iddia edilebilir. Çocuk kendisini-yorumlayabilecek, dile ait kaynakları henüz kazanmamış olsa bile, anlam, tıpkı bir ceketin kolu içindeki astar gibi, eylem içinde saklıdır. Bu haliyle bile, bu, sadece seyircinin yorumuyla ilgili bir mesele değildir. Bu noktadan başlamayan anlam veya yoruma dair herhangi bir teori, idealizmin tehlikelerini üzerine çekmeye mahkumdur.
Kısacası, insan akılcılığının bir hayvan akılcılığı olduğu gerçeğini hatırlamamız gerekiyor. Akıl, daha az hayvan olduğumuz yerde değil, en fazla hayvan olduğumuz yerdedir. Temelini duyusal hayatımızda kurmayan akılcılık, basitçe aklın tamamlanmamış bir formu değildir, özgün olarak akılcı değildir. Bedenin duyusal sınırlamalarından ayrılmış bir akılcılık, Kral Lear’ın da keşfettiği gibi, bir tür deliliktir. Akılcılığın bu formu için kullanılan geleneksel bir ad, estetiktir. Bir sanat söylemi olarak değil, beden söylemi olarak ilk kez on sekizinci yüzyılın ortalarında gün ışığına çıkmıştır. Yaşamsal (daha az önemliyse) bir duyusal varoluş meselesini mantığın yüce alanına dahil ederek, algıların mantığı denilebilecek bir kavramdan söz eden ve böylece bedeni, büyük bir kısmı dışarı atılmış olan bir akılcılık formuna yeniden sokan, tehlikeli derecede soyut bir aydınlanma mantığını destekleyen bir girişimi temsil etmektedir.
Bu tasarı önemliyse, büyük ölçüde politik nedenlerden dolayıdır. Plato’dan bu yana, akıl ve duyular arasındaki ilişkilere dair söylenenler, her zaman yönetenlerle yönetilenler ya da kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiler üzerine dolaylı bir konuşma tarzına sahip olmuştur. Mantığın baskın modu, egemenliği elinde tutanların karşısında yer alanların duyusal varlığını içeriden yakalamakta başarısızsa, o zaman hegemonyacı veya rıza gösteren olmakta da başarısız olacak, kendisini baskıya başvurmuşken bulacak ve böylece büyük bir politik güvenirlik kaybına uğrayacaktır. Schiller, Arnold ve diğer birçok iyi düşünüre göre, bu nedenden dolayı akıl, duyuların kuralsız ve potansiyel olarak anarşik sıralaması içinde yer alan bir tür hain (özgün metinde fifth columnist-ç.n.) olarak, kendisini duyuların içine yerleştirmelidir.
“Bedeni yeniden deneyimlemek için politikamız değişmeli”
Ancak akıl ve bedenin bu karşılaşmasının ütopyacı bir boyutu da vardır. Estetik, romantik veya postmodern tikelciliğin daha militan bazı türlerinden farklı olarak, aklın evrenselliğinden vazgeçmez. Onun yerine, küstah bir harekette evrensel ve bireysel arasındaki ilişkileri, yani bir artefaktın veya sosyal sıralama ve bileşenlerinin bütünlüğünü yeniden tanımlamaya çalışır. Ürettiği şey, bütünlüğün devrimci bir yeni nosyonundan daha az değildir, burada bütünün kanunu veya yapısı, bütünün duyusal öğelerinin karmaşık karşılıklı-ilişkisinden daha fazla değildir.
Marx, Komünist Manifesto’da “Komünist düzen, herkesin özgür gelişimi açısından her kişinin özgür gelişimini teşvik edecektir” derken, aklında bu vardı. Bu yüzden sanat çalışması, önemsiz bir ayrıntılar kalabalığı olmak ve her bir özelliğini yekpare bir mantığa titizlikle konu etmek arasında, kendisine makul bir rota seçer. Aslında, diğer bireylerle ilişkileri temelinde, her bileşen veya bireyin kendi kararını verdiği müşterek uluslar topluluğunun idealize edilmiş bir imgesidir bu. Bu noktada sosyalizm, liberalizmden; estetik de, daha parça parça veya monolojik bir söylemden ayrılır.
Friedrich Schlegel, şiirin (bütün farklı özelliklerin, tıpkı özgür vatandaşlar gibi oy verme hakkına sahip olduğu) cumhuriyetçi bir söylem olduğunu ifade eder. Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları’nda da Marx, emtia formunun bir nesnenin maddi özelliklerinden farksız olduğunu ve böylece kadınlar ve erkeklerin duyumsal zenginliğini yağmaladığını savunur. Marx, buna soyut emek adını verir ki aynı şey, birey-vatandaşların soyut olarak eşit ve birbirinin yerine geçebilir olduğu burjuva demokrasisi için de geçerlidir. Bedenimizi yeniden deneyimlemek istiyorsak, politikamızı değiştirmek zorundayız. Düşüncenin gerçek bir duyumsal zevk olduğu bir toplum dilediğini ifade ederken, Bertolt Brecht’in aklından geçen de buydu.
“O zaman estetik akılcılığın bir türüdür”
O zaman estetik, felsefecinin mantığı kadar esneklikten uzak, akılcılığın bir türüdür, oysa tersi durumda, insanın, dünyevi somutlaştırmaları veya duyusal örneklemelerini etraflıca ele aldığı ve üzerinde çalıştığı ve uzağı görmeyen önemsiz bir tikelcilikle olduğu kadar, mantığın daha somutlaşmış veya soyut bazı simgeleriyle de savaşan bir akıl yürütme formudur. Daha da ötesi, sanat çalışması, tıpkı tanrı gibi, kendi hedeflerini, nedenlerini, köklerini ve raison d’être’ini (varoluş nedeni) kendi içinde taşıyorsa (neredeyse bütün estetik terimler dünyevileşmiş teolojik terimlerdir), o zaman ürünleri etkinliğe içsel olan, kendini gerçekleştirme veya somut performanstan ayrılamayan bir etkinlik anlamında, bir pratik formudur.
Hedefi kendi dışındaymış gibi görünmez, bunun anlamı araçsal bir nedenin güçlü bir eleştirisini temsil ettiğidir. Klasik bir soydaki erdem gibi, hedefleri ve ilkeleri içseldir. Ödülü, aşırı yararcı terimlerle ifade edilecek olursa, sürekli bir kendinden hoşnut olmadır. Aslında, güç veya kar araçları olarak kullanılmaktan kurtuldukları ve kendi güç ve kapasitelerini içlerindeki tatlı hedefler olarak gördükleri zaman, kadınlar ve erkeklerin dönüştürülmüş politik koşullarda nasıl davranabileceklerinin bir paradigmasını sunar. Bu, Oscar Wilde’ın yanısıra, Karl Marx’ın da etiğidir.
İnsanların, dişlerini temizlemek, arabanın camındaki buzu eritmek gibi daha tekdüze yararcı etkinliklerin aksine, kendileri için ilgilendikleri çeşitli uygulama formları da vardır. Bu tür etkinlikler (sanat, aşk, komedi, cinsellik, dans, müzik, gülmek, şaka yapmak, sohbet etmek, doğum yapmak, şenlikler, masanın altında tek başına içmek, aşırı pahalı vazolar biriktirmek vb.) genellikle en değerlisidir. Bunların hepsi, hiçbir şekilde şeytani olmayan ve olmazsa kaybolup gideceğimiz bir akıl formu, bir tür araçsal akılcılık formu içerirler. Ancak bu tür etkinlikler, araçsalı, insan eyleminin daha zevkli, daha karmaşık bir kavrayışının arkasına, ikinci plana iterler.
Örneğin çocuk büyütmenin belli bir amacı yoktur, tam olarak ne işe yaradıklarını (çalışmadıkları için) söylemek zordur. Bütün raison d’être’lerden muaf gibi göründükleri gerçeği, Viktoryanların kendilerini neden ya şeytansı ya da meleksi, hem şeytan, hem aziz olarak gördüklerinin (temelde yararcı olmayan fenomenler oldukları için) bir nedeni olabilir. Kendini işine adamış bir estetikçi olarak belirgin bir amacı olmayan şeylerden hoşlandığı için Oscar Wilde’ın, çocuklara çok düşkün olması ve üstü örtülü bir şekilde çocuk masalları olarak bilinen çeşitli devrimci yazılar kaleme alması şaşırtıcı değildir.
Sanat ve erdem
O halde en mükemmel halinde bedenin olmaya izin verdiği şey, yararcılık-karşıtı bir düşünürün hayal ettiği gibi, uygulamanın askıya alınması değil, uygulamanın belli formlarının, etki-tepki türü uygulamanın askıya alınmasıdır. Sanat, uzun bir süre etkinliğin kendinden temellenen, kendinden oluşan, kendini doğrulayan bu formuna verilen bir ad olageldi, diğer ad ise erdemdi. Gerçekten de kötümser biri, modern uygarlıkta başka bir mükafat pek ihtimal dahilinde olmadığı için, erdemin kendisinin mükafat olması daha iyidir diye düşünebilir. Henry Fielding, Tom Jones’da, “Saygı uyandıran bir doktrin var, iyi, bu dünyada kendi mükafatını alacaktır” diye yazar. Bu doktrinin sadece bir hatası var, o da doğru olmaması. Erdemliliğin hediyelere boğulduğu ve kötücüllüğün eli boş, geri çevrildiği modern toplumlarda varolan birkaç yerden birinin, takdiri ilahinin vekil formu, yani gerçekçi roman olması rahatsızlık verici bir düşüncedir. Adalet için kendi kurgumuza bel bağladıysak, konumumuz gerçekten de korkunç olmalı.
Normalde sevişme veya sanatı akla uygun olarak görmeyiz, ama bu tür etkinliklerin en derin, en göze çarpmayan formlarında aklı temsil edecek şekilde gerçekleştiği bir durum var. Ayrıca, aklın son noktaya kadar gerilemediği de elbette ki doğrudur. İnsan deneyimini temel olarak akla indirgeyen akılcılar da vardır. Şüpheciler veya inançsızlar için sevişme ve sanat, temel olarak birbirlerine karşıttır. Ancak, akıl ve sevgi arasındaki ilişkileri düşünürsek esi mutlaka mümkün olmalıdır; örneğin kadının çok parası vardır, tembel ve narsist erkekleri idare etmekte son derece başarılıdır, Kate Winslet’ın John McCain gibi görünmesine neden olur vb. Ancak üçüncü bir kişinin, kendisi kadına aşık değilken bu nedenlerin gücünü hissetmesi de mümkündür. Akıl her yere nüfuz etmez. Sadece o olmazsa, yok oluruz.