A password will be e-mailed to you.

Karmaşık soru ise işçinin sanatçı olup olamayacağı ile ilgilidir. Bu soru akıllara hiç keşfedilememiş yeteneklerin atölye tezgâhlarında, fabrika bantlarında ziyan olduğu fikrini akla getirmemelidir. Burada sanatçı ve işçinin ifade ettiği konumlar hiyerarşisinin sorgulanışı söz konusudur.

Moderniteye özgü sanat ve siyaset ilişkisi, iki kavramı ayrı ayrı tanımlayan işlevler ve amaçlar arasındaki bağlar ya da aykırılıklar üzerinden aranagelmektedir. Bir yanda sanatın iktidarla örtük ilişkisinin açığa çıkarılmasını vurgulayan “sanat, siyasaldır” uyarısı, diğer yanda iktidar tarafından ezilen başka yaşamlara ya da yaşamın başka alanlarına değindikçe mümkün görülen “siyasal olma” çağrısı yer alır. Birbirlerini apolitik ya da ideolojik olmakla suçlayabilecek bu iki eğilimden ilki sanat ve siyaseti asla bir araya gelemeyecek iki farklı etkinlik olarak görürken ikincisi, sanat ve siyaseti birbiri içinde eritmeye meyleder. Oysa sanat ve siyaseti amaçları değil anlamları üzerinden tanımladığımızda, ikisinin ilişkisini iktidara ya da sanata ilişkin pratiklerin dışında gözlemleyebileceğimiz, örneğin sokaklardaki kolektif eylemlerde ortaya konan olgular çıkar karşımıza. Farklı siyaset anlayışlarına sahip siyaset kuramcıları olan Hannah Arendt ve Jacques Rancière’in siyasetin anlamı kadar sanatın anlamını da sorgulamaları bu nedenle bir rastlantı değildir. 

Arendt’in üç temel insani etkinliği; emek (labor), iş (work) ve eylemi (action) belirtmek için kullandığı vita activa terimi, içine doğduğumuz ve bizim varlığımızdan bağımsız olan yeryüzünün insanlar için ortak bir yurda dönüşmesinin ya da yurt olmaktan çıkmasının (dünyaya yabancılaşmanın) koşullarını anlamak için kavramsal araçlar sunar. Sanat Arendt’de, doğum ve ölümle çizilmiş bireysel yaşamın sınırlarını aşıp kalıcı, insan yapısı bir dünya oluşturmayı ifade eden ve ilkesi dünyevilik olan iş (work) etkinliğinin bir parçası olarak değerlendirilir (Arendt, 2013: 205-256).  

Dünyayı daha kalıcı bir yere dönüştürme hususunda sanat, herhangi bir yapıp etmeden, başka bir deyişle doğadan sağlanan malzemeyi dönüştürmekten, söz gelimi bir sandalye üretmekten daha fazlasını ifade eder. Arendt’in deyimiyle sanat “bir biçim ve görünüş değişimi, gerçek bir metamorfozdur”  (2013:248). Bunun nedeni sanatın, yüreğin karanlığından doğan duyguya görünürlük kazandırması, onu ifade edilir hale getirmesidir. Yüreğin karanlığından gelen duygunun düşünceden süzülüp biçime bürünmesiyle gün ışığına kavuşan sanat eseri insanın en içe dönük halinden her şeyin aydınlıkta görünür olduğu kamusal alana, insanlar arasına uzanan bir köprü olur.  Bu özelliğiyle sanat, kişinin kendi içine dönerek düşünceye dalmasını ifade eden vita contemplativa ile en yakın ilişkide olan insani etkinliktir. 

Yüreğinin derinliklerinden geleni gün yüzüne çıkarabilenler pek azdır. Yine de bu, sanatçının etkinliğinin temeli olan duyguların seyreden ya da dinleyen tarafından anlaşılması güç, sanatçıya özgü duygular olduğu anlamına gelmez. Duyguyu ifade edilir kılma durumunda bir biçim verme, bir işçilik söz konusudur. Bu nedenle sanat eseri tüm özgünlüğüne rağmen insan yapısı diğer ürünler gibi bir işçilik ürünüdür ve şeyleşmeye (reification) yazgılıdır. Öyleyse sanatçının bir işçi olduğu açıktır. 

Karmaşık soru ise işçinin sanatçı olup olamayacağı ile ilgilidir. Bu soru akıllara hiç keşfedilememiş yeteneklerin atölye tezgâhlarında, fabrika bantlarında ziyan olduğu fikrini akla getirmemelidir. Burada sanatçı ve işçinin ifade ettiği konumlar hiyerarşisinin sorgulanışı söz konusudur. Siyaset anlayışının merkezine özgürleşim (emancipation) fikrini koyan Rancière, bu soruyu, neyin kim tarafından söylenebilir ve duyulabilir olduğu şeklinde ifade eder. Duyumsanabilir olanın paylaşımı (le partage du sensible) “konumlar ile bu konumlara bağlı yeterlik ve yetersizliklerin a priori dağılımını tanımlar” (2013: 18). Rancière için siyaset, eşitsiz şekilde dağıtılmış konum ve vasıfların oluşturduğu düzenin akışında kırılma yaratan, eşitliğin ortaya konduğu mücadele anlarında belirir (2005: 53). Sanatsal etkinliğin bu kırılmanın sağlandığı zemin olduğu durumlarda işçi ve sanatçının konumuna dair yukarıdaki sorunun siyasetle ilgisi daha açık ortaya çıkmaktadır. La Nuit des Prolétaires (2012) adlı kitabında Rancière, on dokuzuncu yüzyıl işçi özgürleşim (emancipation) mücadelesini, iki mesai günü arasındaki zamanını burjuvalara özgü entelektüel etkinliklere ayıran işçilerin çalışmaları üzerinden inceler. Hem işçi gibi yaşamak hem de burjuva gibi konuşmaktan (2012: 9) dışlanan bu işçiler, çıkardıkları işçi gazeteleriyle şeylerin olağan akışında kırılmalar yaratmış,  hiyerarşik konumlarını besleyen döngünün dışına çıkmayı bilmişlerdir. Böylelikle işçi sınıfı kolektif bir söylemin siyasi öznesi olmuştur. 

Rancière’e göre siyasetin kendine özgü soruları ya da konuları yoktur. Siyaset, herhangi birinin herhangi biriyle birlikte eşitlik varsayımından hareketle ve bu eşitliği kanıtlamak üzere gerçekleştirdiği pratiklerin tümüdür. Rancière, estetik alanda modernist gelenekteki yüksek sanat – popüler sanat, özerk sanat ve günlük deneyim ayrımlarının bulanıklaşmasında da (Rancière, 2014) sanat ve siyasetin ilişkisini görmektedir. Kant’tan öğrendiğimiz şekilde estetik yargının herhangi bir kavramsal öncüle dayanmaya gereksinimi olmadığına göre estetik yargı yetisi herhangi bir gruba ya da sınıfa ait değildir, büyük ölçüde paylaşılan bir kapasitedir (Rancière, 2014). Oysa modernizm, sanatı, malzemesini diğer yaşam alanlarından ödünç alacağı bir temsil rejimine dönüştürmüştür (Tanke, 2011: 72). Sanattaki bu temsil rejiminin modernitenin siyasete karşı bulduğu çözümden aşağı kalır yanı yoktur. Vasıfları ve konumları yeni bir hiyerarşik sıraya koyarak herkese eşitsiz paylarını dağıtan düzen, sanatta da kimin temsil eden kimin temsil edilen olduğunu belirlemiştir. Başka bir deyişle kimi yaşamların sanata konu olacağı, kimi yaşamlarınsa sanatsal etkinlikte bulunacağı şekilde konumlar paylaştırılmıştır. 

Söz konusu eşitsizliği barındırma ve onu kırma gücü doğrultusunda siyasi yönüne odaklandığımızda sanatın sadece bir ilgi alanına dönüşmesinin ve bu alanda boy göstermenin birtakım estetik ve zaman zaman da siyasi kavramlara önsel olarak sahip olmaktan geçtiği fikrinin bu hiyerarşiyi yeniden ürettiğini gözlemleyebiliriz. Sanatın siyasi olarak nitelenen belli konuları belirli yöntemlerle işlemesinde kendiliğinden siyasal bir yön yoktur. Sanatsal etkinlikte bulunmanın yolu da belirli konularla belirli yöntemler doğrultusunda ilgilenmekten geçmez. Dolayısıyla sanatın siyasetle ilişkisi siyasetin sanata konu olmasından öte, bu hiyerarşiyi sanatın kendi içinde bozma kapasitesinden gelir. Gezi Direnişi’nde olduğu gibi sokaklardaki kolektif deneyimler, sanat-siyaset ilişkisini sanatın siyasallaşması olarak değil, duyumsanabilir olanın paylaşımını eşitlik kabulüyle yeniden düzenlediği ölçüde siyasetin estetik bir biçimde gerçekleşmesi olarak görebileceğimizi ortaya koymuştur. 

Yapan ve seyreden, söyleyen ve dinleyen arasında var olduğuna inanılan hiyerarşinin rahatına kendini bırakan sanatçının siyasal olguları analiz nesnesi olarak dışarıdan gören araştırmacıdan ya da gazeteciden konumlanışı açısından pek farkı kalmaz. Araştırmacının nesnellik kaygısıyla toplumsal olguları analiz nesnesine çevirmesinde olduğu gibi, sanatçı da öznelliğini yansıtabilmek için yaşamın başka alanlarından ve başka yaşamlardan kendini kopararak bir gözlemciye dönüşme tehlikesi taşır. Oysa öznelliğin bu tür bir dışarıdan konumlamaya asla gereksinimi yoktur. Çünkü sanatsal üretim sadece bir düşünüş durumu değildir. Burada söz konusu olan dış dünyayı seyrederek sadece kendi yüreğinin karanlığına kulak vermek değil, yüreğin karanlığından gelene biçim vererek onu, diğerleriyle paylaştığımız dünyaya getirmektir. Bir kez sanat ürünü biçimine bürünüp başkalarına ulaştığında öznellik kendiliğinden bir mesafe barındırır. Ancak hiyerarşinin nedeni oyuncuyla izleyici, müzisyenle dinleyici ya da herhangi bir sanatsal icra ile onu seyredenler arasındaki mesafenin kendisi değildir. İzleyenin, dinleyenin ve seyredenin zekâsından duyulan şüpheden ötürü mesajının amaçlanan şekilde aktarılması kaygısıyla üretilen ya da icra edilen sanatın barındırdığı tahakkümdedir.  Rancière’in icrayı betimlerken söylediği gibi sanatsal etkinlik, “[t]üm tekdüze iletimi ve nedenle sonuç özdeşliğini bertaraf eden, hiç kimsenin anlamı üzerinde tekel kuramayacağı o üçüncü şeydir”(2013: 20). 

Öznellikle ortak dünya arasındaki mesafede doğan o üçüncü şey!l

 

Notlar:

[1] Hannah Arendt’in, insanoğlunun dünya üzerindeki etkinliklerini ifade eden vita activayı emek (labour), iş (work) ve eylem (action) kategorileri altında incelediği eseri için bkz: Arendt, 1998. Bu eserde Arendt, hem kendi içine dönerek düşünceye dalma halini ifade eden vita contemplativa ile insani etkinlikleri ifade eden vita activa arasındaki hiyerarşik ilişkinin hem de sadece vita activa etkinliklerinin birbirileri arasındaki ilişkinin dönüşümlerini yorumlar.

[2] Arendt kamusal alanı her zaman insanların birbirlerine görünür oldukları aydınlık ve parlak bir alan olarak betimler (Arendt, 2013). Kamusal alan, insanların insan olmaklıkta aynı ama tekil olarak ayrı ve benzersiz olmaları sayesinde mümkün olan çoğulluk durumunun, insanlar arası etkileşimin zeminidir. Bu yüzden insanın kendisiyle olma halinde yalnız yüreği, kamusal alanın aydınlığından mahrum ve karanlıktır. 

[3] Henüz Türkçe çevirisi olmayan bu eserin İngilizce ilk baskısı Nights of Labor: The Workers’ Dreams in Nineteenth-Century France başlığını taşır. 2012 yılında ise Proletarian Nights: The Workers’ Dreams in Nineteenth-Century France başlığıyla yeniden basılmıştır.

[4] Bu kullanımda Rancière’in (2012:8) “le cours normal des choses” ifadesinden esinlenilmiştir. 

 

 

Kaynakça

ARENDT Hannah (1998 [1958]), The Humain Condition, Chicago, The University of Chicago Press. 

ARENDT Hannah (2013 [1958]), İnsanlık Durumu, Çev. Bahadır Sina Şener (özgün adı The Human Condition), İstanbul, İletişim. 

RANCIÈRE Jacques (1995), La mésentente: politique et philosophie, Paris, Édition Galilée.

RANCIÈRE Jacques (2005 [1995]), Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, İngilizce’den çev. Hakkı Hünler (İng. adı Disagreement: Politics and Philosophy, özgün adı La mésentente: politique et philosophie), İzmir, Ara-lık Yayınları.

RANCIÈRE Jacques (2012 [1981]), La nuit des proletaires: Archives du rêve ouvrier, Paris, Édition Pluriel. 

RANCIÈRE Jacques (2013 [2008]), Özgürleşen Seyirci, Çev. E. Burak Şaman (özgün adı Le spectateur emancipé), İstanbul, Metis. 

RANCIÈRE Jacques (2014), “Interview with Jacques Rancière”, Interviewer Rye Dag Holmboe, http://www.thewhitereview.org/interviews/interview-with-jacques-ranciere/ (erişim, Ocak 2015). 

TANKE Joseph (2011), “What is The Aesthetic Regime?”, Parrhesia, Number 12, ss: 71-81.

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 17:14:22