A password will be e-mailed to you.

apofani.org yazarı Kerem Ozan Bayraktar, sanat ve politika ilişkisini ve bu bağlamda Gezi Parkı Direnişi’ni değerlendirdi.

Bu yazı Twitter üzerinde başlayan bir tartışmayı Ayşegül Sönmez ve Ali Şimşek’in önerisi ile buraya taşıma gayesinin başlangıcı niteliğindedir. Tartışmanın sıcaklığını yitirmemesi adına hızlı bir biçimde Gezi Parkı Direnişi’ni bir örnek olarak ele alıp sanat ve politika ilişkisi üzerine kişisel fikirlerimi sunacağım. Beklentimiz buna karşı çıkışların ya da eklemlenmelerin olmasıdır. Politik sanat terimini, “politika temalı sanat” anlamında; aktivist eylemlerden iki boyutlu yüzey çalışmalarına medyum ayrımı yapmadan; özellikle “güncel” politik meselelerin betimlenmesi, politik olaylara verilen reflekslerin sanat olarak sunumu ve doğrudan aktivizmin sanat olması bağlamında kullanacağım.

Sanat ve politika ilişkisi sanatın başlangıcından bu yana varolmuştur. “Sanat hep politiktir” klişesini çoğumuz kullanırız. Fakat biz politik sanat ile genellikle 1960 yıllardan günümüze uzanan, ilişkinin doğrudan gözlemlenebildiği bir hareketi kastediyoruz. Bu konuyla ilgili Türkiye’de özellikle sanat tarihi çerçevesinde yapılmış çeşitli akademik araştırmalar ve kitaplar mevcuttur. Ben burada böyle bir arkaplanı açımlamaya girişmeyeceğim.

Sanatın sınırları üzerine

Twitter üzerinde şöyle bir soru sormuştum: “Bizde yüce duygular uyandıran herşey sanat eseri midir?” Şüphesiz sanatı “yüce” ile sınırlandırmak günümüz için pek mümkün değil. Bu soruyu genişletelim: “Bir takım düşüncelere (ve kimimiz için duygulara) örnek teşkil edecek, bunları çözümleyecek, Dünya’ya dair varolan problemlatiklere yenilerini ekleyecek ya da bunları geçersiz kılacak olguların hepsi sanat mıdır?” Bu soruyu yanıtlamak için elimizde bilimsel bir kriter yoktur. Böyle bir ölçek sanata uygulanamaz. Fakat biz bu uygulanamazlığın kendisi bir ölçek olarak kullanılabilir: “Her şey potansiyel olarak sanat olabilir.” Bu herşeyin sanat olmadığı, fakat sanat olabilme özelliğine sahip olduğunu söyler. Bu ayrıca gerçeklik ile sanat arasında da bir ayrım yaratır. Gerçeklik potansiyel olarak sanat ile yüklüdür.

Gezi Parkı Direnişi ile ilgili saçma gözükebilecek fakat sonrasında işimize yarayacak birkaç soru faydalı olacaktır: Direnişin kendisi sanat nesnesi midir? Pembeye boyanmış dozer sanat nesnesi midir? Taksim’deki piano dinletisi? Söylenen marşlar, şarkılar, sloganlar, pankartlar? Sokaklarda çalınan tencere, tavalar? Toplantılar, metinler, basın açıklamaları? Fotoğraflar? Polisler ve polislerin eylemleri?

Görüldüğü gibi burada sanat olabilmek için zorunlu nedenlerden birisi kendini hemen belli etmektedir: Kurgu. Sanat asla doğal olamaz, nerede ve hangi şekilde yapılıyor olursa olsun yapıntıdır, gerçek değildir. Gerçekliğin verilerini kullanır fakat hiçbir zaman onunla aynı dünyada yer almaz. Pembeye boyanmış dozerin, ilk çırpıda bize hemen “sanatsal” gözükmesinin nedeni kurgusallığının yüksek düzeyde olmasındandır. Dozer müze alışkanlıklarımızla örtüşür niteliklere sahiptir: İşlevsiz, gündelik olmayan, statik vb. Sanatçının birisi “bugüne kadar gerçekleştirdiğim bütün basın açıklamaları şu ve şu bağlamlarda kavramsal sanat metinleridir” dediğinde ise pembe dozer kadar kolay kabul görmeyeceği kesindir. Bunun nedeni gündelik gerçekliğe çok yakın olması, hatta bizzat onu işaretlemesidir. Kurgusallık “kasıtlı” bir eylemdir ve bence “kasıt” çoğu zaman yine kendisidir. Buna karşın, kurgusallık bir şeyi sanat nesnesi olarak tanımlamamızda yeterli değildir. Örneğin polislerin Taksim Meydanı’nda oynadıkları piyes çok iyi kurgulanmış olmasına karşın, sanat eseri olarak ele alınmamıştır (şaka yollu durumların dışında). Bunun nedeni basittir: Bu piyesi bir sanatçı yazmamıştır ya da bu piyes bir sanatçı tarafından gerekçesi verilerek sanat olarak tanımlanmamıştır. Aynı şey eylemler, piano dinletisi, fotoğraflar vb. için de geçerlidir.

Niklas Luhmann,  Art as a Social System isimli kitabında, “form”un esasında bir “gözlemleme” olduğunu belirtir.[1] Gözlemleme, bir şeyi bir diğerinden ayırt etmek için işaretlemektir. Benim “pembe dozer şu bağlamda bir sanat eseridir” diyebilmem için, o bağlamda sanat eseri olmayan şeylere ihtiyacım vardır.

Bir olgu, sanat olduğunda, sanat olmayan fakat potansiyel olarak sanat olabilecek şeyler kümesinden, sanat kümesine aktarılmış demektir. Aktarımın tersi de söz konusudur. Örneğin Picasso’nun ısınmak amacıyla yaktığı resimler buna örnek olarak verilebilir. Resimler artık sanatı imlemek amaçlı değil, yakacak amaçlı kullanılırlar. (Picasso yakma eylemini de sanat olarak görmediği sürece). Dolasıyla sanat nesnesi dediğimiz şey bir ayırt etme işlemdir. Bu işlem karmaşıktır çünkü sanat kümesi bir taraftan sürekli değişmektedir. Kafa karışıklığına yol açan nedenlerden birisi de, bu kümenin karmaşık yapısının onun tanımlama da getirdiği güçlüklerdir. Biz çoğu zaman akla gelen ilk çözümlerle bu işin içinden sıyrılırız. Sanatı sınırlamaya yönelik tanımlamaların günümüzde çoğunlukla küçümsenmesi bundadır. Transdisiplinerlik, çok-anlamlılık, dinamik bir yapıya sahip oluş veya öznel durumlar sıklıkla bir tanım yapmamak adına kötüye kullanılır. “Bu sanat değildir” tümcesini kullanmaya cesaretimiz yetmez çünkü bir şeyin o şey olmadığını söylemek, o şey olduğunu söylemekten çok daha zordur. Sanatın ne olduğu sorusu, sanatın zorunlu nedenidir, sanat bu soru sayesinde sürekli güncel olur. Neyin sanat, neyin sanat olmadığı ayrımı bugün için gereksiz gözükebilir. Özellikle sanatçının aslında hem bir düşünür, hem de bir bilim adamı olması bağlamında geçersiz bir ayrımdır. Dünyayı anlama noktasında sanatçı ile düşünürün, sanat yapıtı ile düşüncenin nesnesinin bir ayrımı yoktur. Fakat şunu gözden kaçırmamak gerekir. Bu ayrımın ortadan kalkması da yine bu sorunun irdelenmesiyle mümkündür. Bu nedenle Marcel Duchamp ya da John Cage’in problemi hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyecektir. Burada bir takım şeyleri netleştirmek de önemlidir: Bir şey aynı anda iki şey olamaz. Bir şey hem sanat hem sanat olmayan olamaz. Bir olgunun zaman içinde sanat olması onun aynı anda iki şey olduğu anlamına gelmez. Sanat çok sıradan gündelik eylemlere (oturmak ya da çiçek sulamak gibi) inceltilebilir ve çok büyük bir kümeye sahip olabilir ama her zaman bir sınırı olmak zorundadır. Herşey “aynı uzamda aynı anda ve aynı gözlemci için” sanat olamaz.

Tüm bunlar şüphesiz bizi sanattan ne anladığımız problemine götürüyor çünkü biz o anlama göre hareket ediyoruz. İşte benim politik temalı sanata sıcak bakmamanın nedeni de burada yatıyor.

Anlam üzerine

Sanat anlamsızdır. Biz sanattan ne anladığımızı kasteddiğimizde ya da klişe bir tabirle “bu resim neyi anlatır” sorusuna verdiğimiz cevapta sanatın kendinden değil, “üst-dil”den söz ediyoruzdur. Anlam birşeyin dil dışı karşılığıdır. Örneğin “insan” kavramının anlamlı olması için kendisi dışında bir şeyin olması, bu şeye uygulanması ve topluluğun bundan aynı nesneyi anlaması gerekir. İnsan kavramının uygulandığını nesneyle bir ilişkisi yoktur, tamamen keyfidir. Bir resim, bir performans ya da bir metin anlam içermeyen imlerden meydana gelir. Gödel Kanıtlaması kitabından bir örnek vererek bu durumu açalım:

Arabanıza bir hayvan adı verebilirsiniz, hatta onu bir canlı olarak düşünebilirsiniz; ancak araba nasıl işliyorsa, arabanın adı ve varsayılan "ruhu" olsun veya olmasın yine öyle işlemeye devam edecektir. Önemli olan onu yürüten mekanik yapıdır. Arabanın adı veya ruhu, her ne kadar sizin onunla daha sıcak bir bağ kurmanıza yardımcı olsa da, mekanik yapısı üzerinde bir etki yaratmaz. Sevilen arabalar için durum ne ise, biçimsel hesaplar için de odur.”[2]

Sevilen arabalar için durum ne ise, sanat nesneleri için de odur. Başka bir iyi örnek satranç oyunudur. Satranç oyunundaki taşlara istediğimiz anlamı yükleyelim bu oyunun oynanış biçimini değiştirmez. Satrancın formu, 64 kare üzerinde belirli kurallarla 32 taşla oynanan bir oyun olmasıdır. Bu kurallar başka bir nesneye aktarıldığında o oyuna da satranç adı verilir. Piyonların ya da kalelerin askerleri ya da şatoları temsil etmesi (günümüzde sanatçıların bir takım politik göstergelerden söz etmesi gibi) oyunun ilkelerini değiştirmez. Oyunun kendisi anlamsızdır. Buna karşın oyunun bu anlamsız yapısı hakkında üst-dile ait anlamlı önermeler ortaya konulabilir. Örn. “Beyazlar açılışta yirmi farklı hamle yapabilir” gibi. Biz sanat “hakkında” bu şekilde konuşabiliriz. Örneğin “sanatçının performansında üç kez yukarı baktıktan sonra eğildiğini” söyleyebilirim. Fakat bu performansdan “zorunlu” olarak çıkmaz. Sizin hangi örüntüleri gözlemlediğiniz ile ilgili olarak anlam kazanır. Sanat hakkındaki söylemler sanatın kendisi değildir. Bu çok açık gibi gözüküyor olmasına karşın güncel sanat bunun yanlış anlaşılması üzerine sayısız örnek sunmaktadır.  (Kavramsal sanat, sanat hakkındaki önermeleri, sıklıkla “sanat nedir?” sorusunu sorarak tekrar sanatın içinde aktardığından güncel sanattan farklı olarak bu problematiği her zaman merkezinde tutmuştur) 

Günümüz Politik Sanatı üzerine

Bu oldukça genel çerçeveyi çizdikten sonra asıl konuya dönebiliriz. Sanat “hakkındaki” önermelerimiz, sanatın kendisi ile zorunlu bir ilişki içerisinde olmamasına rağmen, günümüz politik sanatı tamamen Marksist gelenekten beslenen yorumlar üzerine kuruludur. Jacques Derrida, Batı Metafiziği geleneğinin sadece çerçevenin içi (formalizm; Clement Greenberg ; özreferans) ve çerçevenin dışında (bir çalışmanın içindeki toplumsal koşulların çalışmaya etkisi; yansımaları vs.; hetero-referans) ne olduğu üzerine tartışabildiğini, çerçevenin “çalışması” üzerine tartışamadığını belirtir.[3] Sanat için sanat ve toplum için sanat gibi bir ayrımın geçersiz olduğunu düşünmemize karşın, bugün toplum için sanat klişelerinin her tarafı kapladığını görmek mümkündür. Bu bize içerik ve biçim gibi bir ayrımının da hala geçerli olduğunu gösteriyor. Sontag: “İçerik fikrinin aşırı önemsenmesi, o hiç bitmeyen, hiç tükenmeyen yorum hevesine yol açıyor. Bu önermeyi tersine çevirerek söylersek sanat yapıtlarına, yorumlamak üzere yaklaşmakla, sanat yapıtının içeriği diye bir şey varmış yanılsamasını sürdürmüş oluyoruz. …Eleştirinin işlevi yapıtın ne anlama geldiğini göstermek değil, “nasıl o şey olduğunu”, hatta “onun o şey olduğunu” göstermek olmalıdır.”[4]

Günümüz politik sanatının büyük bir bölümü işte böyle bir içerikciliğe sahiptir. Sanki sanatın içi ve dışı gibi bir ayrım mümkünmüş gibi hareket eder. Çeşitli konular seçilir ve bu konular betimlenmeye çalışılır.

Kagan bu konuda şöyle der: “Bir sanat yapıtının içeriği onun kendi içinde barınır; onun dışında bir yerde, dıştaki dünyada ya da sanatçının bilincinde barınık değildir. Bir yaptın içeriği, kendi biçiminin anlamıdır, onu oluşturan gösterge sisteminin anlam yüküdür, yapıtın tüm görüntüsel dokusu içinde barınan ve oradan çıkan manevi bildirimdir.”[5]

Türkiye’deki özellikle doksan sonrası politik sanatın salt politik göstergelere oynanan ve sıklıkla reklam yöntemlerini kullanan bir referans verme oyununa dönüştüğünü söyleyebiliriz. Problem sanat ve sanatın diğer sistemlerle (felsefe, sosyoloji, politika, biyoloji…) kurduğu ilişkilerin çözümlenmesi (örneğin ‘2+2=4’deki ‘+’ ve ‘=’) değil bizzat göstergelerin kendisi (2 ve 4 değişkenleri) haline gelmiştir. Geldiğimiz noktada ise politika “hakkında” sanat yapmak adeta bir modaya dönüşmüştür.

Sanatın tanımı sanattır” diyen ve sanatın her zaman Analitik olduğunu belirten Joseph Kosuth, 1999 yılında şunları söyler:

Kavramsal sanatın neyi başardığını anlamak, altmışları ve Vietnam savaş döneminin sanatı olduğu durumunu anlamadan imkansızdır.”[6]

Kosuth’un söylediğinde bir sorun yoktur. Sorun bunu kimilerinin sanki Kavramsal Sanatın nedeni Vietnam Savaşı’ymış ya da Kavramsal Sanat için Vietnam Savaşı’nın, Dil Çözümlemeci Felsefe’den daha büyük bir önemde olduğu gibi sunulmasıdır. Benzer bir biçimde, Vietnam Savaşı’nın nedeni de Kavramsal Sanat olarak sunulabilir. Bu sizin hangi bağlamda ilişkileri gözlemlediğinizle ilişkili bir sorundur ve bu sorunun kendisi ilişkinin değişkenlerinden daha yaşamsaldır. Bir savaş, bir sanatçıyı sanata teşvik edebilir. Fakat aynı şey bahçedeki bir böcek ya da havadaki bulut içinde geçerlidir. Leonardo İncil temaları betimlemelerinden dolayı özel bir sanatçı olmadığı gibi, Kosuth’ da Vietnam Savaşı yüzünden özel değildir. Aynı şey bir takım kurumlar içinde söz konusudur. Sıklıkla yapılan bir yanılgı, müzesiz, galerisiz sanatın olmayacağıdır. Hatta ömrünü bu kurumlarla, sanatın politik anlamda ilişkisine adamış sanatçılar da vardır. Sanat dünyası, sanat değildir. Bu sanatın yalıtılmış ya da bu kurumlarla etkileşime girmediği anlamına gelmez fakat bir müzenin bir sanatçı için tarihsel bir alışkanlık olmak dışında, mezarlıktan ya da lunaparktan ne farkı vardır? Türkiye’de izleyici, müze, sunum ve sergi gibi öğeler olmadan da sanat yapılabileceğini kanıtlamış grup/lar vardır.

Güncel politik sanat ise sıklıkla bu tip değişkenlere takılır ve çalışmanın kurulum ilkelerini neredeyse yok sayar. Çalışmalar tümüyle deneyime dayalıdır ve kağıt üzerinde çalışmaz. Bu yüzden güncel ve (negatif anlamda) geçicidir. Metinler süslüdür ve binlerce gereksiz öğe barındırır: “Diyarbakırlı Kürt sanatçının hapishanedeki eşcinsellerle, feminizm üzerine olan diyaloglarından esinlerenek gerçekleştirdiği çalışmalar şunu şunu ifade ediyor”. Bu verdiğim örneğin abartılı olduğunu düşünenlere bir arşiv taraması yapmalarını öneririm. Çoğu zaman sanata dahi değinilmeden doğrudan güncel sosyal meselelerin de tartışıldığı olur.

Sanatın verileri politik, sosyolojik ya da ekolojik olabilir fakat sanat son kertede kim ne derse desin kendi içine kapanır. Luhmann, şunu ifade eder:

Herhangi bir diğer sosyal sistem gibi, sanat sistemi de iletişimin operatifliği temelinde kapalıdır – aksi halde bir sistem olmazdı, gözlemci tarafından rastgele seçilmiş ve “bir araya atılmış” bir şey olurdu.”[7]

Bir sanat nesnesi olarak gezi parkı direnişi

Gezi Parkı Direnişi’nde sanata ilişkin özellikle sosyal medyadan yakalayabildiğim iki durum oluştu.

Bunlardan ilki sürekli olarak karşımıza çıkan olayın illüstratif betimlemesi şeklinde gerçekleşen çalışmalar. Binlerce örneğini daha önce gördük. Doğrudan mesaj verme amacı, hayali olarak varolan ve çalışmalarla aydınlanacağı beklenen bir mesaj alıcısı… Politik anlamda da oldukça yanlış bir bakış açısı benimseyen bu çalışmalar genelde performans olarak vuku buluyor ve olayla birebir temsile dayalı oldukça kaba ve yapay bir anoloji kuruyor. Ben kişisel olarak bu çalışmaları illüstratif propagandalar ya da iyimser espriler olarak değerlendiriyorum ve sanatla uzaktan yakından ilgisi olmadığını düşünüyorum.

Bir diğer durum ise direnişin kendisinin sanat bağlamında ele alınması ve bence çok daha verimli bir alan. Direniş büyük bir makine gibi çalışıyor. Hareket ediyor, değişiyor, belirli bir yapısı ve sınırları var ve bunlar organik bir nesnenin sınırları gibi. İç bölümlere ayrılıyor fakat klasik bir hiyerarşisi yok. Biçim ve içerik gibi bir ayrım yapabileceğimiz yapılanmalara izin vermiyor. İçeriği biçimi, biçimi içeriği. Dikey değil yatay genişliyor. Bu anlamda sanat olarak bana bir düşünce modeli sunuyor. Burada sanatçılar çoğunlukla direnişin bütünsel yapısı içinde yer alarak direnişin birer öğesi oluyorlar. Temsili bir durum yerine, onun içinde çalışan ve onunla birlikte dönüşen eylemlerde bulunuyorlar. Bunlara örnek olarak Burak Arıkan’ın Park içindeki Mülksüzleştirme Ağları Atölye çalışması veya Ali Nesin’in Matematik Dersi verilebilir. Her ikisi de yaptıklarının sanat olduğunu iddia etmemelerine karşın eğer Gezi bir sanat nesnesi olarak ele alınacaksa bu nesnenin bileşenlerinden biri olarak değerlendirilebilirler. Bu her iki etkinlikte ne politikaydı ne de politik illüstrasyondu. Politik olmalarının nedeni bağlamdan ileri geliyordu, eylemlerin özünden değil (Ali Nesin, dersini sinemada verseydi o zaman sinema ile ilişkilendirirdik).

Gezi Parkı Direnişi sanat demek başka hiçbirşey olmamasını söylemek demektir. Yves Klein’ın gökyüzünü imzalaması böyle bir eylemdir. Gökyüzü belirli bir bağlamda ve Yves Klein’in perspektifinden bakıldığında sanat eseridir. Fakat biz her gün gördüğümüz gökyüzünün sanat eserini olduğunu düşünmeyiz. Sonuç olarak bu bağlamı yaratan sanattır gökyüzü değil. Gökyüzü gökyüzü olduğu için sanat olmaz, onu sanatçı, sanat eserine çevirir. Politik olduğundan ötürü bir şey sanat eseri olmaz.

Sonuç olarak Gezi Parkı Direnişi’ni dinamik bir sanat nesnesi olarak ele almak, onu nasıl modelleyeceğinize ilişkindir. Modellemek diyorum çünkü olayın kendisi kendi başına sanat olamaz. (Bu bir ağacın kendi kendine sanat olması kadar saçmadır. Gerçek dünya olduğu gibidir.) Yukarıda belirttiğimiz gibi onu kavramsal olarak işaretlemek gerekmektedir. Modelleme ise sizin soyutlamayı nasıl yapacağına ilişkin bir durumdur. Örneğin hangi öğeleri dışarı alacağınız, hangi ilişkilere vurguyu yapacağınız gibi. Bu bağlamda sanat olmak bakımından benim için bir ağaç ne ise gezi parkı da o dur. (Bunu eylemlere herkes gibi büyük bir enerji harcayan biri olarak küçümsemek gibi bir amaçla söylediğim düşünülmesin.) Gözleminizin çözünürlüğüne bağlı olarak bir ağaç ne kadar karmaşıksa gezi’de o kadar karmaşıktır. Sanat olmak bakımından bir verinin diğerine önceliği yoktur. İkisi de dünyayı yorumlamam için bana öngöremediğim olanaklar sağlar. Her ikisi de politik olduğu için değil, bir ilişkiler ağını ve çeşitli eyleme; düşünme modellerini bana sundukları için değerlidir. Gezi Parkı’nın politik meselelerden ötürü sanat olduğunu söylemek demek, bir ağacın kavak ağacı olduğu için sanat olduğunu söylemek ile aynı anlama gelir. Politik olan sadece bir öğedir ve temelinde yatan Felsefe onun da temelinde yatan Mantık ve Matematiğin yanında pek bir değeri yoktur.

Günün birinde siyasal ortam sanat yapmamıza engel olabilir. Örneğin bir içsavaş durumunda sanatçıların sanat yapacakları ortam ellerinden alınabilir. Bu bir düşünür ve bilim adamı için de geçerlidir. Fakat bunun sanat ile bir ilgisi yoktur. Bilim adamının, bilimsel ortamı elinden alınacak diye bu ortamın oluşmaması için bilim yapması söz konusu değildir. Sanatçının da hedefi bu değildir. Eğer amaç buysa bunu bilimsel olarak çalışan disiplinler zaten mevcuttur. İnsanları sanatçı yapan neden sosyoloji, psikoloji ya da ekoloji değildir. Eğer öyle olsaydı sosyolog olurlardı. (Bence kimi zaman problem biraz bundan kaynaklanıyor. Sanat ile kötü bir sosyoloji yapmaya çalışmak gibi). Sanatın işlevinin toplumsal eleştiri ile ilgisi yoktur. Sanatın işlevi yine kendisidir. Sanatın kendine referans vermesi, sıklıkla yanlış anlaşıldığı üzere “sanat için sanat” türünden bir şey değildir ve sanatın kendini toplumsal olaylardan izole etmesi anlamına gelmez. Sanat bağıntılardan meydana gelen anlamsız bir makinadır. Verileri her şey olabilir. Sanatçı ise tıpkı bir matematikçinin anlamsız sayıların ve işlemlerin arasındaki ilişkiler ile oynaması gibi eyler. Siz sayıları politik olarak ele alabilirsiniz fakat bu bir yorumdur ve şu veya bu şekilde yorumlansın diye sanat yapmak mümkün değildir. Sanat politikanın kendisini araç olarak kullandığında dahi bu durum geçerlidir. Çünkü politik veriler, tablodaki biçimlerden, bir düzenlemedeki öğelerden ya da  bir metindeki imlerden farksızdır sanatçı için. Aynı şey anlamın kendisi için de geçerlidir:

Atomların molekül olarak birleşirken kendi iç elektroniklerini değiştirmeleri gibi şiir, kelimelerin anlamlarını dönüştürür… O halde şiir yalnızca kafiyeli düzyazıdan ibaret değildir. Şiir, dünya hakkında bir dizi önerme olarak okunduğunda ve yalnızca güzelleme, süsleme veya dekorasyon amaçlı algılandığında bir sanat yapıtı olarak gözlemlenmez. Şairin yapıtını oluşturmak için kullandığı biçimsel bileşimler de bu şekilde anlaşılamaz. Şiirler, yalnızca sembol, ses, anlam ve ritimlerin birleştiği -"okuması" zor olan- bir kademede biçim yaratma sürecinde kendilerine referansta bulunurlar.”[8]

Son notlar

Direnişin Bienal ile ilişkisine değinmeyeceğim çünkü hem Bienalin hem de Bienale (bu olayların öncesini de kapsayacak şekilde) verilen tepkilerin hangi çerçevelerde ve hangi gerekçelerle verildiğini kestirmek oldukça güç gözüküyor.

Olayın sanatçılar arasındaki bağı kuvvetlendirmesi ise konumuzun dışında kalan fakat herkesi çok mutlu eden bir durum oldu. Direnişin bireyleri bir biçimde birbine bağladığını ve önyargılarımızı yenmemiz konusunda çok faydalı olduğunu düşünüyorum.

Ben geziye sanatçı olduğu için giden ve her fırsatta olduğu gibi bu insanlık durumunu da kişisel reklamını yapmak amacıyla kullanan hiç kimse görmediğim için de çok mutluyum. Herkes dünyaya ve insana duyarlı olduğu için oradaydı. Eğer bunun zaten bir sanatçının temel özelliklerinden biri olduğunu söylerseniz sanırım size karşı çıkamam.


[1] Luhmann, Niklas, Art As a Social System, Stanford, California: Stanford University Press, 2000.
[2] Ernest Nagel, James R. Newman, Gödel Kanıtlaması, çev. Bülent Gözkan, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2007, s.54.
[3] Richards, K. Malcolm, Derrida Reframed Interpreting Key Thinkers for the Arts. London: I.B. Tauris, 2008, s.20-21.
[4] Sontag, Susan, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş / Yoruma Karşı, İstanbul: Metis Yayınları, 2008.
[5] Kagan, M. S., Estetik ve sanat notları. İzmir: Karakalem Kitabevi, 2008, s.396.
[6] Alberro, Alexander, and Blake Stimson, Conceptual Art: A Critical Anthology Cambridge, Mass: MIT Press, 1999, xxxi
[7] Luhmann, Niklas, s.79-80.
[8] Luhmann, Niklas, s.125.

Görsel 1: Pembeye boyanmış dozer
Görsel 2: Ali Nesin Gezi’de Matematik dersi veriyor.
Görsel 3: Burak Arıkan


 

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 18:34:32