A password will be e-mailed to you.

“Sanat nesnesinin dokunulmazlığı beni biraz rahatsız ediyor”

İlk solo sergisini yapalı 5 yıl oldu. Çoğunlukla nesneler ve eşyalar üzerine çalışıyor. Bienale paralel olarak Emin Barın Han’da gerçekleşen Atonal 9 sergisinde yer alan Merve Denizci eşyanın iktidarını anlattı.

 

İlk kişisel serginizden bu yana uzun zaman geçti. Neler değişti, nasıl geçti süreç?

İlk kişisel sergim, 2015 yılındaydı, sonra yüksek lisansa devam ettim, araya tez süreci girdi o yoğunluğun ardından biraz geri çekildim. Tezden fırsat buldukça bir şeyler yapıyordum ama sonuçtan memnun olmuyordum. Zaten bir şeyler yaptıktan bir süre sonra, biraz sıkılır sonra geri dönerim, işlerimle ilgili hislerim değişebiliyor. Bu süreçten sonra kendi içimde bir dönüşüm yaşamaya başladım. En başından bu yana iç mekanla ilgileniyordum. Mimari eğitimim de vardı hatta mimar olmayı istiyordum. Son anda sanat okuluna girmeye karar verdim.

 

Nasıl oldu?

Çoğunlukla olduğu gibi ani bir karar verdim. Güzel sanatlarda öğrenci olan arkadaşlarım vardı. Sürekli onları ziyarete gidiyordum. Bir yandan zaten resim yapıyordum fakat yine mimarlığa olan ilgim ağır basıyordu. O yüzden sürekli iç mekan ve nesne çalışıyorum. Önceki işlerimde de iç mekan söz konusuydu sonra tümüyle nesnelere, eşyalara yöneldim.

 

Önceki çalışmalarınızda özellikle kız çocuğu ve hayvan figürlerine de rastlıyorduk, neden figürden vazgeçtiniz?

Aslında figürler yine bir iç mekanın içindeydiler. Bir resimde insan figürü olduğunda ve doğrudan size baktığında gerilim artıyor ve diğer birçok şey insan figürünün gerisinde kalıyor. Belli bir süreden sonra ilgim arkadaki nesnelere kaydı diyebilirim.

 

Emin Barın Han’daki ilk sergi “Atonal 9”dan bahsedelim. Sergiye nasıl dahil oldunuz? Mekanla nasıl bir bağ kurdunuz?

Sergi açmadığım o süre içerisinde, çeşitli nedenlerden ötürü ürettiklerimi bir galeride değil de bağımsız bir mekanda göstermek istediğime karar verdim. Bu alternatif mekanı ararken pek çok kişiyle konuşuyordum. Bengü Gün, onlardan biriydi ve o sırada Emin Barın’ın torunu Emir Barın, dedesinin atölyesini bağımsız bir sanat alanı olarak kullanıma açmayı istiyormuş ve bunu Bengü ile paylaşmış. Başta birkaç soru işareti vardı benim için. Henüz ilk kez kullanılacak bir alan ve alışılmış güzergahın dışında. Mekan çok büyük, nasıl kontrol edilecek ve ne kadar insan burayı ziyaret edecek vs. diye düşünürken Rafet Arslan ile görüştük.

Rafet bu konuda tecrübeli olduğu için bana birçok tavsiyede bulundu hatta cesaretlendirdi diyeyim. O sırada Bengü ile görüşmelerimiz devam ediyordu ve o da Rafet de, mekan çok büyük olduğu için birçok solo serginin bir arada olabileceği fikrini önerdi. O sırada Fulya Çetin hazırladığı sergi için bağımsız bir sanat alanı arıyormuş. Derken diğer sanatçılar gündeme geldi. Benim seçtiğim alan daha önce Emin Barın’ın sergi salonu olarak kullandığı bir yerdi ve oradaki merdivenler benim için önemliydi çünkü işimin bir parçası olacaktı. Onun haricinde yaptığım şey salon ile ilgili olduğu için sergilendiği yerin bir sergi salonu olması güzel bir örtüşme sağladı. Açıkçası kalabalık bir projenin parçası olmak bana çok keyif verdi.

Eşyanın iktidarı

“Salon” da çalıştığınız eşyalar 60’lı 80’lı yıllara ait. Aslında sergi metninde nedenini okuyabiliyoruz fakat süreci sizden dinlemek isterim.

İlk olarak bu eşyaların hafızamda yerinin olmasının ciddi bir payı var. Ayrıca o müze salonlarda kullanılan eşyalar bahsi geçen dönemlere ait. Bir gün bir arkadaşımın bana hediye ettiği mobilya ve modellerinin tarihine dair kitaba dalınca eşyanın iktidarı üzerinde düşünmeye başladım. Kitapta bulunan modellerin birçoğuna şahit olmuştum “müze salonlarda”, fakat birçoğu aslında bu modellerin taklidiydi, endüstriyel yöntemlerle üretilmiş, düşük maliyetli eşyalardı fakat kapısı kapalı tutulan o salonlarda aynı ihtişamla duruyorlardı.

Bütün bunları düşünürken Orhan Pamuk’un kitabında geçen satırları aklıma geldi. “…bende her katın salonlarını dolduran bütün bu eşyaların yaşamak için değil, ölüm için sergilendiği duygusunu uyandırırdı.” diyor. O eşyalar, hayatla bir ilişki kurmadıkları için sadece seyirlik bir şeye dönüşüyor. Konstrüktivistler de bunun üzerine bayağı düşünmüş, hatta Tatlin bu eşyalara savaş açmış. Özellikle kullanılmayan ölü eşyaların toplandığı büfe ve vitrinlere… Yerine çivi gibi saplanmış, hayatla bağları kesilmiş eşyaların insanı da hareketten yoksun hale getirdiğini düşünüyor. Dolayısıyla hem ciddi bir tarihsel geçmişinin olması hem de kişisel yaşamıma da temas ettiği için bahsi geçen eşyalara bir de bu açıdan bakmak istedim.

 

Bu şahitlik aileden mi geliyor ?

Bizim evde çok kısa bir dönem böyle bir salon vardı, fakat anneannemde ve çeşitli aile ziyaretlerinde sıkça şahit olduğum mekanlardı.

“İç mekan ve eşya tasarımının kentteki yaşamla doğrudan bir ilişkisi vardır”

Sergide en sevdiğim çalışmalarınızdan biri de, dokuz tane mumun erimesinden oluşan işiniz oldu. Bahsedebilir miyiz?

Benim de ilk kez denediğim bir şeydi. Geçiciydi ve sergi bittikten sonra çöpe atıldı. Yandıkça eriyen, formu bozulan, kimsenin satın almayacağı bir işti. Zaten benim için de önemli olan geçici ve satılamaz olmasıydı. Her bir mum eridikçe yeni bir form oluşmaya başlıyordu ve sürekli bir değişim içindeydi. Sergide bulunan diğer işlerin aksine, sanat yapıtının kalıcılığı ve kutsallığı üzerinden okunabilen eleştirel bir işti.

 

Gündelik hayatınızda eşyalar ve mekanlarla nasıl bir bağ kurduğunuzu da merak ettim.

Eşya ve iç mekana olan ilgimin birkaç nedeni var. Bunlardan biri aldığım eğitimdi. Kadın olmamın da bir payı vardır diye düşünüyorum. Benden önceki kuşaklarda evle ilgili kadının birçok sorumluluğu vardı. Evin iyi görünmesi, zevkli eşyalarla dekore edilmiş olması aslında eve dair birçok şey kadının becerisini ve zevkini gösteriyordu. 90’larda bu durum dünyada çoktan değişmiş, kadınlar iş hayatına katılmış olsalar da Türkiye’de büyük oranda aynı biçimde devam ediyordu. Tabii ben bir sonraki kuşağım, bu durum benim için geçerli değildi yine de bana bir yansıması olmuş ki eve ve eve ait nesnelere karşı hep bir zaafım vardı.

Bir diğer neden küçüklüğümden bu yana okuduğum Türk romanları olabilir. O romanlarda dikkat edersek birçok şey evin içinde geçer. Uzun uzun eşya ve mekan tasvirleri vardır. Bunda toplumun aile içi değerlere odaklanmasının büyük bir payı var diye düşünüyorum fakat tam bunu düşünürken aklıma köy romanları geliyor. Onlar çoğunlukla açık havada geçer, iç mekan ve eşya tasvirleri çok azdır ve başka bir mücadele söz konusudur. Art nouveau tarzı bir mobilyanın anlamı yoktur oradaki evlerde. Bu tip mobilyaların şehirdeki evlerde olması tesadüf değildir.

Walter Benjamin bireyin kişisel yaşam alanı olan iç mekanın ilk kez iş yerinin karşıtı olarak ortaya çıktığını söyler. Hannah Arendt ise “Polis ve Hane” isimli makalesinde yine ev ve ev içindeki görev dağılımlarının antik kent devletinin kurulumuna kadar dayandığını, kamusal ve özel alanın ise kentle birlikte tanımlandığını belirtir. Kamusal alanın dışında kişisel yaşamın geçtiği, iç mekanın birey için evrenin temsilcisi olduğu, bir anlamda kişisel zevkleriyle seçmiş olduğu nesnelerin sergilendiği bir alana dönüşür ev. Evin salonu ise dünya tiyatrosundan bir locadır, der Walter Benjamin. Dolayısıyla iç mekan ve eşya tasarımının kentteki yaşamla doğrudan bir ilişkisi vardır. Bu da kentte yaşayan birçok insan gibi benim de mobilyaya olan ilgimin nedenlerinden biridir diyebilirim.

“Vitrin yabancısı olduğun şeylere bakmaktır”

İç mekan-ev tanımımızın günümüzde oldukça değiştiğini düşünüyorum. Vitrin meselesi de dijital platformlara evriliyor sanki. Siz neler söylersiniz?

Çoğunluk için ev eskisi kadar vakit geçirilen bir yer değil. Bu yüzden daha geçici olarak düzenlenebiliyor fakat yine de kişinin “mahfazası” olma özelliğini taşıdığını düşünüyorum. Vitrin yabancısı olduğun şeylere bakmaktır ve vitrinde sergilenen malın emek değeri gizlenir, bir arzu nesnesi haline getirilir. O noktada gerçek değerinin de önemi yoktur aslında. Çünkü imajı gerçekliğinin önüne geçer. Vitrine imaj yaratmak ve sergilenen şeyi arzu nesnesine dönüştürmek olarak bakarsak zaten yaşamımızın kaçınılmaz olarak bir parçası olan dijital platforma taşınmış olması mümkün.

 

Sergiye geri dönersek, serginin fiziksel olarak deneyimlenebilen bir tarafı da vardı. Merdivenleri bu yüzden önemli bulmuştunuz.

Bu son dönemde sanat yapıtlarıyla ilgili kafama takılan meselelerden biriydi. Aslında sanat yapıtının izleyiciyle fiziksel bir ilişki kurması benim için kendi üretimimde ilk kez New York’ta katıldığım bir sanatçı rezidansı programında gündeme gelmişti. Evet merdiven yerleştirmenin bir parçası olacaktı ve ziyaretçiler tarafından kullanılması önemliydi. Sanat nesnesinin dokunulmazlığı beni biraz rahatsız ediyor açıkçası. İşi deneyimlerken o otoritenin yıkılıp izleyiciyle fiziksel bir ilişki kurmasını önemsiyorum. Hatta izleyicinin müdahalesiyle tamamlanan çalışmalar son dönemde ilgimi çekmekte. İşte ben de bütün bunları düşünerek kurgulamıştım yerleştirmeyi. Bir yapıtın etrafında döndüğünde ona dokunduğunda veya kullandığında fiziksel bir ilişki kurmuş oluyorsunuz. Bu da ister istemez yapıtı monolog olmaktan çıkartıp bir diyaloğa dönüştürüyor. İzleyiciyle yapıt arasındaki fiziksel ilişki bu noktada benim için önemli.

“Wolfgang Tillmans yakından incelediklerimden biri”

Atonal 9’un metninde 21. yüzyıl bireyiyle ilgili bir soru vardı. Size yöneltmek istiyorum: “Her şey bu kadar tam ise neden 21. yüzyıl bireyleri bu korkunç eksiklik hissi, dikkat dağınıklığı ve gelecek korkusu içinde?”

Bu kaygı benim için de geçerli, hatta bu kaygının nesnesini arıyorum tam bulduğumu sanıyorum fakat problemi çözdüğümde kaygının devam ettiğini görünce bunun içten hatta belki de dışarıdan gelen bazı faktörlerle yaratıldığını anlıyorum. O zaman bir parça rahatlıyorum. Yani kısacası bu kaygının nesnesi yok ve metni ben yazmadım ama metinde yazdığı gibi o kaygı zamanın ruhunda var belki.

 

Bugüne gelmişken, son olarak şu sıralar ilgilendiğiniz konular, sanatçılardan bahsedelim mi?

Sanatçı olarak son dönemde Wolfgang Tillmans yakından incelediklerimden biri. Aslında Tillmans birçok genç sanatçıya ilham kaynağı olmuştur. Şöyle ki yeni hazırladığım proje için internet üzerinde görsel ararken onun natürmort serisine rastladım. Bu seride çağdaş natürmortlar kurguluyor hatta bazen kurgudan uzak tesadüfen bir araya gelmiş gibi görünen nesneleri fotoğraflıyor. Bir röportajında barok döneme referans vererek, aramızda ciddi bir zaman farkı olsa da benzer problemlerle ilgileniyoruz demişti. Benzer problemler, farklı şeylerin bir arada olması ve tesadüfi kesişimleriydi. Benim de şimdi üzerinde çalıştığım proje bütünden ayrılmış olan, artakalan parçalardan oluşan natürmort yorumlarıdır. Tabii sanat tarihindeki natürmortlara baktığımızda arzu ve iktidar ilişkisini içerdiğini görüyoruz. Orada resmedilen nesnelere sahipseniz güçlü ve statü sahibisinizdir. Bense bu natürmortları kurgularken, gündelik, orta sınıfta yaygın kullanılan nesneler ve hatta artakalan parçaları kullanmayı planlıyorum.

Denizci’nin yeni projesinden

Denizci’nin yeni projesinden

 

İLGİLİ HABERLER

Sanatatak okurları yılın en iyilerini seçiyor!

Wolfgang Tillmans Berlin’deki galerisini mültecilere adadı

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 10:27:49