Bora Çeliker, en nihayetinde ilk solo albümünü çıkardı. Biz de dününü bugününe katarak, muhabbetten saatleri esirgemedik.
Sarp Keskiner: The Crawling Kingsnakes, King Bees… 2000’lerin başında Ankara’dan belirdiğinde, bu ülkenin yetiştirdiği en özgün, araştırmacı ve otantik blues gitaristlerinden biri olarak tanıdık seni. Albüm senin delişmen hâllerine misâl sunan zıpkın gibi blues ile açılıyor: “Weird Blues”. Bugünden bakınca, müzik tasavvurunda blues nasıl bir yer buluyor?
Bora Çeliker: Tanımlama için çok teşekkür ederim, lakin Ankara – İstanbul konusunda bir iki tashih yapmak istiyorum: Aslında bu gruplar ‘96 – ‘97’den itibaren Ankara’da oldukça faaldi fakat İstanbul’a gidip gelmelerimiz ancak 2000’lerin başına rastladı. Özgün tanımlaması da bence tartışmaya açık; çünkü o zamanlar T-Bone Walker, Johnny Guitar Watson, erken dönem B.B. King ve Clarence Gatemouth Brown; Guitar Slim, Hubert Sumlin, Robert Jr Lockwood gibi efsanevi blues’culara ve ayrıca onların stillerini günümüze taşıyan Duke Robillard, Ronnie Earl, Anson Funderburgh benzeri gitaristlere öykünerek çalıyordum. Parçadan parçaya değişebiliyordu meselâ çalışım. Aslında gelenekçi, hatta “purist” denebilecek bir tutumdu bu; Ankara’da yakın temas içerisinde olduğum müzik çevrelerinin de etkisinde kalıyordum. Dinlemekten keyif aldığım müziklerin kökenlerini hep merak etmişimdir. İnternet öncesinde hayranı olduğum müzisyenlerin büyük bir kısmının, bırak videosunu izlemek; fotoğrafını bile bulmak meseleydi. Bu durumda onları hayalimde masalsı karakterler olarak canlandırıyor ve müzik çalarken onlardan biri ve ya aynı anda birkaçı olduğumu düşünüyordum. Bu sayede blues geleneğindeki bir çok farklı üslubu ve nüansı genç sayılabilecek bir yaşta özümsedim. Caza olan merakım da bir röportajında BB King’den, çalışına tesir eden isimler arasında Johnny Hodges, Lester Young ve Charlie Christian’ı duymamla başladı. Amerika’da okuyan bir arkadaşıma yaz tatilinde beraberinde getirmesi için CD’ler sipariş ettim ve böylece yeni bir kapı açılmış oldu benim için: Klasik caz ve swing. Cüneyt Sermet’in “Cazın İçinden”i o sıralar başucu kitabımdı. Cazda da yine uzun bir süre; yalnızca belirli bir dönemin müziklerini dinleyip, çalmaya çalıştımki; o da bebop öncesine kadar olan dönem. Bu eğilim Bilgi Üniversitesi Müzik bölümündeki yüksek lisans eğitimimin ikinci yılına kadar devam etti. Gerçi Charlie Parker ve bazı diğer bebop dönemi müzisyenlerini de dinliyordum artık ama yine de çok tutucuydum. Okulda tanıştığım yetenekli müzisyenlerin çoğu ise daha güncel müziklere ilgi duyuyordu. ‘60’lar öncesinde kaydedilmiş hiç bir şeyi dinlemezlerdi. Benim içinse Coltrane bile “tüü kaka”ydı. Zaman içerisinde onlar bana yeniyi sevdirdiler, ben de onlara eskiyi… Şimdiden bakınca, bunun birlikte çalmanın doğal bir getirisi olduğunu düşünüyorum. Blues’la bugünkü münasebetime gelince: Caz müziğinde 12 ölçülük blues formu her dönem kullanılmış, bunun haricinde blues müziğindeki phrasing’ler, ritimler, ghost note’lar, çeşitli süslemeler, pentatonik dizi ve bluesy melodiler, özellikle hard-bop döneminde, özgün armoni ve kompozisyonlarla evlendirilerek yeni bir stil ortaya konmuş. Thelonious Monk, Wayne Shorter, Charles Mingus, Joe Henderson, Herbie Hancock, John Coltrane, Benny Golson, McCoy Tyner gibi isimlerin ‘50’ler ve ‘60’larda yazdıkları şaheserlerde blues’dan çok beslendiklerini görüyoruz. Sonra ‘50’ler ve ‘60’lar deyince, zaten popüler müziğe etkisi çok büyük bu müziğin: Elvis, The Beatles, The Rolling Stones, British Blues Boom, Jimi Hendrix, Janis Joplin… Dönemin büyük açık hava festivallerine bakacak olursak, bilhassa ‘60’lardaki Monterey Caz Festivallerinde mainstream ve modern cazcıların yanı sıra Muddy Waters, T-Bone Walker, B.B. King, Big Mama Thornton gibi blues’cuların ve Jefferson Airplane; Janis Joplin’li Big Brother and the Holding Company, Sly & the Family Stone gibi blues’dan beslenen grupların sahne aldığını görüyoruz. 1970 yılındaki Isle Of Wight rock festivalinde ise elektrikli piyanolarda hem Keith Jarrett, hem Chick Corea’yı barındıran; Dave Holland, Jack De Johnette, Gary Bartz ve Airto Moreira’dan kurulu grubuyla Miles Davis sahnede… Çok heyecan verici zamanlar bunlar… Miles ve bazı diğer cazcılar cross-over (türler arası) başarı peşindeler biraz da.. Yine bu dönemde, her ne kadar gerçekleşmemiş de olsa, Miles’la Jimi Hendrix’in bir iş birliği yapma niyetlerinin olduğunu biliyoruz. Bunun haricinde caz ve rock/blues aleminin bir araya geldiği ortak çalışmalara pek rastlanmıyor (Santana’nın ‘80’lerde Wayne Shorter ve Herbie Hancock’la kaydettiği albüm, Ginger Baker’ın Bill Frisell ve Charlie Haden’la triosu, Jack Bruce’un Carla Bley, John McLaughlin, Tony Williams’la çalışmaları haricinde pek örnek gelmiyor aklıma, bu örnekler de hep ‘70 sonrası). Albümün ilk parçası olan “Weird Blues”, Bilgi’de okuduğum dönemde yazdığım bir armoni ödeviydi aslında. 12 ölçülük blues formunda; fakat geleneksel blues kalıbının standart üç akordan oluşan armonisinden biraz farklı… O yüzden “weird” (tuhaf) ismini vermiştim bu parçaya. Ted harika bir intro çaldı ve ricamız üzerine Art Blakey’nin “Blues March”ına (ve 20th Century Fox filmlerinin açılışına) gönderme yapan bando figürüyle bağladı. Sonrasında İmer’le melodiyi ünison olarak çaldık. Trompet solosu esnasında, bu parçada tremolo kollu gitarla çalınmış bol gain’li bir solonun çok iyi olabileceği fikri geldi aklıma aniden. Melodiyi çaldığım ve albümdeki parçaların çoğunda kullandığım gitarı bırakıp, ne olur ne olmaz diye yanımda getirdiğim Hohner marka, yüksek çıkışlı manyetikle donanmış headless gitarıma taktım jakı; açtım ağzımı yumdum gözümü… Solonun sonuna doğru da Rotovibe pedalını devreye sokmuşum, içgüdüsel gelişti kayıtta bir çok şey. Burak da son derece bluesy; biraz Monk-vari ve coşkulu bir solo çalmış. “Weird Blues!u dinleyince bende uyanan aynen şu: Akustik bir hard bop grubuna işe yetişemeyen tenor saksafoncunun yerine freak bir blues/rock gitarcısı dahil olmuş ama tuhaf bir biçimde mayaları tutmuş:) Tabii buradaki gitarcının çift taraflı oynayan bir ajan olduğunu kimse bilmiyor… ! Belki zamanında bir araya gelmemiş müzikal tavırları, fantezi futbol-basketbol takımı kurar misali birleştirmiş olduk bu parçada. Albümde maskelenmiş, hâtta metamorfoza uğramış bir blues daha var: “Ronim’s Spleen”. Bu aslında bir minör blues ama dediğim gibi gizli, parçanın adı da bu gizin şifresi. Ronim – minoR… Spleen de Blues’la anlamdaş bir sözcük. Baudelaire’in şiir kitabı var; Spleen De Paris adında… Neyse, ilk duyuşta “Ronim’in Dalağı” olarak anlaşılsa da aslında ben biliyorum ki, o bir minör blues. Kendi yazdığım müziklerde blues’u böyle değiştirerek kullanmaya devam edebilirim belki… Öte yandan, geleneksel blues ve rock çalmayı da özlüyorum. Gitarist olarak farklı müzikler çalarken de elim kayıyor bazen o tarafa. Blues’un popüler müzik ve caz üzerindeki tesiri günümüzde de sürüyor bence, pentatonik dizi ve bluesy melodiler dağarcığımıza o kadar sıkı tutunmuş ki, herhangi bir şarkıda duyduğumuzda hemen kabulleniyoruz; sözler ve düzenlemeyle de destekliyorlar etkisini.
Sarp Keskiner: İkinci parça “Parisli” ama albümün içinde sürekli fotoğraflar sunan bir Ankara duyuyorum ben; İstanbullu caz albümlerinden farklı olarak. Ne dersin?
Bora Çeliker: Ankara bağlantısı, belki müzisyen olarak gelişimimde bir yer tuttuğu için, farkında olmadan müziğime tesir ediyor olabilir gerçekten de… Kaydı gerçekleştiren Mehmet Kemaloğlu da Ankara’da yaşadığım yıllarda bir süre gitar öğrencim olmuştu. Albüm onun bitirme projesiydi; Ankara sound’unun mesulü odur belki de… Açıkçası, albüm piyasaya sürülmeden bir kaç hafta öncesine kadar yerli caz albümlerini pek dinlememiştim. Sonra arkadaşlarımın ve merak ettiğim bazı müzisyenlerin albümlerini almaya başladım. Endüstri de müzisyenler de hızla gelişiyor; çok iyi prodüksiyon ve icralar duyuyorum artık. Eşlikçi olarak bir çok caz kaydında yer almış bazı arkadaşlarım var ve son derece profesyonel, çapaksız işler çıkarıyorlar. Bizim albümde benim duyduğum temel fark ise parçaların ve albümün süresi. Sekiz parça var albümde ve toplam süre yetmiş altı dakikanın üzerinde. Bestelerimin formları çok uzun olmadığına göre, doğaçlamalara fazlaca yer verdiğimiz söylenebilir. Stüdyo kaydından ziyade, canlı performans gibi bir havası var belki bu yüzden. Bir de adrenalini yüksek bir atmosferdi… Kontrbas ve davulu çalan Eric ve Ted’le yalnızca bir gün içinde, o da 16:30’a kadar kaydı bitirmemiz gerekiyordu. Stüdyo öncesi prova, tanışma gibi herhangi bir hazırlığımızda yoktu. Müziğin kurgulanması ve icrasında ortaya koyduklarımın ve grup performansımızın sanatsal bir değeri var mı, yok mu bilemem. Çağdaşlarından bir farkı varsa eğer, bu; albümün kusurlarından ve bahsettiğim kaos ortamında, imkansızlıklara rağmen, şu ve ya bu şekilde ortaya çıkmış olmasından kaynaklanıyor bence. Bir de tabii ki Burak, Ted ve Eric’in olağanüstü performansları ve İmer Ağabey’in sıcak nefesi… Aslında bana kalsa albüm falan kaydetmezdim; arkadaş ve eş kurbanı olduğum söylenebilir. Burak iteledi beni hep, Deniz de öyle… Ne yazdığım müzikleri, ne çaldığım gitarı ciddiye alıyordum. Kaydımızın ham halini dinlediğimde önce kendi kusurlarım ve çaldığım yanlış sesler kulağımı tırmaladı ama zaman içerisinde müziğin bütününü duymaya başladım ve hem kayıtla hem de kendimle barıştım. Bir çok eksiğime rağmen, üzerinde çalışmaya değer bir potansiyel gördüm kendimde, sonra da bir akşam Deniz’e “Hadi çocuk yapalım!” dedim!
Sarp Keskiner: Albüm repertuarını ve albümde yer alacak müzisyenleri nasıl belirledin ve müzisyenleri belirleme kriterinde öne çıkan unsurlar neler oldu?
Bora Çeliker: Repertuvar, Bilgi’de okumaya başladığım 2003 yılıyla albümü kaydettiğimiz 2010 yılı arasında yaptığım bestelerden oluşuyor. İmer Ağabey’in bize katıldığı “Biber Fırını”, “Weird Blues” ve “Waltz First”, benim Bilgi’deyken yazdığım ilk parçalar. Sonra “Üçlük” var; onu da o zamanlar yazmıştım: Armonisini trafik saatinde Kuştepe’den Yeşilyurt’a dönmeye çalışırken direksiyon başında kurgulamıştım. “Paris’li”yi 2009 Kasım’ında bir öğleden sonra, Deniz’in Burgaz Ada’daki evinde yazmıştım; ben parçayla uğraşırken daha önce bahsettiğim lise grubumuzun bir kaç yıldır Paris’te yaşayan şarkıcısı, canım arkadaşım Murat Ersoy arayıp meşgul etmişti beni havadan sudan muhabbetiyle. Ezelden beri otlakçılığıyla tanınan ve o zamanlar eş durumundan Paris’li olan bu dostuma ithaf ettiğim parçanın İngilizce ismini “Parisite” koymayı uygun gördüm. Deniz’e bilgisayarda bir müzik programının nasıl çalıştığını anlatmak için bilhassa birbiriyle alakası olmayan akorlar yazıp, çalma komutu verdim ama bilgisayar kitlendi ve ekrandaki akorları bir kenara not edip sonra üzerine melodi yazdım. “İzahat (Deniz’e)” de böyle ortaya çıktı. “Hatırlayamıyorum”da bulduğum melodinin bazı kısımlarını unutuyorum ve hafızam bana oyunlar oynuyor. “Ronim’s Spleen”den daha önce de söz etmiştim; bu parçanın bas partisini 2010 yaz sonuna doğru ailemin yazlık evinde yazmıştım. Stüdyoya girmeden bir kaç gün önce piyano partisi ve melodisini tamamladım; solo altı armonisini kurguladım. Albümde en fazla yazı işi içeren parça bu oldu. Piyanist Burak Bedikyan’la lise yıllarından beri süregelen bir tanışıklığımız var. Üniversite okumaya gittiğim Ankara’dan İstanbul’a döndükten sonra Bilgi’de yollarımız yeniden kesişti ve 2003’ten beri bir çok projemde birlikte çaldık. Albümde yer alan parçaların çoğunu daha önce sahnede çalmıştık. MİAM’da yüksek lisansta okuyan eski gitar öğrencim Mehmet Kemaloğlu, bitirme projesi için beni grubumla kaydetmek istediğini söylüyordu bir süredir; olası bir kaç tarih saydı. Önce Burak’a bahsettim, çok sevindi. Aslında bana kalsa, üç dört parçalık bir demo kaydederdik ve Mehmet’in de asıl niyeti böyleydi. Burak, hazır kurulmuşken, sahnede çaldığımız bestelerimin hepsini çalıp bir albüm yapmayı önerdi. O dönem konserlerimizde davulu Ferit Odman, kontrbası da Kağan Yıldız veya Erdal Akyol çalıyordu. Ferit ve Kağan, Kerem Görsev Trio’nun sabit elemanları olduğu için programlar çakıştığında Kerem Ağabey’e öncelik veriyorlardı doğal olarak. Erdal Ağabey’in de opera orkestrasıyla Yansımalar’la ve Baki Duyarlar’la konserleri oluyordu. Zaten bizim caz sahnemizde, sabit bir kadroyla uzun süre devam eden fazla grup yok maalesef. Herkes bir sürü grupta birden çalıyor, takvimler çakışınca elemanlar değişiyor. Ben, fantezi olsun diye; internetten Mehmet’in önerdiği tarihlerde İstanbul’a konsere gelecek gruplara baktım. 17 ve 18 Kasım akşamı JC’s’de Kurt Rosenwinkel Trio konseri olduğunu gördüm. Davulda Ted Poor ve kontrbasta Eric Revis… Ted’in Ben Monder, Dan Tepfer, Bill Frisell, Aaron Parks gibi müzisyenlerle yaptığı çalışmaları bir kaç yıldır hayranlıkla takip ediyordum; modern mainstream’den avant garde ve hâtta rock’a uzanan bir yelpazede son derece yaratıcı ve özel bir müzisyen olduğunu düşünüyorum. Kendi grupları ve besteleri de var. Eric ise Kenny Kirkland’lı son albüm olan 1999 tarihli “Requiem”den beri, Branford Marsalis Quartet’in kontrbasçısı… Marsalis’in yanı sıra Jeff Tain Watts, Dave Kikoski, Kurt Rosenwinkel ve Peter Brötzman gibi bir çok isimle çalışan, Grammy’li albümlerde yer alan, çok tecrübeli bir isim. Hâtta bir dönem İstanbul’da yaşamış; Kerem Ağabey’in (Görsev) bir kaç albümünde de yer alıyor. Bizim kayıttan bir iki sene evvel Branford Marsalis’le İş Sanat’a konsere geldiklerinde tanışmıştık; Jeff Tain Watts hâlâ gruptaydı o zaman. Konser sonrası Eric, Jeff ve bir grup müzisyen sabaha kadar takılmıştık. Kurt’le çalacakları konserin tarihleri bize önerilen kayıt tarihiyle uyuyordu ve bunun üzerine, Burak’ın ısrarından cesaret alarak Ted’e bir mail attım. 17’si çalmış olacakları için ikinci gün kurulum, sound check ve sair şeyler için bir hazırlık gerekmeyeceğini, gündüz vakit ayırabileceğini söyledi. Ben de parçaların notalarını gönderdim, 18’i için sözleştik. Sonra Eric’le yazıştım, o da çalmayı kabul etti. Yıllardır beğeniyle dinlediğim, Bilgi’de verdiği İleri Doğaçlama Teknikleri derslerine misafir öğrenci olarak katıldığım İmer Ağabey’den (Demirer) bize üç parçada katılmasını rica ettim, o da seve seve kabul etti. Ayşe Abla’yla (Gencer) bir dönem Arnavutköy’de Jazz Room adında, hayatımda bulunduğum en şirin caz mekanını işletirlerken Burak ve rahmetli Oğuz Durukan’la beraber program yapıyorduk. Aile gibi olmuştuk zaten.
Sarp Keskiner: Sırada neler var?
Bora Çeliker: 12 Nisan Cuma akşamı, İKSV Salon’da albümün lansman konseri olacak. Burak ve İmer Ağabey’in haricinde, davulda çok sevdiğim Ateş Tezer ve kontrbasta uzun süredir niyet etmemize rağmen, bir türlü denk getirip birlikte çalamadığımız Volkan Hürsever’le yapacağız bu konseri. 30 Nisan Dünya Caz Günü’nde de Beyoğlu Gençlik Merkezi’nde bir konserimiz olacak. 13 Mayıs’ta ise bu yıl üçüncüsü yapılacak olan Jazz 15 festivalinde çalacağız. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Gümüşsuyu’ndaki Alman Konsolosluğu’nu saymazsak, otuz altı senelik hayatımda hiç yurt dışına çıkmadım… Hem müziğimi çalsam, hem biraz dolaşsam ne güzel olur diyorum. Tekrar müzik yazmaya başlamak istiyorum bir yandan… Albüme sığmayan bir kaç bestem daha var, onun haricinde karalanmış bir şeyler, fikirler falan, bunları bir gözden geçirmem lazım. Burak da bir kaç beste ile katkıda bulunabileceğini söyledi; arayı açmadan bir kayıt daha yapmayı düşünüyoruz. Sonra; Salıncak Neş’e ve Dans Orkestrası isminde bir swing grubumuz var, ‘30’lu ‘40’lı yılların parçalarını trompet, saksafon, trombon, gitar, kontrbas ve davul için düzenledim. Bu grupta vokal de yapıyorum. Bir de saksafoncu Barış Ertürk’le yıllardır ikili olarak çalıyoruz, oldukça geniş ve eklektik bir repertuvarımız oldu. Bahsettiğim swing grubumuzdan ilham alarak, ikilimize Tahterevalli ismini verdik geçen yıl. Gerek repertuvar, gerek performans ve tasarım açısından, iki kişi olarak yapabileceklerimizin sınırlarını zorlamayı seviyoruz. Bunların hepsinden öte, canım oğlum Ay’ın bebekliği ve çocukluğuna tanıklık etmek, onunla birlikte bir çok şeyi yeniden deneyimlemek beni çok heyecanlandırıyor. Deniz ve Ay’la mutlu bir hayatımız olsun, gezelim, çalalım, eğlenelim istiyorum. Bu kadar…