…‘Rockçuluğun’ sorunu Bruce Springsteen’i sevmesinde değil. Sorun, rockçuluğun rock’un kendisini (ve jazz’ı ve punk’ı ve indie rock’u) tuhaf ve kibirli kılması…
Çeviri: Özlem Akarsu
Aslına bakarsanız müzik eleştirmeni Kelefa Sanneh, 2004 yılında, Times gazetesinde yazdığı yazısında öylesine haklıydı ki…. Konu Rockçılık’tı. Bir tür Rock fetişizmi. Bu fetişizmin müzik eleştirisinden çektiği çoktu. Adeta bir hortlak gibi üzerine çökmüştü. Şöyle tarif ediyordu Sanneh “Rockçuluk”u:
En son çıkan pop star’ı yerin dibine geçirirken, yıllanmış hakiki efsaneyi (ya da underground kahramanı) ilahlaştırmak; diskoya zar zor katlanırken, punk’a rağbet etmek; canlı gösterilerden hoşlanıp müzik videolarından nefret etmek; çatlak sesli müzisyeni yüceltirken playback’den nefret etmek…
Daha da kısa söylemek gerekirse David Bowie’nin anısına sahneye çıkan Lady Gaga’yı küçümseyici gülüşlerle izlemek. Sanki Bowie’nin yaptıklarının etkisi sonsuz devam edecek, Lady Gaga’nın alışılmadık davranışının etkisi tartışmasız bir biçimde bir kerede yitip gidecekmiş gibi…
Sanneh’in de özellikle altını çizdiği gibi, ‘rockçuluğun’ sorunu Bruce Springsteen’i sevmesinde değil. Sorun, rockçuluğun rock’un kendisini (ve jazz’ı ve punk’ı ve indie rock’u) tuhaf ve kibirli kılması… Savunmacı yapmasından söz bile etmiyoruz… Bu, HBO’nun hayalkırıklığı yaratan yeni dizisi “Vinyl”la ilgili sıkıntının da bir parçası.
“Vinyl”; Martin Scorsese, Mick Jagger, Rick Cohen ve “Boardwalk Empire”ın dizi sorumlusu Terence Winter tarafından kaleme alınan onbir bölümlük bir rockçuluk baladı pekala.… Yetmişlerin Dionysosçu Manhattan’ında, otel odalarında, punkların ve esrarkeşlerin arasında çekilen dizinin setinde inandırıcı ölçüde aptalca sahne dekorları da var. Duvarları çökertecek kadar saçma bir izdihama yol açan konser mesela…Bununla birlikte dizi, insanı ele vermeden yapılan akıllara durgunluk veren sanat bahsinde oldukça ağdalı neredeyse eziyetçi.
Bobby Cannavale ve Richie Finestra, Amerikan Yüzyılı adlı şirketin başında… Bir zamanlar hayati önem taşıyan bu kayıt stüdyosu şimdi yersizliğin ve iflasın eşiğinde yalpalıyor. Bobby şirketi, yöneticileri “Hogan’s Heroes”dan fırlamış satılmış gavurlar olarak tasvir edilen Polygram’e devretmeyi tasarlarken Richie bir punk etkisinden, amatör grup Nasty Bits’den, ilham alıyor. Kısa bir süre sonra, emri altındaki ayaktakımına rock’n’roll’un geleceğini kendisine getirmeleri tehditlerini savurarak meydana geri dönüyor. Yani şirketi “satmıyor”:
“Bütün tüylerinizi diken diken eden bir şarkıyı ilk kez dinlemiş olduğunuz ana geri dönün. İçinizde dans etmek ya da sevişmek isteği uyandıran, ya da sokağa çıkıp birine tekme tokat girişme hissi veren o şarkıyı bir kez daha hatırlayın!”
Richie doğal olarak açgözlü ve huysuz birisi, o sürekli olarak aynı kötü duruma düşen bir kokainman. Ama kablolu tv dizisinin yorgun algoritmasında onun kötülükleri trajik bir hale dönüşecek çünkü o kendisini çevreleyen aptallardan ve sansarlardan çok daha duyarlı biri. Bir hayranının ruhuyla devam etmekte olan bir davası var. Richie öyle biri ki bilinmeyen bir Afriko-Amerikan blues sanatçısında -Lester Grimes-, büyük ham dehayı hissedebilen beyaz biri.
Bu TV’nin kendi rockçuluk versiyonu, dahi haydutun hüzünlü karısıyla ve bir madde bağımlısıyla birlikte yaşadığı her türlü oyunun Amerika’yı çok derinden açıklaması gerektiğine dair bir varsayım…
Ne var ki bu “kılavuz” tıka basa basmakalıp örneklerle dolu. “Sıkıdostlar”a yetmişlerden çok daha fazla özlem duymanıza yol açan jenerik sesi de bunlardan biri:
“Altın bir kulağım, gümüş bir dilim ve pirinçten bir çift topum var. Ama sorun burnumu ve herşeyimi soktuğum şeylerden kaynaklanıyor!”
Tam o anda ironik bir pop hit hanesine yazılan çirkin bir cinayet de çabası.
Tüm bu yüke rağmen “Vinyl”ın hala yalnızca kendi konusunu temel alan kirli vuruşlar sunması gerekirken, o boş bir söylev olarak her türlü eğlenceye engel oluyor. Bizi 1960’ların sonuna götüren flashback’lerden birinde Richie hayretler içinde kalarak Velvet Underground hakkında şunları söyleyecek:
“Onlar saftı. Gerçektiler. Anaakım bir dalga yaratmakla zerre kadar ilgilenmiyorlardı”.
Ellilere uzanan bir başka flashback’de Lester Grimes “The Cha-Cha Twist”in vokallerini kaydetmekte. O şarkısını mırıldandıkça genç bir kız, Richie’nin gangster patronunun kızı, utangaç bir neşeyle kalçalarını sallamaktadır. Ama gösteri açısından bakıldığında onun coşkusu daha şimdiden kötü şeyler olacağını gösterir. Irkçı caniler buna benzer şarkılar –adamlara blues şarkılar yapmak yerine genç kızlara zırvalıklar yapmayı reddettiği için Lester’ı kelimenin tam anlamıyla coplayarak sesinin çıkmamasını sağlayacaklar.
Gösteri, mahirce hızlanan pilotun ardından azıcık gelişti ama asla kasvetli nostalji havasını yaymadı. Orada burada birçok ahlaksız altkültürden anlık görüntülere ve birkaç canlı performansa tanık olduk. Özellikle Richie’nin karısı rolündeki panter kılıklı Olivia Wilde’ın, eski bir Warhol tanrıçası olan Devon’un, insanın içini gıcıklayan bir A&R pilici olarak harikulade Juno Temple’ın altın kulağı ve pirinç toplarıyla birlikte uyuşturucu satışını sürdüren Peggy Olson rolündeki Jamie’nin performanslarına…
Birkaç bölümde Daniel J. Watts, şuh ve baştan çıkarıcı bir funk şarkıcısı olan Hannibal olduğu izlenimini verdi. Kimi zaman kelimenin tam anlamıyla ele alınması gereken Scorcoseci piroteknikler vardı: bir odada yangın çıkar ve kamera sendeleyerek ilerlerken adam “Kahretsin!” diye bağırmaktadır ve fonda Janis Joplin inleyerek “Cry Baby” şarkısını söylemektedir. Bir ev kadını bir kızartma tavasıyla bir pencereyi tuzla buz eder.
Ama gösteri genellikle ve daha sık olarak biyografik kesitler üzerinden yürür. Ünlü yüzler ekranda belirdiklerinde onların takdimi “Midnight in Paris”den fırlamış gibi olur:
“Alice Cooper, burada ne arıyorsun?”
Bir başka biçimde söyleyecek olursak “Vinyl” Hard Rock Cafe’nin ta kendisidir: turistler için keşmekeş. Ama eğer gözlerinizi kısarak dikkatle bakarsanız yaratıcı ekibin ne yapmaya çalıştığını anlarsınız- uzun zamandan beri kayıp olan Manhattan bataklığının çamuruna, tüm iddiaların son bulduğu, güvenli hiçbir yerin olmadığı, tuzaklara karşı hiçbir uyarının bulunmadığı o bataklığa derin bir dalış yapmak. Sorunlarla dolu bir çağa özlem duyanlar için yetmişler kaçılacak bir rüya adasına dönüştü ve doğrusunu söylemek gerekirse buradaki cazibeyi görebiliyordum.
“Argo”yu izlediğimde bin dokuz yetmişlerde beyaz bir adam olmanın nasıl eğlenceli olduğunu görerek tedirgin oldum. Dar avokado pantolonları! Cinsel devrimin öncesi ve sonrası… Meze haline getirilmiş kadınlar, işyerinde içilen sigaralar ve bıyık oyunları.
TV yapımcılarının bu malzemeyi “Fargo”nun çok başarılı ikinci sezonundan sonra keşfetmeye başladıklarını söylemek akıllıca olacaktır.
Başrollerini Kristen Stewart’ın oynadığı bir Lydia Lunch biyografik filminin yolda olduğuna bahse girerim. Solup giden hafızaları canlandırmak için, daha az eski janrlara farklı yerlerden, farklı bakış açılarıyla bakan diziler izlemek bizi oldukça rahatlatacak. Bununla birlikte Hanson’un da dediği gibi “bir mmmbop ile kaybolurlar”.