Film, Rizzoli kitapçısının önünde geniş planda başlar. İçeride Ingrid’in yeni kitabının imza günü vardır. Bir okuruna kitabını imzalayan Ingrid, onunla sohbet ederken ölümden korktuğu için yazdığını söyler. Hemen arkasında da yıllardır görmediği bir arkadaşı kitabı imzalatmak için bekliyordur. Bu arkadaşı Ingrid’e, Martha’nın kanser hastası olduğunu ve bir süredir tedavi gördüğünü söyler.
Ingrid (Julianne Moore) ve Martha (Tilda Swinton) gençliklerinde aynı dergide çalışan iki yakın arkadaştır. İlerleyen yıllarda Ingrid roman yazarı olurken, Martha savaş muhabiri olur ve hayat şartları iki arkadaşın yollarını ayırır. Birbirlerinden ayrı geçirdikleri yılların ardından bu iki kadın, ortak arkadaşlarının Martha’nın kanser olduğunu söylemesiyle bir araya gelir. Ingrid, Martha’yı hastanede ziyarete gider.
Bu ziyaret sırasında ömrünün son deminde, kemoterapiden zarar görmüş, harap-bitap bir halde olan Martha ile ya da kasvetli bir hastane odasıyla karşılaşmayız. Evet, Martha yeni bir tedaviye gönüllü olmuş, kemoterapinin getirdiği tüm olumsuz etkileri ve hastalığın verdiği ağrıları bedeninde olabildiğince yaşıyordur ama pes eden bir kadın imajını kesinlikle çizmez. Odanın dekorundaki renkli atmosferle ve odak merkezindeki kadınlarla bir Pedro Almodovar filmi içinde olduğumuzu en baştan itibaren hissederiz.
Venedik Film Festivali’nde büyük ödül Altın Aslan’ı kazanan “The Room Next Door” (Yandaki Oda), Pedro Almodovar’ın dili İngilizce olan ilk filmi. Ayrıca Sigrid Nunez’in “What Are You Going Through” ismindeki romanının serbest bir uyarlaması.
“Yandaki Oda”da Bir Eşlikçi
Martha ve Ingrid’in sohbetlerinde, flashback sahnelerle Martha’nın geçmişine gider, bir savaş muhabiri olarak Abd-Irak savaşı sırasında Irak’ta olduğu dönemi, sorunlu bir ilişki yaşadığı kızının dünyaya gelme hikâyesini, Vietnam savaşından travmalarla dönen ve kızının babası olan adamın onu terk edip yalnız bırakışını ve unutamadığı savaşın da Bosna Savaşı olduğunu öğreniriz. Yani Martha’nın hayatı hem sahada hem kendi özelinde hep çetrefilli olmuştur. Yeni tedavinin de sonuç vermemesi üzerine artık kendi sonunu tayin edecek bir seçenekte karar kılar: Ötanazi!
Ötanaziyle yaşamını sonlandırmaya karar veren Martha’nın ihtiyaç duyduğu tek şey sonu belli olan bu kısa yolculukta ona aynı evde, “yandaki oda”da eşlik edecek bir arkadaştır ve bu kişi son kertede Ingrid’ten başkası olmaz. Son kertede diyorum çünkü Martha’nın kendi ağzından öğreniyoruz ki -Ingrid’in ölüm korkusunu bildiği için – daha öncesinde iki kadın arkadaşından rica etmiş ancak red cevabı almıştır.
Ölümden korkan Ingrid, kendi ölümüne karar veren Martha’ya son günlerinde refakat etmeyi kabul eder ve iki kadın New England’da orman içinde, kuş cıvıltılarıyla dolu, mimarisi de pek hoş olan bir eve yerleşir.
Hayat ve Ölüm Aynı Potada
Filmin büyük çoğunluğunun geçtiği bu doğa içindeki evde hikâyenin geri kalanında bir karamsarlık ya da ajitasyon izlemiyoruz. Aslında bu tip filmler, ajite olmaya meyilli filmlerdir, çünkü epey bıçak sırtı olan bir meseleyi ele alıyor. Ancak Almodovar ölümü en yalın, en yumuşak, en zarif tonda bir anlatıyla yansıtıyor. Ve elbette dokunaklı… Sadece ölüm üzerine bir film değil bu üstelik, film; bir yandan dostluk, anlama, kabullenme, hayat ve dayanışma temalarını da vurguluyor. Kuşkusuz bunda Julianne Moore ve Tilda Swinton’ın oyunculuklarının başarısının büyük payı var. Ayrıca her ikisi de Oscar’lı olan bu oyuncuları ilk kez aynı filmde izlemek, seyirci olarak beni ziyadesiyle mest etti.
Ölmekte Olan Biriyle Yaşamak
Ingrid, ölmekte olan biriyle yaşamayı tecrübe ederken, her sabah Martha’nın kapısının açık olup olmadığını kontrol eder. Çünkü aralarındaki anlaşmaya göre şayet bir sabah kapı kapalı olursa anlayacaktır ki Martha planını gerçekleştirmiştir. O, adım adım ölümü kabullenmeye doğru yol alırken, mesleği gereği defalarca ölümün en şiddetli haline şahitlik etmiş olan Martha ise kuş cıvıltıları ve dinginlik içerisinde kendisi için en acısız olan sonu seçiyor.
Bu evde ölmeye karar veren Martha için hayat devam ediyor bir yandan; sabah keyifle kahvaltı hazırlıyor, Ingrid’le kitapçıya gidip alışveriş yapıyor (How To Look A Bird isimli bir kitabı kucağında görüyoruz.), akşamları da film izliyorlar. (John Huston uyarlaması “The Dead” ve Max Ophüls’ün Stewan Zweig’ın aynı adlı romanından uyarladığı “Letter from an Unknown Woman” filmlerine selam yollanmış.)
Ayrıca flashback sahnelerin birinde yanan eve doğru koşan kadının düştüğü, fonda evin görüldüğü planın da Tarkovski’nin “Offret”ine yapılan bir gönderme olduğu dikkatli gözlerden kaçmamıştır tahminimce.
Bu arada John Turturro’dan bahsetmeden geçmeyelim. Oynadığı karakter Damien, hem Martha’nın hem Ingrid’in eski sevgilisidir. Ingrid, onunla ara ara da olsa görüşmektedir ve belli ki Damien’ın Ingrid’e karşı hâlâ hisleri vardır. Damien, Martha’nın ölümü sonrasında Ingrid’in polis tarafından sorgulanacağını bildiğinden bir avukat arkadaşını yönlendirerek yardımcı olur.
Damien bir buluşmalarında Ingrid’e oğlunun karısının hamile olduğunu ve üçüncü çocuklarını dünyaya getireceklerini can sıkıntısıyla anlatır, çünkü buna karşıdır.
Almodovar, Damien karakterinin üçüncü çocuğun doğumuna karşı olmasını dile getirdiği sohbet vesilesiyle, dünyanın geldiği nokta açısından fikirlerini ve tavrını da ortaya koyar; iklim krizi, neo-liberalizm ve aşırı sağın yükselişi gibi gayet mühim meselelere değinilmesi de filmi önemli kılan diğer unsurlar arasındadır.
En başta da söylediğim gibi Almodovar filmi demek renkler demek; morlar, sarılar, yeşiller, kırmızılar alabildiğine göz dolduruyor yine. Ölümü bile renkli anlatıyor yönetmen. Bununla birlikte kostüm ve sanat yönetimi de ayrı ayrı çok başarılı, çok dikkat çekiyor. Hastane odasındaki sahnelerden birinde pembe kar yağan sahneyi pek bir sevdim. İki kadının fonundaki pencere manzarası ve yağan kar sanki bu iki kadının ıstıraplarından azade ama her ikisinin de derdine derman ve huzur veren -biraz da anime stilinde bulduğum- nitelikte.
Yönetmen dördüncü duvar ihlali de yapıyor anlatısında; bunların dördünü Martha, ikisini de Martha’nın kızı Michelle’in (yine Tilda Swinton’un oynadığı) olduğu planlarla yapıyor. Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim; bir yönetmenin 4. duvar ihlali yapmasının pek çok gerekçesi olabilir ama temelde izleyiciye bunun bir film olduğuna ya da onun o andaki varlığını kabul ettiğine dair bir hatırlatmayı yapmaktır. Burada da izleyenin karakterle özdeşlik kurması istenmiş, öyle ki yakın yüz ve omuz planları özellikle kullanılmış. Filmin genelinde de izleyiciyi karakterin duygusuna katan çok sayıda yakın yüz planı mevcut.
“The Room Next Door” hem vizyonun hem de senenin en iyilerinden biri.