A password will be e-mailed to you.

2012 Venedik Mimarlık Bienali küratörü seçilen Rem Koolhaas’ın konsepti, mimarlıktan çok mimarlarla ilgili tutuma karşı açık bir tavır almak.

 

Geçen hafta resmen anons edildi: “Rem Koolhaas 2014 Venedik Mimarlık Bienali küratörü”. Tema: “Fundamentals”, Temeltaşlar. Pencere, kapı, duvar, tavan yani… Biraz da bunların nasıl evrenselleştiği… Stillerin, lokal ya da ulusal kimliklerin, mimarlıktan nasıl buharlaştığı üzerine

20. yüzyıl modernizmi ile başlayan Uluslararası Stil‘in son 100 yılda nasıl emildiğini gösterecekmiş katılan ülkeler. Google’lamadan bulup bir araya getireceğimiz bir araştırma istiyor küratörümüz bizden. Eskiden Google mı vardı?

Neyse, ülkeler, araştırmalara başlayın. Zaman ancak yeter… Herhalde Wolf Prix’in salvosuyla tavan yapan, bienalden ziyade Çarşamba pazarında "beğen-al"a dönüşmüş, mimarlıktan çok mimarlar ile ilgili tutuma karşı açık bir tavır almak bu. Eee tabii mesaj kaygısı "lay-lay-lom"a indirgenmiş, “ellerimizi mimarlıkta birleştirelim”, “ortada kavuşalım”, "dans edip şampanya partisi yapalım" temalı iki önceki sergi, ki küratörlerinin minimalistliği ne kadar alakalı bununla bilinmez. Prix’in şiddetle giriştiği kadar, banal, fonksiyonsuz, korkak ve mimarin görev statü ve sorumluluğunu aşağılayan bir tutuma, tam bir panzehir etkisi.

Koolhaas, her zamanki gibi flaş bir giriş yaptı. Ne kadar ajan provokatör.

Hatta gazeteci olmanın getirdiği yetenek olsa gerek, bir o kadar da hin bir medyatör olduğunu herkese gösterdi. Her seferinde, kimsenin söyleyemediği ama herkesin aklının ucunda bir anti-tezle (herkesten önce) ortaya çıkıp, aykırı olmanın dayanılmaz hafifliği ile takındığı manifestocu tutumuna, uluslararası mimarlık klanını uydurmayı ya da uydurmamayı yıllarca virtüözlük düzeyinde gerçekleştirmiş, anti-madde, anti-form, anti-her şey uzmanı…

Öyle başarılı bir söylem ki bu, uysanız da uymasanız da tartıştıkça akan içeriğin, söylemi yüceltmesi üzerine kurulu bir dahiyanelik. Her defasında “anti” adayı olarak önerdiği seçimin kalitesi ve kendi meslek pratiğini nasıl bunun tam ortasına alıp “ben zaten bunu yapıyordum ki” yi ima etmesi virtüözlük ve deha değil de nedir? Bu doğrudan bir karşı koyma değil.

Dikkatlice gözlemlenmiş ve zamanlaması yerinde, nokta ataklar üzerine kurulu, basılı malzeme ve yayın üzerinden gerçekleşen medyatik bir orkestrasyon.

Koolhaas’i 20. yüzyılda bıraktığımızı sanırken, 2014 Venedik Bienali ile son on beş yılda ikinci defa küllerinden doğacak. Gitmiyor. Gitmeyecek. Kalıcı. Öte yandan kesin olan Venedik Bienali’nin imajı kurtardığı… O bakımdan sonucun tam olarak ne olacağı belki önemli değil. Zira kesin olan, bienalin karşı çıkan, düşündüren ve tartıştıran kimliğinin küratör tercihi ile tekrar geri kazanılmış olması.

Temanın ne kadar geçerli olduğunu anlamak için etrafımıza mı baksak ne: Her köşe başı AVM; minarelerin arkasından pörtleyen gökdelenler, Millau, Boston, Vancouver ya da Honfleur’den ışınlanmış olabilecek, siluet katili, haddini bilmez bir köprü, Hausmann’ın bile kemiklerini sızlatacak bir istimlak politikası içinde yaşıyoruz.

Global kimliksizleştirme -ay çok pardon- üniversalize etme trendinin göz bebeği, her sabah kapüçinosunu hüplettigimiz çifte kuyruklu Melusina’nin belki deniz manzaralı, özel rıhtımlı tek şubesinin (Bebek Starbucks) olduğu şehir. Ama bir dakika.

Bu temanın başka bir boyutu daha olsa gerek, “Temeltaşlar”la ilgili.. Mimarlığı kimliğe ait her türlü elemandan ayrıştıran, bunu Loos’un “süsleme suçtur” dediğinden beri, kombine bir İsviçre, Avusturya, Alman ortak çalışması ile lanse edip (kimliksizleşmenin kimliği ayrıca tartışılabilir), İkinci Dünya Savaşı yüzünden göçmek zorunda kalan sanatçı ve mimarların, dünyanın değişik yerlerinde kaldıkları yerden devam etmeleri sayesinde, uluslararasılaşmış, uzun bir süredir bittiğini düşündüğümüz, modernizm dediğimiz bir anlayışa tekrar dikkat çekecek bu bienal.

Pek tabii Mies obsesyonu olan, statik kurallarını kanırtan ölçüde volümetrik, “anti” olmak adına sağırlaştıracak bir düzeyde bağıran bir anıtsallığın şampiyonu bir ofisin başında bulunan bir küratörden de bu beklenirdi.

Ama ama, yurdumuzda da ziyadesi ile bulunan, bugün başarılı olduğunu kabul ettiğimiz, hem uluslararası hem de post-modernlik sınırına kadar dayandırılmış bir ulusal modernizmi gömüldüğü yerden kazabilme, kristalize olur olmaz kaderine terk edip dejenerasyona tabi tutulmuş, yerine belleği giderek sığlaşmış bir kes-yapıştır pop-kültürüne teslim olmuş mimari “proceler”e bir illallah deme şansı değil mi bu bienal?

Kışla ya da cami simulakrumlarına çekilen bir rest mi? Yoksa monolitik, Perpa boyu, adliye saraylarına, spor ve kültür tesislerine, TEM boyuna dik dik bitmeyen falluslara düzülen bir methiye mi?

Neyse 2014’e az kaldı göreceğiz de bizim filmin sonu nasıl olacak acaba onu düşündüm şimdi…

( Fotoğraflar: http://instagram.com/p/U6DV4gNuLD, Joseph Grima)

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 11:19:20