İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin desteklediği, NASA’ya giriş kartı bulunan yeni medya sanatçısı Refik Anadol’un iki farklı veri heykeli verleştirmesinden oluşan Makine Hatıraları sergisine sonunda varıyor bu yazı. Sanat ve estetiğin yakın tarihinde kısa bir yolculuk yaptıktan sonra dördüncü ve son bölümle…
İnsanlığa ait verinin çağdaş sanatın malzemesi, İstanbullu Ouchhh stüdyonun Instagram hesabında yaptıkları veri heykelleriyle ilgili açık bir şekilde dile getirdiği gibi, verinin boya, algoritmanın fırça, tuvalin de mimari oluşu, başarısız olduğu konusunda Danto‘nun tartışma yarattığı, Greenberg‘ün de başarısız olmasın diye çok büyük mücadeleler verdiği soyut dışavurumcuların kaldıkları yerden devam etmesi anlamını taşıyor olabilir mi?
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Sanatta tarihten yine bir döngüsel zaman sıçramasına mı tanık oluyoruz?
Nathalie Miebach, Moritz Stefaner, Paolo Cirio, Aaron Koblin, Ryoji Ikeda gibi sanatçılar ya da Ouchhh gibi stüdyolar yapay zeka ve veriyle çalışıyorlar.
Günümüzde örneğin Ian Goodfellow ve arkadaşlarının 2014 yılında buldukları GAN gibi programlar sayesinde herhangi bir datanın -okyanus dalgasından bir şehre dair atılan tweetlere, sosyal medyadaki manzara fotoğraflarına- heykelini yapmak mümkün.
Veri rakamdan fazlası mı?
Veriyle çalışan sanatçılar, verinin gücünü, şiirselliğinde, bir rakamdan fazlası olmakta görüyorlar.
Örneğin Nathalie Miebach için meteorolojik hava raporlarını birer müzik notası içeren heykellere çevirmek bilimsel grafiğin yapamayacağı sanatın alanına giren bir konu, Amerika hava yolları verilerini heykelleştiren Aaron Koblin‘e göreyse veri, bizi daha insani kılıyor.
Paolo Cirio, “Eğer sanat teknolojinin ürünüyse veri heykelleri birer sosyopolitik eser” diyor. Refik Anadol’un Makine Hatıraları sergisinin verisi NASA’dan geliyor. NASA‘nın özel lenslere sahip kameralarla insanlık için çektiği ve açık olarak yayınladığı görsel arşivden yararlanıyor.
Sanatçı, meteorolojinin Marmara Denizi’ndeki akıntı, hava değişimi, ısı değişimi gibi bütün kayıtlarının altında toplandığı yüksek frekanslı radarlar toplamı verisiyle de çalışmıştı. 30 dakika aralıklarla ve 30 gün boyunca biriktirilmiş veriyi akışkanlar dinamiği algoritmasından geçirilerek Bosphorus adlı yerleştirme ile Galerist‘in duvarına yansımıştı.
San Francisco’da 24 saat boyunca şehir hakkında atılan tweetlerden de bir veri heykeli tasarlamış, Google Yapay Zekâ ekibiyle Frank Gehry’nin yaptığı Walt Disney Konser Salonu’nun cephesine, Los Angeles Filarmoni Orkestrası’nın 100 yıllık arşivini yansıtmıştı.
Anadol gerçekten yeni bir dünyanın kapısını mı açıyor?
Anadol, pek çok veriyle çalışan sanatçı gibi ses, rüzgar, ısı, Bluetooth, LTE, Wi-Fi sinyali, fotoğraflar, hava alanı istatistikleri, notalar gibi aklımıza gelen her tür veriyi GAN, t-SNE, RNN gibi açık kaynak programlarla devşirirken kendi deyişiyle “insanlığa yepyeni bir dünyanın kapısını açıyor.”
Peki ama bu “yepyeni bir dünyanın kapısı” mı gerçekten?
Bu kapı, her şeyden önce insanlık için, insanlığın yararı için biriktirilmiş bir arşiv.
Toplumsal bir hafıza ve toplumsal belgelerden oluşuyor.
İnsanlığın yararı için biriken veri, yani yararlı bir faaliyet, Anadol gibi veri sanatçıları tarafından büyüklü küçüklü yerleştirmelerle yararsız, yani sanat haline geliyor.
Verinin toplandığı bağlam örneğin meteoroloji odası ya da bu sergide olduğu gibi NASA.
Bu hepimizin datası
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Bu verinin açık kaynak bir algoritmayla dönüştürülerek faydasız ve görsel bir soyutlama olarak sergilendiği yer ise ticari özel bir sanat galerisi.
Greenberg’ün tanık olsa avangart ilan etmekte tereddüt etmeyeceği bir sanat eseri mi bu önümüzdeki kapı?
Her şeyden önce sanatın nasıl, yapıldığını “onun üretken tarafını, şiirini, aletlerini, pratiklerini…” gösteren?
Kullandığı üretim araçları, insandan, insanlıktan aldığı veriyi, görselliğe tevil ederken kamuyu yine kamuya açarken gösterdiği şeffaflıkla, konuyla ilgilenmeyişi, konunun dışarıdan, genelden, insanlıktan gelişiyle, içinde yaşadığı kültür tarafından dikte edilişiyle -veri toplanması-, neyi nasıla çevirişi, eserin neyle ilgili olduğu değil eserin nasıl yapıldığını sergilemesiyle Greenberg’ün uçak, arabadan farksız görmediği analiz edilebilir sanat eserinden hiç de farksız değil mi?
Bireysel bir zevkten de bağımsız üstelik.
Bu hepimizin datası çünkü.
Bu bireysel zevkten azade işlere bakarken örneğin Anadol’un Eriyen Hatıralar‘ındaki görselliğin 9 yıl önce Vimeo’ya yüklenmiş başka bir veri heykeline ait görselliğin birebir aynısı olması o yüzden son derece olağan mı?
Algoritma bilmediğimiz, kullanılan açık kaynağa nasıl bir müdahale yapıldığını çözemememiz, Refik Anadol’un sergisi örneğinde yine Greenberg ilkeleriyle ilerleyecek olursak, sanat eserini, teknik ürünün kendisinden, üretim araçlarından mütevellit kılmıyor mu?
İnsanlık için yararlı faaliyetlerin toplamı olan veri bilimi, sanat için yararlı olmayan bir etkinliğe sanat adında bir alana göç ederken biz izleyici neredeyiz ve belki de en mühimi kimiz?
Yeni soyut dışavurumcu olup olmadığını tartışmaya açtığım bu “ifade” zaten bize, izleyiciye ait değil mi?
Makineler rüya görmez!
Veri sanatçısı, kendi mahremiyet dolu psişik dünyasını üretimi esnasında yaşadığı “duygusal trans” ile kamuya açan soyut dışavurumcunun aksine başkalarına ait psişik dünyaları (Alzheimer hastalarının frekanslarını) ve insanlık için matematiksel olarak düzenlenmiş nesnel dünyayı, sanat aracılığıyla kamuya açıyor.
Kamuya açılan yalnızca bu da değil.
Bütün insanlığın aktarıldığı yapay zekanın da üretimi. (Rüyası değil! Rüya demek de çok sorunlu çünkü makineler rüya görmez. Makineye rüya gördüğünü atfetmek antroposenik bir rüyadır. )
Ama yine de o, hepimizin müştereklerinden mürekkep en çağdaş şahsiyet belki de.
Ve burada yeni soyut dışavurum karşısında kriterimiz henüz belli değil.
Yüksek duvarların karşısında insan olarak küçücük kaldığımız, katılımcısı, aslında katkı sağlayanı, malzemesi olduğumuz bu görsellik, ticari değeri olan büyülüymüş gibi yapan teknoloji biçimleri ve araçlarından başka bir şey değil.
O şeye ‘sanat’ diyebilir miyiz?
“En çağdaş çağdaş sanat” hatta?
Bana kalırsa hayır.
Ama en azından çağdaş sanat demek için tekniğin nasıl açığa çıkarılışına dair elimizde veriler olması şart.
Ne kadar K pikselden yapıldığı? Kaç tane projeksiyon ile yansıtıldığından ziyade sormamız gereken ilk soru belki de maruz kalınan görselliğin, bu yararsız güzelliğin, büyüleyici, göz kamaştırıcı ışıklı yerleştirmenin ortasında bizim kim olduğumuz!
Ardından buna İBB Kültür AŞ’nin yaptığı desteğin keyfiliğinden pekala şikayet edilebilir.
Kamuyu, kamuya açık araçlarla özelleştiren bir projeksiyonun yine belediyenin kültür dairesi yani kamu tarafından desteklenmesini ciddi bir kriz olarak son derece paradoksal düşünebiliriz.
Bir yandan, bireysel zevkten yoksun pek çok farklı şehirde sergilenen veri yerleştirmelerine benzeyen ve aralarındaki farkı bilemediğimiz bu üretimi, 1932 yılında CHP genel sekreteri Recep Peker’in katı, sınıfsız toplumun sanatı olarak görüp de taçlandırabiliriz.
Kim taklitçi kim lider?
Ve evet en başa gidersek soyut dışavurumculuğun 1942’deki avangart hayat ile sanat arasındaki bariyerleri yıkan avangard tutumu zamanla, bir ekole ardından bir üsluba ve son olarak da üsluplar kümesine dönüşmüştür. Liderleri bir sürü taklitçiyi cezbetmiş. Ve sonra da bu liderler kendi kendilerini taklide yönelmiştir.
Peki bugün geri döndüğünü varsaydığım soyut dışavurumcunun data ve algoritmadan boyadığı ekranlarında tamamen özelleştirilen hayatın, sanat olarak önümüze konması esnasında kimin avangart, kimin bir ekol, bir üsluba sahip ve kimin bir taklitçi ve lider olduğunu nasıl anlayacağız?
İşte buna isyan etmek acil ve mümkün!
Kendi sorduğum soruya kendim yanıt vermem gerekirse, geri dönen soyut dışavurumculuğun zombisi, yani ölünün bir türüdür ve gördüğümüz kadarıyla son derece satılıktır.