Burhan Doğançay üzerine: Göz yaşlarımı kuruladım, tekrar yazmaya başladım. Sabahtan beridir salya sümük ağlıyorum, artık yeter hüzün…
Daha bir yıl olmadı, geçtiğimiz bahar, büyük üstat Burhan Doğançay’a Bodrum’da, şahsen Turgut Pura Yaşam Boyu Sanatta Başarı Ödülü verirken, ayak üstü yaptığım konuşmada bir dizi sıfatlar sayarken yağcılık yapmıyordum.
Sevgili Burhan, bu toprakların yetiştirdiği en önemli sanatçılardan biridir. Klişeleşme eleştirilerine rağmen, Doğançay’ın bu ödülü hak ettiğine gerçekten inanmıştım. Aynı ödülü bu sene kime verirdim diye sorarsanız cevabı kolay değil… (Ama aklımda bir isim var…)
Sevgili Burhan Doğançay zaten önemli bir sanatçıdır ve bizim vereceğimiz bir ödüle ihtiyacı yoktur. Dünyada bir sanatçının gelebileceği en yüksek mertebelerden bir çoğuna erişebilmişti. Bakanlık sözünü tutmadı, para ödülü veremedik kendisine. O ayrı. Çok ihtiyacı da yoktu. Kendisine çok teşekkür ettik, güzel bir heykelcik verdik. Teşekkür teşekkürdür, giderayak güzel bir veda oldu diye düşünüyorum. Dolayısı ile bu bir veda yazısı değil bir çeşit serbest bilinç akışı, bir takım cümlelerin altını çizme denemesi…
Umberto Eco’nun bahsetmekten pek hoşlandığı listelerden ben de bir, iki tane sevgili Burhan için yazacağım bu gün.
Başlık da “Burhan Doğançay Niçin Önemlidir” değil “Plastik Milyon Dolar”:
1- Burhan Doğançay Türkiye sanatının, sanatçısının önünü açmıştır. Kesinlikle. Bunu abartmıyorum, gerçekten söylüyorum. Kendisi Türkiyeli bir sanatçının birçok dünya müzesine ve ayrıca dünya sanatının gündemine girebileceğini kanıtlamıştır. Derin aşağılık komplekslerimizi bozguna uğratmıştır.
Tek dişi kalmış canavarın son dişini de kırmıştır. Türkiyeli bir sanatçının önündeki en büyük engel, “Türk” imajını üzerinde karabasan gibi dolaşan bir ön yargılar silsilesidir.
Burhan teke tek, bire bir savaşarak, gerektiği zaman Amerikan pasaportunu adeta bir sarımsak demeti gibi göstererek medeni kıyafetli bağnazlık bulutunda delikler açabilmiştir.
Bu delikleri genişletip içeri girebilmek artık bizim vazifemiz.
2- Burhan Doğançay’ın kırdığı diğer bir önemli bir algısal duvar da yaşayan bir sanatçının yapıtının para etmesi; hatta milyonlarca dolara satılabilmesi. Tercümesi de şudur: Sadece Brezilyalı futbolcular değil, İstanbullu ressamların yapıtları da milyonlarca para edebilir. Ve devam edelim, sadece spor değil sanat da para eder, etmeli. Yani çocuğunuza futbol ayakkabısı ve forma alın ama resim defteri ve suluboya almayı ihmal etmeyin.
3- Burhan yirmi birinci yüzyılın başında resim boyayarak hala çağdaş işler yapılabilineceğini gösterdi. Bugün havalı isimli, sözde büyük, sergilere gittiğinizde pek boyalı bir şeyler göremiyorsunuz. “Resim pazar içindir, sanat yapıtı nazar” geçer akçe alaturka bir ayrım olarak kalıyor listemizde. Şahsen çağdaş sanatta boyanın ve renklerin önemini savunmaya devam ediyorum, aynen kavramsal işlerin (pazar) değerlerini savunduğum gibi. Kendi kendini çeviren, yenileyen bir kültür ortamı için her ikisi de gerekli. Okulu bitirdiğimde , bundan 15 ya da 20 sene evvel, üstadın ismini çok duyuyorum ve işlerini merak ediyordum.
New York’a giderken Haldun Dostoğlu’na uğradım bana üstadın adresini verdi. Bilmukabil Burhan Doğançay ile Soho’daki atölyesinde tanıştık. Enfes bir loft’ta çalışıyordu, tam krallara layık. Broadway’in üstünde hemen New Museum’un yanında. Genç sanatçıların pahalı Mac’leri ile penceresiz fare deliklerinde yaşamaya başladığı 2000’lerin başı Manhattan koşulları için inanılmaz bir mekan idi. Soho’daki son artist loft bile diyebiliriz, zira sanatçılar Kanal Caddesi’ne hatta altına, Tribeca’ya doğru inmeye başlamışlar, galeriler de Chelsea’ya geçmişlerdi. Ama henüz Up State’e göç de başlamamıştı. Yine hatırladığım, üstadın ortak arkadaşımız, sanat yazarı Necmi Sönmez’in nasıl da elinde büyüdüğünü anlatması idi.
Bir kitap projesinde beraber çalışmışlar ve Necmi uzun süre orada kendileri ile beraber kalmış. Beni sürekli davet ettiği, bir iki kez yeni doğmuş oğlum Sinan Can ile ziyaret ettiğimiz Loft ile ilgili hatırladığım diğer bir şey de müthiş temiz ve düzenli olması, sanki hiç içinde çalışılmıyormuş gibi…
4- Burhan Doğançay bir tam bir beyefendiydi. Müthiş bilgili ve kültürlüydü. İnanılmaz bir zeka ve aman Allahım, korkunç bir ego. Fakat Halil Altındere’yi, “Yahşi Baraz’ın kafasına geçirdiği tablolu videosu” nedeniyle mahkemeye falan da vermedi. Verebilirdi. Şahsen ben kurdeleleri de severim, Halil’in videosunu da beğendim, benim durumum farklı. Ama asıl üstadın tavrı, sanat ortamımızda benzeri nadir görülen bir yaklaşımdır. Kendisine soruduğumda, hiç kızmadığını söyledi. Muhatap bile almadım dedi. Ben ise şahsen memnun olurdum. Keşke Halil –ya da klonları- günün birinde benim bir yapıtıma ilişkin de böylesi yeni bir yapıt üretseler…
5- Atlıyarak gidiyorum, yer dar; üstadın diğer bir özelliği de akademik eğitimden çıkmamış olmak ve yanılmıyorsam bu ekole de hiç bulaşmamak.
Fotoğraf ve resmi ayrı ayrı ve beraber, bazen iç içe kullanmasını önemsiyorum. Ama en önemlisi sokağa bakışı. Sokağı ciddiye alması. Halkın sessiz çığlığının duvarlardan yansıması. Sokak sanatını, kolajlar vasıtası ile, galerinin içine sokması. Belki de bu ekole de, yani “sokak sanatına” da bir akım olarak bir kapı açması…Çok önemli.
Gazetelerin sevgilisi Mavi Senfoni Doğançay’ın en pahalı resmi olabilir ama en iyi resmi değildir. Kötü bir resim olduğunu söylemiyorum ama diğer parçalardan daha şanslı olduğunu açıkça yazabilirim. Yani satıldığı parayı hak etmiyor demek istemiyorum, kesinlikle. (Bende de gizli bir tablosu yok üstadın) Başka parçalar çok daha fazla değerlenebilirdi ama olmadı bu güne kadar, bunu not etmek istiyorum.
Rahmetli bir keresinde, milyon dolarlık müzayede satışından kendisine tek bir kuruş telif aktarılmadığından bahsedilmişti. Bu durum kesinlikle bir düzene sokulmalı, Doğançay Müzesi yaşamalı.
6- Son olarak: Doğançay kendi "piramit"ini kendi inşa etmiş bir sanatçıdır. Baktı ortada doğru dürüst müze yok, oturdu kendi müzesini kendi yaptı. İngilizcesi, Do it Yourself Museum. Müze yapmak, sanatçının kendi müzesini kurması da yüzyıl başında ülkemizde neredeyse bir akıma dönüştü: Koçan, Baykam, Sinan, Erbil… hepsi kendi müzelerini kendileri yaptılar, kendi portrelerini yapar gibi. Ben Bedri’ye de ithafen Doğançay’ın müzesine Piramit dedim bu yazıda, üstadın son yolculuğa buradan “dualar” ile uğurlanacak olması ironik ve hüzünlü.
Bitirmeden şiir gibi kısa bir liste daha: Hüzün. Hüzün. Hüzün. Sarı. Pembe. Hüzün. Mavi. Beyaz. Hüzün. Kırmızı. Yeşil. Hüzün. Müze. Hüzün. Üzün. Hüzün. Üzüm. Üzüm.Üzün. Burhan Doğançay’ın başarısının arkasında Angela’yı da unutmamak gerekli. Her zaman güler yüzlü, mavi bakışlı ve dimdik dik duruşlu Angela. Onları en son sanat fuarında gördüm, oturduk kısa bir süre sohbet ettik havadan sudan. Kahve bile içmedik. Yeşim’in tiyatrosunun yeni oyunlarına davet ettim onları. New York’ta hep gelirlerdi. İstanbul’da vakit bulup görüşemiyorduk.
Son paragraf. Burhan ile ilgili hatırlamak istediği “en son anlar” güpgüneşli Bodrum’da birlikte atölyesinde geçirdiğimiz en son vakitler. Soho’dakinden daha küçük ama mavi Ege kokan buram, buram. Çocukluğumun geçtiği köy. Tam karşıda adalar. Etrafımızdaki kalabalığın cıvıltısına rağmen ve İzmir’e dönme telaşımda bile –es vererek- bana küçük bir çocuk heyecanı ile göstermeye çalıştığı, Turgut Reis pazarından aldığı renkli plastik parçalar; Pembe, sarı, yeşil, mor, ah turuncu… Küçük plastik terlikler, parlak tel süzgeç, yakası işli mavi atlet… Sıralarını bekleyen büyük beyaz tuvallerine bunları eklemek istiyormuş Burhan, renkli mandallar ile birlikte…İplere dizerek. Şimdi gölgelerini hayal ediyorum… Üstat o resmi bitirdi mi bilemiyorum ama Dünyadaki görevi sona erdi, tayini çıktı. Gittiği yerde resim yapmaya, fotoğraf çekmeye, duvarlardaki posterleri aşırmaya devam edecektir eminim…Keşke arada bir iki de mektup yazsa…