"Oyunculuk bir heves meselesi değildir. Oyunculuk bir tutku meselesidir."
Craft Tiyatro’nun yeni oyunu Garaj‘ı izlediniz mi? Oyun sıcacık, sade ve içten enerjisiyle hayatınızın bir saatini çok değerli kılacak. Kaçırmayın…
Her şeyden önce söylemeden edemeyeceğim; hem seyirci hem oyuncu hissimle, bir yazarın giderek güzelleşen sürecini izlemek beni çok heyecanlandırdı. (Oyun üçlemenin ikinci oyunuydu. İlk oyun ise Kabin‘di.)
Oyunun cümlesine bir bakar mısınız? "1’ini sevdiğin zaman şehrin nüfusu 1’e iner." Sahnede iki şahane oyuncu karşılıklı atışıyor. Biri trans Orkide, diğeri öğrenci Kahraman… İki karakter hayatın doğal ve eşsiz akışında karşılaşıyor ve tatlı bir hikâye başlıyor. Orkide için sadece ‘trans’, Kahraman için de sadece öğrenci deyip geçmek haksızlık olur. Her iki karakter de tüm insaniyetleriyle karşımızda çünkü. Orkide karakterinde harika performansıyla Enis Arıkan’ı göreceksiniz. Görün! Normalde karşı cinsin kılığına giren bir oyuncu sahnedeyken oyuncuyu aşıp karakteri görmek hakikaten zorken, Enis’ in kuvvetli performansıyla birkaç saniye sürmeden kendinizi Orkide’nin kollarında, pardon karşısında bulacaksınız… Tabii ki parlak ve diğerine nazaran nadir bir karakter olduğu için Orkide çok ön planda olsa da karşısında naif duruşuyla hikâyenin diğer güç kaynağı olan Kahraman da gözden kaçmamalı. Yumuşacık, çocuksu bir ruh sahnede mırıl mırıl geziniyor sanki. Güven Murat Akpınar’ı ilk kez izliyorum ve buradan her iki oyuncu arkadaşımı da sevgiyle tebrik ediyorum… Aralarında çok hoş bir denge var.
Oyunun yönetmeni olan değerli hoca ve usta sanatçı İpek Bilgin’le bakın neler konuştuk…
Bu sezon seyircimiz nerelerde görecek sizi?
-İlk olarak Garaj var… Knot of the Heart var sırada; adı büyük olasılıkla Kalp Düğümü olacak. Yine Craft’ta yapacağımız bu oyunda oynamayı da düşünüyorum. Bu sezon bir dizi projesine dâhil olmayı planlamıyorum. Henüz netleşmeyen, görüşme safhasında olduğumuz projeler var tabii ama söylediğim gibi belli değil şimdilik…
Size “Bu oyunu yönetirim ben” dedirten neden nedir?
-Aslında tamamen tesadüfen oldu. Şöyle ki oyunu okuduk ve hepimiz beğendik. Handikaplarını görerek ve bazı handikaplarını görmeyerek beğendik. Çünkü birçok oyun yazarında var olmayan bir şey Kemal’de var; o da çok iyi diyalog yazıyor olması. Dolayısıyla diyaloglar çok kuvvetli olduğu için foyalar çok fazla görünmüyor. Okurken her şey öyle doğal bir akışta gidiyor ki sahnelendiğinde ve sonuçta ortaya çıktığında görünür olabilecek çok şeyi okurken anlamak mümkün olmuyor. Kendine has bir yazış tarzı olduğu için de oyunda nerenin çalışacağı, işleyeceği; neresi karakter, neresi ilişki, neresi oyunun genel anlamı çok kolay ayırt edilmiyor. Sadece çok eğlenceli, tatlı ve sıcacık bir şey dinlemiş oluyorsun ilk başta. Oyunu okuduğumda, Orkide’yi Enis’ten başka birinin oynamayacağına emindim. Bu oyunu ayakta tutan çok önemli bileşenlerden biri de kast çünkü. Eh kast böyle olunca ben de mecburen yönetmenliğe soyunmak zorunda kaldım. Enis, “Sen varsan yaparım” deyince kendimi yönetmen olarak buldum.
Mekânla ilgili özel bir tercihiniz oldu mu? Bu oyunda mekânın nasıl bir payı var?
-Ben bu oyunun gerçek bir garajda olmasını çok istedim. Fakat çok uzun çalışmalar ve araştırmalara rağmen bu mümkün olmadı. Gitmediğimiz garaj kalmadı diyebilirim. Her biri kendisiyle başka bir problemi getiriyor derken sonunda Arnavutköy’de bir garajı seçtik fakat orada da lokasyon sorunu çıktı karşımıza. Sonunda Craft’ta yapmaya karar verdik. Galeri işleten bir arkadaşım vardı; Robbie, Türkleşmiş bir İngiliz. “Terastan nasıl garaj çıkarabiliriz?” diye ondan yardım istedim. Tam telefon ettiğim sırada yanında iki İtalyan dekoratör varmış.
Çok şanslı bir oyun bu galiba!
-Kesinlikle. Tamamen şans üzerine kurulu bir süreç oldu. Bu İtalyanlar kendi ülkelerinde ödüller almış iki dekoratör; Türkiye’ ye yerleşmişler. Neden böyle bir şey yaptıklarını bilemiyorum ama “İtalya’da ekonomik bir problem olduğu içindir herhalde” diye düşündüm sadece. Bu şahane iki sanatçı gerçekten kelimenin dolu dolu anlamıyla birer ‘sanatçı’. Çünkü sadece dekor tasarımı yapmıyorlar; bütün marangozluğu, boyamayı, özetle zanaatı de yapıyorlar… Bu müthiş bir şey! Dolayısıyla gelip projeye dâhil olmaları büyük şanstı hakikaten. Kemal’in oyunu yazması da bir başka şans tabii ki… Çağ Çalışkur, Kemal’e bir fotoğraf gösteriyor ve “Bak böyle bir garaj var; burada geçen bir oyun yazalım” diyor ve oyun o fotoğrafın üzerine yazılıyor.
Müthiş! Bir fotoğraftan çıkan zımba gibi bir hikâye olmuş işte! Peki hocam, başlangıçta oyunu gerçek bir garajda sahnelemek istediğinizi söylediniz. Bu gerçekleşebilmiş olsaydı, mevcut ışıkla mı oynanacaktı oyun? Craft’ın sahnesinde de sabit bir garaj ışığında izledik oyunu; gerçeklik duygusuyla izledik. Bu baştan beri tercihiniz miydi ve (ayrıca merak ettiğim bir şey) son zamanlarda sahnede ışık ve dekor tasarımında yeni ‘gerçekçi’ bir ekol hissediyor musunuz?
-Aslında bu bizim oynadığımız en dekorlu oyun. Bunu şöyle açıklayabilirim: Benim için tiyatroda tek ve yegâne unsur oyuncudur. Başka hiç bir unsur yok. Yeni İngiliz oyunlarını oynuyoruz/okuyoruz mesela; onlarda da görüyorsun. Yani diğer unsurların hiçbiri asal değil. Asal şey oyuncu. Dolayısıyla manasız bir “gerçeklik yaratma gayreti”; dekorla veya başka ıvır zıvırla; daha beter bir abesliğe götürüyor işi. Lakin bu oyunda nerede durulacağını ben de bilemedim açıkçası. Yani dekorsuz olsa, bir terasta hiçbir inandırıcılığı yok. Bu noktada bir şeylere gereksinim duyuyorsun. Biraz hayatın gidişine baktım: "Onlar böyle yaptı ve böyle oldu." diyebilirim. Biz de ışıkla ya da başka bir şeyle gerçekliğin dozunu arttırma çabasına girmedik açıkçası. Garajın ışığı budur ve bu yeterli tiyatro için.
Yeni oyunlarda bu güzel sadeliği görmeye başladık sanki… Sizce sahnede Türkiye için yeni bir ekol mü oluşuyor? Metotlar ve bizim sıcak ruhumuz birleşince şahane bir oyunculuk dili mi çıkacak ortaya? Heyecanlanıyorum ben!
– Konservatuvarın bozgunluğu ortadan kalkıyor. Konservatuvarlar eski sistemlere çok bağlıydı ve usta-çırak şeklinde aktarılan bir bilgi akışı vardı. Hiçbir şekilde dışarıdan beslenmeyen bir girdaptı bu. Tabii ki yol gösteren hiç bir kitabın olmaması gibi bir sıkıntı da vardı. Dolayısıyla sürekli kendini tekrar eden bir akış oluşmuştu. Konservatuvar eğitiminde ruh-beden ve ses olarak üçe ayırıyorlardı öğrenciyi ve bir daha birleştirmeden darmadağınık bırakıyorlardı. Yani bir jenerasyon var ki, bizden de önceki jenerasyon, tamamen sesleri bedenlerinden ayrı geziyorlar. Hocaların daha gençleşmesiyle ve hocaların dışarıya açık olmasıyla birlikte konservatuvarlarda da değişim başladı. Çok sayıda yeni okul da kuruldu tabii ki. Bunların hepsi sayesinde şimdi gelinen noktadayız; belki de henüz her şeyin başındayız.
Yazarlarda bu değişimi hissediyor musunuz?
-Bu durum, bu jenerasyonla alakalı bir şey: Kendi olmayı önemseyen bir jenerasyon. Kemal’in özelinde şöyle bir şey var; özentilik yapmıyor. Edebiyat öğretmeni bir annenin çocuğu olduğu için hakikaten kuvvetli bir dili var. Kendini ifade etmeyi ve kendi olmayı önemsiyor; muazzam bir çocuk: Sıfır ego, her öneriye, itiraza uyum sağlıyor. Lakin bir noktası var, oraya kadar uzanırsan "Ama O ben değilim ki" diyor. Dili ve sadeliği oluşturan şey bence bu anahtar cümle.
Oyunda İstanbul bir karakter olarak hissediliyor; sahnede Orkide, Kahraman ve İstanbul var… İstanbul’un karakter analizini nasıl yapardınız?
-İstanbul’un karakter analizini yapabilecek konumda mıyım, bilmiyorum ama ilk çağrışımının karmaşa olduğu kesin. Hep bir ‘olmamışlık’ var. Her ne kadar yüzyılların tarihini taşıyor olsa da… Bu ‘olmamışlık’ oyun karakterlerinde tam karşılığını buluyor. Hem bir ‘olmamışlık’, hem bir yeniye açıklık, eski geleneklerle bağlar vs… hepsi İstanbul’da da karakterlerde de var işte… Sonuçta karmakarışık ama…
Bu, arada kalma duygusu bizim jenerasyonun başına gelmiş bir felaket mi acaba?
-Merak etme biz de öyle hissederdik…
Bu yalnızlık denen şey yaygın bir korku haline geldi. Sizce bizi bu kadar yalnız bırakan şey ne? İnsan kendiyle baş başa kalmaktan mı korkuyor, insanlardan mı?
-Aslında travestilerin hayatını düşündüğünde, komünite olduklarını görüyorsun. Birbirini destekleyen, bir arada duran bir grup. Diğer taraftan, öğrenciysen çok sayıda sınıf arkadaşın filan var ama hepimizin karşılığını bulamadığı bir aidiyet istediği kalıyor geriye. Belki oyunda gördüğümüz karakterlerin de, yalnız olduğunu sandığımız kimsenin de hayatı öyle tek başlarına durdukları bir yer değildir. Bu korku, böyle bir yalnızlık tarafı hepimizde var. Tam olarak analizini yapamıyorum açıkçası; bu, çağın getirdiği bireyselleşmenin sonucu mu bilmiyorum, olabilir. Ama ben genel bir cevaptansa hepimizde bir yalnızlık parçası kaldığını söylemeyi tercih ederim. Anlaşılmamış, tutunamamış bir parçamız…
Sıradan koşullarda asla bir araya gelmeyeceğini düşündüğümüz bir ikilinin, insani ve sıcacık ilişkisini izliyoruz. Bütün insanları birleştiren tek bir ortak hafıza, bir bağ varsa nedir bu sizce? Bizi ne bir araya getirir?
-Başlangıçtaki duyarlılık noktaları çok önemli. Orkide yaşadığı bütün sert hayat şartlarına rağmen yumuşak ve müsait küçücük bir alan bırakmış kendinde. Kahraman bütün bilgisizliğine ve cehaletine rağmen duyarlı. Bu ikisi, biraz da tesadüfle yan yana geliyor. Evet, bırakılmış küçük bir alan ve duyarlılık bir araya getiriyor karakterleri… İnsanların birbirine tutunacak küçücük yerleri var ve buralar takılıyor birbirine.
Bu oyunu böyle sıcak kılan şey ne? Yönetmen gözüyle…
-İlk olarak Kemal’in başarısı; ‘kendim olmak’ dediği şeyde çok içten çünkü. O kadar kendi ki; yazdığı karakterlerden birini çok seviyor, diğerini de sevmeye çalışıyor. Ve tabii ki Enis’in büyük bir payı var sıcacık bir oyun olmasında. Enis çok başarılı çünkü defosu olan, cesareti olan vs… bir sürü detayda çok pozitif yaklaştı karaktere. Orkide’nin beceriksizliklerini, eksikliklerini, becerikli olduğu yerleri sevdi; her şeyiyle. Bu da sıcacık bir oyun olması için çok özel bir neden. Aynı şey Güven için de geçerli… Enis de Güven de karakterlerle çok güzel ilişki kurabildikleri için böyle güzel oynadılar…
Prova sürecine yazar nasıl dahil oldu?
-Başından sonuna kadar beraberdik. Belki de bazı yazarlarda evde hallolması gereken şeyler bunlar ama “evde hallolmuyorsa prova sürecinde birlikte çözeceğiz” diye düşündük. Burada gerçek bir birliktelik vardı. Olgu Baran, Çağ Çalışkur, Enis Arıkan, Güven Murat Akpınar, Kemal Hamamcıoğlu, ben ve bütün asistanlar gerçekten bu oyunu ayakta tutabilmek için elimizden geleni yaptık. Her türlü öneriyi getirdik ve Kemal sıfır ego sahibi bir insan olduğu için bütün bunları değerlendirdi. Aslında ben tiyatronun böyle yaratılması gerektiğine inanıyorum. Bir kişinin kafasından çıkan bir şey değil, herkesin üzerinde eşit söz sahibi olduğu bir bütün. Çünkü bu kişilerden sadece bir tanesi yaptığı şeyden vazgeçseydi bu oyun da olmazdı.
Bu sayede tek bir cümle gibi duruyor oyun demek ki… Devising Theatre hayatımıza giriyor adım adım öyleyse?
-Kesinlikle, evet.
Prova süreci ekibinizin tamamı için müthiş bir eğitim dönemi gibi geçmiştir eminim. Peki bu oyun, bu ekip İpek Bilgin’ e ne kattı?
-Bir kere şu fikrimin doğru olduğunu anladım: Oyun üretimi bu şekilde bir birliktelikle olur. Buna emin oldum. Israr edersek bir şeyi oldurabileceğimiz konusunda yanılmadığımı anladım. Yolun yarısında ben oyunu bıraktım ve Çağ devreye girdi. Bu noktada ‘geri çekilmek ve ileri gitmek’ için kendime şans vermem gerektiğini anladım; bazen geride durmak gerekiyor. Çünkü Çağ’ın benden daha yumuşak ve tatlı bir ilişki kurabilmesi; nereye gittiğimi ve oyunun nereye gittiğini seyretme olanağı tanıdı bana… Bu bir rejisörün çok zor yapabileceği bir şey… Ben burada bunu yaşayarak öğrendim. Gerektiğinde geride durmanın ne kadar akıllıca olduğuna şahit oldum. Zaman zaman onları provayla baş başa bıraktım; oyuncular yalnız çalıştı mesela. İşte o zaman herkeste müthiş bir sahiplenme doğdu. Aramızdan bir kişinin bile ayrılması, bir kişinin bile çözüm üretmeyi bırakması bu oyunu yok ederdi söylediğim gibi. Bu yüzden sahiplenme dediğimiz şey daha da önem kazanıyor.
Bambaşka bir yere sıçrayarak soruyorum: Gezi sayesinde lgbt için bir adım daha genişledi sokaklar. Yeni eserler lgbt’nin hayatını kolaylaştırmaya yarayacak mı sizce?
-Bilmiyorum. Onlar bizim hayatımızın da konusu olduğu için biz bu durumdan bahsediyoruz. Hayatlarını kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağını bilemem. Oyun boyunca en büyük problemimiz; elinizde bir travesti ve bir komedi varsa çok büyük bir tehlike çizgisinde duruyorsunuz demektir. Çünkü iyilik yapayım derken kötülük yapmanız çok mümkündür. Açık söyleyeceğim; bir travestiyle dalga geçme durumuna düşebilirsiniz. Bu çizgiyi kurtarmak bizim en az 3 ayımızı aldı. Çok tehlikeli bir çizgi çünkü hiçbirimiz dalga geçmek niyetinde değiliz; öyle bir hissimiz yok. Ama diyelim ki ataerkil aileyi eleştiren bir oyun vardır elinde; içinde mecburen kullanacağın doneler vardır; birden ‘ataerkilci’ olarak çıkarsın oyundan. Çok çok hassas dengeler var; dikkatli olmak gerekiyor.
Yine fikrinizi merak ettiğim özel bir konu var… Oyuncuların ciddi ve görünmez bir işsizlik sorunu var. Tecrübeli ve konuya hakim hocaları tenzih ediyorum; bir takım insanlar bu işsiz oyuncuların çaresizliğinden yaralanmaya başladı sanki. ‘Şuradan eğitim alırsan seni sektöre kazandırırız vs..’ diye yüksek meblağlara eğitim(!) veriyorlar. Oyuncu ya da oyuncu adayı nasıl workshop seçmeli?
-Bunlar tamamen kişisel tercihler. Oyuncunun, gittiği hocanın/eğitimin inandırıcılığını kovalaması lazım. Yapılan, söylenen, vaat edilen şey inandırıcı mı ve güvenilir mi, öğrenmeli… Kaldı ki birisi için başarılı sonuç verecek şey diğeri için vermeyecektir. Bunu baştan kabul etmek gerekiyor. Biri, hiçbir zaman oyuncu olmayacak; diğeri ise zaten oyuncu olmalı. Bunları genellemek doğru olmaz. Böyle bir furya olduğu doğru evet ama ‘bunlar tuzak işte’ demenin de alemi yok. Ben de katılıyorum eğitimlere; Meltem Cumbul’un workshop’una katıldım mesela; mükemmeldi!
İyi bir eğitim iyi oyuculuğu garantiler mi? Asla böyle bir şey yok. Olamaz da. Hiç kimse, hiç kimsenin oyunculuğunu garantileyemez. Böyle bir şey yok. Oyunculuk bir heves meselesi değildir. Oyunculuk bir tutku meselesidir. Sende o tutku varsa; bir şeyin peşinden gidiyorsan o zaman oldurtursun; az ya da çok ama başarırsın. Heves yetmez asla.
Yeni olasılıklara hep açıksınız, yolun ve hatta hayatın başındaki genç sanatçıların oyununda oynuyorsunuz, oyununu yönetiyorsunuz, oyuncusu oluyorsunuz, koçluğunu yapıyorsunuz; daha sayayım mı? Bize çok kuvvetli bir desteğiniz var. Müthişsiniz, teşekkür ederiz.
– Ben teşekkür ederim nazik çocuk…
İşte bu oyunun ekibi:
Yazan: Kemal Hamamcıoğlu
Yöneten: İpek Bilgin
Yardımcı yönetmen: Olgu Baran Kubilay
Dekor ve ışık tasarımı: Simone Mannino, Jesse Gagliardi
Şarkı: Athena
Ses tasarımı: Özgür Kuşakoğlu
Kostüm: Hakan Oktaş
Fotoğraf:Tayfun Çetinkaya
Proje ekibi: Erdeniz Kurucan, Fulya Filazi, İlker Özer, Okan Başar Bahar