Sylvère Lotringer ünlü düşünür Paul Virilio ile Sanat Kazası’nı konuştu.
Günümüz sanatı son derece uzmanlaşma gerektiren bir uğraş haline geldi. Evanjelist bir coşkuyla tüm dünyaya yayılan güçlü müzeler ve galeriler, yığınlar halinde küratörler, sanat eleştirmenleri, sanat dergileri var. En olmadık yerlerde her geçen gün yeni bienaller düzenleniyor. Dünya sınırları olmayan bir supermart halini alıyor: “sanatın tüketimle buluştuğu ve satın almanın kendisinin sanata dönüştüğü yer.” Artık hiç kimse sanatın var olma hakkını sorgulamayı aklından dahi geçiremez. Peki ya bugün üretilenlerin sanat olup olmadığı meselesi… Geçenlerde 20. yüzyıl sanatına meydan okuduğunuz bir makale yayınladınız: Le Protocole silence [Sanat ve Korku]. Kitabınız, tıpkı Baudrillard’ın Sanat Komplosu kitabı gibi, Fransa’da ve başka pek çok ülkede sert eleştirilere maruz kaldı. Artık her ikiniz de güncel sanatın düşmanları olarak değerlendiriliyorsunuz -ve dahası, bundan dolayı büyük rağbet görüyorsunuz. Fakat ben sizin sözlerinizin henüz anlaşılmış olduğundan pek emin değilim.
Aslına bakarsanız, Art and Fear’ın (Sanat ve Korku) Fransızca başlığı “le protocole silence” değil de, La Procédure silence. Gene de “protokol” kelimesini kullanmakta yerden göğe kadar haklısınız; çünkü bu tam anlamıyla bir kitap sayılmaz. Jean-Louis Prat’nın (kitap kendisine adanmıştır) talebiyle güncel sanat üzerine yaptığım iki konuşmayı bir araya getiriyor. Jacques Derrida ve Jean Baudrillard çoktan sahneye çıkmışlardı ve Prat bana sıramı almam gerektiği yönünde tavsiyede bulundu. Fakat bana şunu söyledi: “Herkesi tanıyorsun; Braque, Matisse -ben onlarla çalıştım ki bu oldukça ender rastlanan bir durum- tüm soyut sanatçılar, Max Ernst, Viera da Silva, Paliakoff, Rouault, Bazaine ve diğerleri, kısacası senin sanat üzerine konuşmanı isterim.” Bunu yapmayı ciddi olarak düşünmüyordum. Kitaplarıma bir bakın: gündemi ve diğer şeyleri takip ederim. Sanat tartışmalarına girmem.
Geçenlerde realist Alman ressam Peter Klasen hakkında uzun bir katalog yazısı yazdınız.
Klasen’i yirmi yıldır tanırım ve bu metni yazmayı uzun zamandır düşünüyordum. Bunu yirmi yıl önce de yazabilirdim; fakat kısa süre öncesine kadar uygun şartlar oluşmadı.
Sıklıkla İtalyan Fütüristlerinden bahsediyorsunuz; fakat şu bir gerçek ki, onlara duyduğunuz ilginin temelinde, Marinetti’nin hava-mitolojisinin yanı sıra, Fütüristlerin teknolojiye ve faşizme tutkulu bir şekilde kucak açmaları yatıyor. Grubun resimlerinden hiç bahsetmiyorsunuz. Demek ki bu kitap, sizin için bir ilk. Sinema ve savaş hakkında yazmıştınız; daha önce sanatla uğraşmamış olmanız şaşırtıcı…
Bu da demek oluyor ki meydan okumayı kabul ettim. Güncel sanatı deneyimlerimin süzgecinde eleyerek, retrospektif bir şekilde gözden geçirebileceğimi düşündüm. Bu konuşmalar, bir adamın nihayete eren yüzyılını bireysel bir şekilde yâd etmesidir. Onları 1999 yılında, Kosova’daki savaşta, harp üzerine özgün bir yapıt olan The Strategy of Deception’ı (Sahtekârlık Stratejileri) bitirdikten hemen sonra yazdım. Marinetti’nin de lirik bir biçimde belirtmiş olduğu gibi, Kosova’daki savaş, “Göklerin yüksekliklerinden” kazanıldı. İşin aslı Marinetti Roma’daki çatıların üzerinden yalnızca birkaç fitlik mesafede uçuyordu. Onun Fütürist manifestoları, Birinci Dünya Savaşı’nın arife gecesi yazılıyordu. Uçakların Afrika ve Etiyopya’yı ve ardından Avrupa’nın sere serpe uzanan savaş meydanlarını bombalamaları uzun sürmemişti. Bize gelince; elbette karanın etrafında silahlandırılmış alanlar ve yörüngesel stratejilere, elektromanyetik eter vasıtasıyla yükseklerden terörü salıverme kabiliyeti olan bir tür kozmik panoptikona doğru hızla yol alıyoruz. Sanki gelecek çoktan arkamızdan geçip gitmiş gibi, artık ortada sözü edilecek bir fütürist avangard ya da artistik avangard kalmamıştı.
Sizce sanat, savaşın ve teknolojinin üst seviyedeki gelişmesine ayak uydurabildi mi, yoksa bu gelişmeden etkilenmekle mi yetindi?
Bütün bunlar hakkında düşünürken, 20. yüzyıl sanatının kökten terörist olduğunun ve terörize edildiğinin farkına vardım. Her ikisinin de doğru olduğunu söyleyebilirim. Sanat iki dünya savaşı, soykırımlar, tekno-nükleer güçler ve benzerleri tarafından enkaz haline getirildi. Birinci Dünya Savaşı’nı bilmeden, Dada’yı ya da Sürrealizm’i anlayamazsınız. Birinci Dünya Savaşı, kozmik ölçekteki ilk üretim-hattı katliamıydı. Savaş meydanında, yığınlar halinde cansız bedenle, ölümle kurulan bir ilişkiydi. Tabiri caizce, Alman Ekspresyonizmi’nin mucidi, Otto Dix’dir -ona Ekspresyonizm’in sertifikalı mucidi demek istiyorum. Çünkü o merhameti olmayan bu yüzyılı, Somme Vadisi savaşlarında, sanatının malzemesi haline getirdiği balçığın ve dışkının içinde edindiği deneyimler yoluyla tanıdı. Ve o savaşta kime karşı cephe aldığını biliyor musunuz? Georges Braque. Braque ile Varagéville Şapeli’nde çalışmıştım. Demek istediğim, her şey ayrılmaz bir bütünün parçası. Braque ve Otto Dix, bu iki adam Somme Nehri’nin ağzında yüz yüze geliyorlar: Braque bize bir yapı bozum formu olan kübizmi ve Otto Dix ise Alman Ekspresyonizmi’ni getirdi. Adımlarımızı çoktan savaşın kurbanı olmuş ve şüphesiz, kendisini bu şekilde alımlamayan bir sanatın içine attık. Kamuflaj tanklarını gördüklerinde Picasso Braque’a “Bu bizim eserimiz” demişti. Ne var ki, Kübistlerin kamuflajın yaratıcısı olmadıklarını anlamadılar; onlar, Birinci Dünya Savaşı’nın yapı bozumunun kurbanlarıydı.
O halde size göre Kübizm, sanat tarihinde yer aldığı gibi yalnızca formalist bir deneyim, ya da genel kanının aksine perspektifin yapı bozuma uğratılmış bir hali değil. Peter Klasen’in yapıtının teknolojik realizm olması gibi, sanatsal bir realizm. Birinci Dünya Savaşı, gerçekliği parçalarına ayırdı ve Braque bu parçaları, tıpkı insanların insan bombasının infilak etmesinin ardından et parçalarını topladıkları gibi resimlerinde bir araya getirdi. Bu konuda hiç kuşku yok.
Şimdi Sürrealistlere gelelim. Ben Sürrealizm’in Dadaizm kaynaklı, savaş kurbanı bir hareket olduğunu öne sürerken, Sürrealizm, bütün bu sergiler ve kültür tacirlerinin reklam sloganları tarafından idealize edildi. Huelsenbeck 1918 yılında “Yeterince vahşet yok; daha çok şiddet, daha çok savaş istiyoruz. Bizler savaşmak için yaratılmışız ve savaşı desteklemeye devam edeceğiz” dediğinde, bu bir şekilde onların kirletilmiş, yabancılaştırılmış savaş kurbanları olduğunu kanıtladı. Huelsenbeck yalnızca, savaş teknolojisi tarafından siperlerdeki çaresiz erler üzerine, salıverilmiş olan akıl almaz boyutlardaki şiddet üzerine bahisleri yükseltiyordu ve bu, Dada’nın savaşa karşı duyduğu tiksintinin iç organlarla sınırlı kaldığını açıkça ortaya koyar. Bu, tüm hareket içinde kesinlikle merkezi bir anlayıştı. Dada’nın tarafsız bir zeminde, Zürih’te ortaya çıkması tesadüf değildir. Bayağı vatanseverliğe ve sömürge açgözlülüğüne satılmış olan Avrupa’nın geri kalanı, yaşayan bir cehenneme dönüşüyordu. Sürrealistler’in harika rüyalarını dinlemekten bıkıp usandık. Sürrealistler savaş telefatı idiler; onlar “dağılmış suratlar”dı. [Bir Fransız deyimi, gueules cassées, atılan bombalarla sakat kalan askerlerin sembolü haline geldi.] Bay Breton ve Bay Aragon, dağılmış suratlardan başka bir şey değildirler. Her ikisi de savaş sırasında askeri hastanelere atanmışlardı -oldukça nahoş bir manzara olmalı. André Breton ve Paul Eluard’ın yayınladıkları ilk kitap, Manyetik Tarlalar idi. Kitaba “mayın tarlaları” ya da “ölüm tarlaları” isimlerini de verebilirlerdi. Bütün kitap hezeyanlar ve saldırılardan sağ çıkmış ve tam anlamıyla savaş sonrası ruhsal çöküntü içine girmiş olan bütün bir nesil üzerineydi. Otomatik yazı, onların makineli tüfekleri haline geldi. Aragon’un politik geçmişine baktığımız zaman savaş deneyiminin komünizme doğru yayıldığını söyleyebiliriz.
Devam edecek olursak: İkinci Dünya Savaşı. Soyutlama, deformasyon. Savaş -ya da daha doğrusu her iki savaş- olmadan, soyutlamayı anlayamazsınız. Soyut resmi severim. Beni yanlış anlamayın; fakat bu, deformasyondur. Bedenlerin ortadan kaldırıldığı diğer imha alanlarını akla getirecek şekilde yüzü ortadan kaldırıyorlar. Diğer taraftan, bir başkent hareketi olan Viyana Aksiyonizmi vardı. Otto Muehl, ressamlar arasında bir deha idi. Hermann Nitsch, Schwarzgogler… Daha pek çokları… Onlar neyi keşfettiler? Beden sanatı, öz-sakatlama, öz-işkence. Bu, Alman Ekspresyonizmi’ndeki süper-şiddetin süre giden abartılı halini ve ayrıca Orlan’ın ve dostum Stelarc’ın, en tanınmış iki beden sanatçısının ürettiklerine benzer beden-sanatı uygulamalarını açıklıyor. İşkence olmadan Viyana Aksiyonistleri’ni anlayamazsınız. Joseph Beuys, kimdi bu adam? Bir bombardımancıydı ve Beuys’u severim. Fakat onun bir savaş pilotu olduğu gerçeğinin farkında değilseniz Beuys’u anlayamazsınız. Beuys, kendisinin bir savaş kurbanı olduğunun bilincindeydi. Otto Muehl’e bakalım; savaş sırasında o ne yaptı? Eğer onun bir Wehrmacht (savunma gücü) askeri olduğunun ve Normandiya kıyılarında Er Ryan’a karşı savaştığının ve buna benzer şeylerin farkına varmazsanız Otto Muehl’i de anlayamazsınız. Güncel sanat, Sürrealizm, Ekspresyonizm, Viyana Aksiyonizmi gibi terörizm yoluyla bir savaş kurbanı haline gelmiştir. Artık bizim büyük kazaların ürünleri olduğumuzun farkına varmamızın zamanı gelmiştir ve bu kazalardan birisi de savaştır. Fakat bugün kaza ve savaş tam anlamıyla tek ve aynı şey. Dünya Ticaret Merkezi’ne bakmanız yeterli. Bir sanat eleştirmeni olmamakla birlikte, elimden geleni yaparak hepsini çevirmeye karar verdim. Ezcümle, kitapta bunlardan bahsediliyor. Başka bir deyişle, sanat savaştır. Sanat, savaşın zayiatıdır. Hal böyleyken, hiç kimse güncel sanatın buhranlarıyla benim kafamı ütülemesin.
Güncel (contemporary) sanatla ilgili en güncel şey onun buhranlarıdır. Biz mevcut durumda, yolumuza soluk almaksızın terörizmle devam edebiliriz. Terörizm ile sözde güncel sanat arasındaki bağlantıları gözler önüne sermeye istekliyim. Güncel sanatın kendisini bir savaş zayiatı olarak kabulleneceği gün geldiğinde tekrar konuşmaya başlayabiliriz. Detaycı bir kamuflaj resmi yapmak yerine… Kamuflaj yapmak yerine… Doğru ifadeyi yakaladınız. Yani sanat bu olabilirdi. Boyanmış suratlar, parçalanmış algılayışlar, makyaj sanatı. Kamuflajın yarattığı bu baskının içinde, boyanın tam altında yaranın kanadığının farkına varılamayabilir. Orada bir yara olduğunun, izler olduğunun, travma olduğunun farkına varılamayabilir… Freud’un ölüm üzerine yazılarını yeniden okumalılar. Uygarlığın Sıkıntıları’nı yeniden okumalılar. Eğer bunun için zamanları olursa tabii… Şu da var ki, ben Freudyen değilim; bu benim yapımda yok. Ben teknolojik ve askeri bir kültüre aitim; psikanalitik bir kültüre değil. Jean Baudrillard gibi değilim. Fakat gene de Freud’a kadar uzanıyorum ve bunun beni gerçekten aydınlattığını söylemeliyim.
Çeviren: Nesli Türk
Sanat Kazası sonbaharda Corpus Yayınları tarafından yayınlanacaktır.