Sorun kamu gücünü kullanarak temsilin mutlaklaştırması olmalı.
Haberleri okuduğumda benim kafam karıştı. Bu yüzden daha baştan özür diliyorum, bu halde bunları yazdığım için.
Tokat’ın Zile müftüsünün madem ki doğum günü, adet yerini bulsun diyerek üzerinde Fatiha ve Ayetü’l-Kursî yazılı bir pasta hazırlatıp, sonra bu pastayı bıçakla kesip yemesi… mi garip, yoksa bunu yaptı diye müftü hakkında soruşturma açılması mı garip? Doğum günü ritüeli olarak "bir devlet görevlisi olan" müftünün bu pastayı kesmesini ve afiyetle yemesini ilk başta ben de garipsedim. Ama daha sonra hakkında bu nedenle soruşturma açıldığına dair başka haberi okuyunca kafam karıştı.
Bugün kendi kendime sordum: Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen’in Kabe’nin taklidini yaptırıp, insanlara önünde dua ettirmesi mi garip, yoksa bunu dini gerekçelerle yasaklatmak isteyenlerin tavrı mı garip? Bundan daha garip olanı şu: Bu işin kendisi mi, yoksa etrafında tavaf etmek için ihram giyerek gitmiş insanlara polisin müdahale etmesi, bu kişileri göz altına alması mı garip?
Belki de soru şu olmalı: Böyle bir deneyimin kendisi mi garip, yoksa gösterilen tepkiler mi garip? Örneğin (büyük bir ihtimalle mizahi yolla protesto ettikleri için) bu Kabe replikasını tavaf etmek isteyen kişileri polisin göz altına alması demokratik bir ülkede mümkün olabilir mi? Bu düşünce ve inanç özgürlüğünü kısıtlamak değil de nedir? Böyle bir deneyimi yaşamak için bir sanatçı böyle bir iş yapmaya kalksaydı, o zaman halkın ve polisin tepkisi nasıl olurdu?
Biliyorum, bunlar zor sorular. Ama görülüyor ki bunları konuşmamız gerekiyor.
Müftünün bunu yapması, basının ilgisini çeken bu işin haber olması ve bunu yaptı diye "bir devlet memuru olarak" hakkında soruşturma açılması mı garip? Ya bu kişi "doğum günü" meselesine mesafe koyarak, sanat veya mizah bir yoluyla yaklaşmış olsaydı? O zaman büyük ihtimalle, "çok daha büyük bir suç işledi" denerek, hiç öyle olmadığı halde "kutsallarımıza saldırdı" denerek bu kişi linç mi edilecekti?
Benim için sorun devletin bu iki konuya da müdahale etmesinde. Bu olayları yorumlayan, görüş belirten ister laik kesimden olsun, ister dindar, bir çok kişinin öncelikle istediği devletin müdahale etmesi.
İçinden kolay çıkılamayacak bu soruları cevaplandırmaya çalışmak yerine affınızı dileyerek daha kolay bir yolu seçmek, konuyu mimarlıktaki güncel bir soruna taşımak istiyorum.
Mimar Sinan’ın yaptığı Süleymaniye Camii’nin replikasını inşa edip, kamusal alanı iktidar gücü ile tanımlamak nasıl bir soruna işaret ediyor? Tayyip Erdoğan’ın Çamlıca Camii’ni kendi partisinin belediye başkanının ve oğlunun yönetiminde olduğu bir sivil toplum kuruluşuna ihalelerden pay verdirerek yaptırdığında nasıl bir sorun oluyor?
Kamusal alanda özgürlükleri güvence altına almış mı, yoksa kamusal alanı kapatarak engellemiş mi oluyor? Bu kamu işlevi açısından bir sorun teşkil ediyor mu? Kutsal bir mekan olan camiyi böyle bir siyasal amaca alet etmek dinsel açıdan acaba ne kadar yerinde? Sinan’ın Süleymaniye Camii’ni tasarlaması ile bugün Çamlıca Camii’nin Tayyip Erdoğan’ın buyrukları ile tasarlanmasını aynı şey zannetmek gibi bir hata yapabilir, herkes. Çoğumuz bu konuda bilgisiz ve donanımsız olabiliriz. Ya da bu ikisini aynı şey zannetmek, en fazla cahilliktir, büyük bir hatadır deyip geçebiliriz.
Buradaki sorun galiba devlet gücünü kullanarak kamusal alanda bu temsil edileni mutlaklaştırmaktır, simgesel tahakkümdür. Tıpkı Mimar Sinan’ın bugün bu tahakküm sistemini meşrulaştırmak için kullanılması gibi. Ya da belediyelerin Taksım’de, Gezi’de olduğu gibi kamu adına temsili sabitlemek, "ihya" adı altında binlerce tarihi yapıyı (yeşil alanlarda, parklarda elbette) yeniden inşa etmeye çalışmak… Sorun her halde kamu gücünü kullanarak temsilin mutlaklaştırılması olmalı.
Peki ya aynı işi görevi kamusal alanda sorumluluğu olan kurumlar ve kişiler yaparsa? Tophane’de "Mimar Sinan’ın Dehası" başlıklı bir sergi var örneğin. Sergide yapıldığı gibi Sinan’ı çağdaşı Palladio ile karşılaştırmak çok yerinde. Bu karşılaştırmadan mimarlık tarihi açısından ilginç sonuçlar çıkarılabilir, örneğin. Ancak askeri mimarlık sistemi içinde yer alan Sinan ile Rönesans dinamiklerinin merkezinde yer alan Palladio’nunkiler nerede benzeşir, nerede ayrışır, sergide hiçbir bilgi yok. Sinan’ın “tasarım” yönteminin Palladio’nunki kadar belirtik (explicite) olduğu herhalde iddia edilemez. Sinan büyük bir ihtimalle örtük (implicite) bilgiler üzerinden inşaatları yönetmişti. "Sergi bu" deyip geçebilirsiniz. Şaşırtıcı olan kamusal kaynaklı bir araştırma merkezinin mayasını oluşturacağı varsayılan bu projede mimarlık üzerine en bereketli bilgiyi oluşturacak bu konuların dışarıda bırakılması. Sanki bugün bir mimar oturup aynı işi yapsa, Sinan’ın yaptığını yapmış olacak. Bu bir unutkanlık değil. Mimarlık eğitiminde de, tarihyazımında da bu sistemli unutkanlık hala devam etmekte.
Dolayısı ile galiba bu sorulardan hareketle biraz daha insanlık tarihinde felsefenin ne işe yaradığını düşünmemiz gerekiyor.