Utku Varlık’ın son blog yazısını ayırdığı ‘Kadife Testere’nin yönetmeni Dan Gilroy ile sanatın gerçek değeri üzerine bir söyleşi. Ayrıca, yapımcı sanat dünyası için neden bir Netflix’e ihtiyaç olduğunu açıklıyor…
The Square‘den sonra çağdaş sanat dünyasına değinen ikinci film Kadife Testere. “Fransa’da sinema eleştirmenleri çağdaş sanatı ti’ye alan filmleri fazla sevmiyorlar; normal, çünkü bağımlı olduğu dergi ya da gazete patronlarının çağdaş’a olan beğenilerine dokunabilir!” diyordu Varlık. Türkiye’de durum farklı mı diye düşünenler olabilir. O da zaten “Ekonomik olarak çöküşe geçmiş ülkemizde bu Miami misali galericiliği Dolapdere’de oynamak isteyenler, bankalara sırtını dayayıp lüks dergilerle ‘conceptuel’ biosphére’de ukelâlık yapanlar, karanlık paralarla fantome müzeler kurarak kompleks giderenleredir sözüm” diye bitiriyor yazısını…
Netflix’in çağdaş sanat piyasasında dönen büyük paralarla ilgili Kadife Testere (Velvet Buzzsaw) filmi hakkındaki fikriniz ne olursa olsun, 1 Şubat’ta gösterime girdiğinde filmin, sanat kulislerinde doğrudan en üst sıraya oturduğuna hiç şüphe yok. Filmin başrolünde resimleri paha biçilemez hale gelen ve sonra da hain galericiler, danışmanlar ve kendi felaketlerini hazırlayan dangalak muhtelif yardakçıların ölümcül zokalarına dönüşen, kendi kendini yetiştirmiş gizemli sanatçının eserleri tarafından büyülenmiş ahlaki olarak muhalif eleştirmeni Jake Gyllenhaal oynuyor. Filmin motivasyonlarını, temalarını ve daha geniş bağıntılarını, vizyona girdiği gün senaristi ve yönetmeni Dan Gilroy ile artnet News’ün (film endüstrisinden sürülmüş) sanat muhabiri Tim Schneider telefonda masaya yatırdılar.
Daha önce Kadife Testere’nin tohumlarının Dia’daki sarsıcı bir gösteriyi ziyaretiniz sırasında atıldığını söylemiştiniz: Bu bir işaretti, ama sonra hiç şüphesiz çok fazla çalıştınız ve ekranlara tamamen realize olmuş bir dünya sundunuz. Filmin arka planındaki araştırma ve geliştirme sürecinden bahsedebilir misiniz biraz?
Şu sıralar filmlerimde uygun dünyalar diyebileceğiniz dünyaların içine giriyorum. Yaptığım her filmin olabildiğince gerçekçi olmasını istiyorum. Bana göre konuyla ilişkili temaları ve fikirleri filmin içine yerleştiriyorum, ama o dünyaya ait insanlar filmi seyrettiklerinde gerçekmiş gibi hissetmiyorlarsa, o zaman hedefi ıskaladığımı düşünüyorum.
Araştırma sırasında aylarca online araştırma yaptım, galericilerle konuştum ve galerilere gittim. En önemli sanat danışmanım David Hundley tüm hayatı boyunca çağdaş sanat dünyasının derinlemesine içinde olmuş olan bir centilmendi. Onun yanısıra sete gelip dekorları gözden geçirmeleri ve terimlerin üzerinden geçmeleri için iki sanat danışmanı ile daha çalıştık. Dolayısıyla filmi gerçekçi kılabilmek için mümkün olan tüm çabayı gösterdik. Geçen hafta nihayet Her şeyin Bedeli (The Price of Everything)belgeseline denk geldim ve heyecanla gördüm ki daha önce hiç ilişki kurmamış olduğum insanlar açıkça benim düşündüğüm ve filmimizde çok doğru bir şekilde yansıttığımız sorunlardan bahsediyor.
Kadife Testere’nin ve Her şeyin Bedeli’nin ana teması büyük paranın sanat üzerine etkisi. Hangi noktada sanat dünyasının yalnızca görsel çekiciliğiyle değil de bu fikirle ilgilenmeye başladınız?
Film endüstrisinde de yaşandığı için aşina olduğum şeyler var. Markaların egemenliği (fikri mülkiyet), eğilimler, bir kritere uyan eserlerin tekrar tekrar üretilmesi gibi. Bugünün dünyasında gösteri alanlarının tümünde sanatla ticaret arasındaki gergin ilişkiyi araştırmakla ilgileniyorum. Bir işin kalitesinin onun sosyal medyadaki görünürlüğüne ya da ilk haftada gidip onu izleyen kişilerin sayısına ya da Sothebys‘te ona biçilen fiyata bağlı olarak değerlendirilmemesi gerektiğini yürekten hissediyorum. Bu, ticari başarının bir eseri eksilttiği anlamına gelmiyor. Eksiltmez. Ama ticari başarı bir eseri tanımlayamaz da.
Buna paralelliği sürdürecek olursak, Kadife Testere bugün büyük bir piyasası olmayacak orta ölçekli filmlerin bir örneği çünkü varolan fikri altyapı üzerine temellenmiyor ve gişe rekorlarını hedeflemiyor. Bu filmi Netflix’le yaparak filme daha küçük geleneksel bir film şirketi ile yapıldığı zaman erişeceğinden daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşma fırsatı verdiniz. Bu fikir sizin için ne kadar önemli?
Bu filmi yapmak isteyen geleneksel film şirketleri vardı ama bunu isteyen şirketlerden hiçbiri ilk adımı atıp bize dar bir bütçe olduğunu düşündüğümüz parayı vermedi. (Not: “Dar bütçe”ler sadece yapımı ve personeli kapsar, aktörler, senaristler, yönetmenler ya da yapımcılar buna dahil değildir). Netflix, yapmak istediğimiz filmi yapabilmemiz için, bize finansal olarak, sanatsal olarak ve her açıdan ihtiyaç duyduğumuz herşeyi vermeye fazlasıyla hazırdı.
Ama birkaç yıl önce, benim Netflix ile herhangi bir deneyimim olmamıştım. Sadece teatral deneyimi bilen daha yaşlı bir insandım. İnternette bulduğum ilk şey birinin yazdığı bir makaleydi ve şöyle diyordu, “Netflix çok kötü bir kuruluştur çünkü teatral deneyimi yerle bir ediyor”. Ama onu izleyen 50 yorum esas olarak tam tersini söylüyordu, “New York’ta ya da Los Angeles’ta yaşıyor olmalısınız. Yapılan tüm filmleri izleyebiliyor olmalısınız çünkü ben bütün bunlara erişemediğim bir yerde yaşıyorum”.
Bu bir anlatıcı olarak benim gözlerimi açtı ve birdenbire yola Netflix’le devam etme konusunda kendimi çok rahat hissettim çünkü hikayelerimin izlenmesini istiyordum. Beğenilmek zorunda değillerdi. Onlardan nefret edilebilirdi. Bunlar beni ilgilendirmiyordu. Ben hikayenin yayılmasını istiyordum çünkü bana göre senin benim sadece üzerinde konuştuğumuz bu fikirler önemliydi. Ve karşımda hikaye anlatıcılığını demokratikleştiren bu platform vardı öyle ki dünyanın her yerinde herkesin bu filmi izleme şansı olacaktı.
“Çağdaş sanat dünyasının kendi Netflix’ine ihtiyacı var”
Netflix piyasada 250 milyonluk gişe filmleri ya da yetersiz bütçeli Hint filmleri yapmak istemeyen yapımcılara yeni fırsatlar sunan bir boşluğu dolduruyor. Sanat dünyası bunu seyrediyor ama henüz gerçekten bir yanıt vermiş değil.
Ben sanat dünyasının Netflix benzeri bir yapılanmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bunun nasıl olacağını henüz bilmiyorum. Belki Netflix çağdaş sanat dünyası içine girerek onda bir devrim yaratır. Bu müthiş olur.
Özellikle geçtiğimiz birkaç yıldan beri Hollywood sanat dünyasına oldukça ilgi gösterdi. Güzel sanatlar bölümünü kuran UTA, Frieze’i destekleyen Endeavor ve uzun metrajlı film çekmeye soyunan bir grup çağdaş sanatçı… Sanata açıkça özen gösteren ve film tarafında olan biri olarak sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Filmde Los Angeles’taki ikinci büyük galerici olan Tom Starridge’in en büyük galeriden John Malkovich’in karakterini çalmaya çalışırken söylediği bir şey var, “İlgi ekonomisinde şöhret bir sanat biçimidir”. Bir ilgi ekonomisi içinde yaşıyoruz, bunun içinde şöhretin kendine ait bir değeri var. Bu ekonominin içinde bildik bir kişi ya da bildik bir nicelik bir marka haline dönüşüyor. Ve bu marka bu kişiye gösteri dünyasının istediği bütün alanlarında keşfe çıkmasına izin verecek bir ortam sunar. Ve bu hiçbir zaman bir yere gitmez.
Bununla bir sorunum yok. İnsanlar deneyebildikleri kadar çok şey denemeliler ve eğer çağdaş sanat dünyasından biri çıkıp da film işine girmek isterse, buyursun gelsin. Julian Schnabel bana göre olağanüstü bir yapımcı.
“Yaratıcılık alanları arasındaki sinerjiden daha çok hoşlanıyorum”
Kısa bir süre önce şöhrete yaklaşım konusunda insanlar arasında görülen bir nesil farklılığını anlatan bir şey okudum. Buna göre geçmiş zamanlarda insanlar insanlar belli bir şeyi yaparak ünlü olmak isterlermiş oysa şimdi sadece ünlü olmak ve sonrasında şöhreti farklı bir şeye yönlendirmek istiyorlarmış.
Bu çok ilginç bir durum değil mi? Bu çoktan hak edilmesi gereken bir ortama kavuşmak gibi bir şey. Bu pek çok kişi için yaratıcı bir dönüm noktası. Müzikle mi ilgilenmek istiyorum? Modayla mı ilgilenmek istiyorum? Üzerine konuştukça, bu farklı yaratıcılık alanları arasındaki sinerjiden daha çok hoşlanıyorum. Bunun muhtemelen çok ilginç işler yaratacak bir başarı için kaynaşma potası olacağını düşünüyorum.
Bu farklı alanlar arasında her zaman bir miktar geçiş vardı. 1980’lerde Jean-Michel Basquiat’la Fab 5 Freddy ortak bir çalışma yapmıştı…
Hatırladım, oradaydım! Vahşiydi.
Eminim! Büyük fiyatların zehirli etkisine geri dönecek olursak, hangi noktada paranın sanat piyasasına girişi çok fazla olmaya başladı? Çünkü şuna hiç şüphem yok ki basitçe sanatın alıp satılamayacak kadar kutsal olduğunu söylemek istemiyorsunuz.
Bu çok komik, benim bir sanat eseri yapıp da bunu 500 milyon dolara satan biriyle hiçbir alıp veremediğim yok. Ben bu rakamları tahrik eden güçlerle ilgileniyorum. Pek çok kişi salt bir yatırım süreci içine girdi. Ortalıkta dolaşmakta olan bu fiyatlarla, eğer artık çok başarılı markalar haline gelmiş olan küçük bir grup sanatçıyla çalışan tanınmış bir galeriyseniz, yeni sanatçılar için ya da yerleşik olarak çalışmakta olduğunuz sanatçıların kriterlerini değiştirip yeni bir şey denemeleri için çok az hevesiniz ya da sınırlı miktarda duvarınız olacaktır. Bu rakamları yukarı çeken güçlerin yapılan sanat ve işitilmesine izin verilen sesler üzerinde bir etkisi var.
“Hazırlıksız yakalanmadım”
Sanat piyasasının nasıl olup da bu kadar zalim ve devasa bir hal alışına hazırlıksız mı yakalandınız?
Hayır hazırlıksız yakalanmadım çünkü çağdaş sanat dünyasının piyasasını eski ahlaki değerlerin üzerine temellendirdiğini düşünmüyordum. Samimiyetle içinde büyük paraların döndüğü herhangi bir endüstrinin ya da yerin hakkından gelebileceğimi düşünüyorum. Siz deyim yerindeyse daha iyi olan doğalarına karşı çalışan insanlar göreceksiniz.
Paranın insanlara ne yaptığı daima ilgimi çekecek, ahlaki açıdan değil, aksine zengin olma ve diğer insanlarla rekabet etme ihtiyacı sonucu kimlerin onların etrafında giderek zenginleştiğini merak ediyorum. Dünyanın büyük çoğunluğu ekonomik olarak iyi durumda değil ama pastanın küçük dilimini temsil eden bir grup insan orantısız bir miktar parayı kontrol ediyor ve bu insanlar sosyalleşiyorlar. Eğer biri bir başkasının evine girip içeride 50 milyon dolara alınmış bir şey görürse bir sonraki adım 70 milyon dolarlık bir şey almak olacaktır.
Çağdaş sanat dünyası hakkında çok ilginç olan şey şudur ki, medyanın etkisiyle seyircilerin nasıl oluştuğudur. Her şey fiyatlar açısından rapor edilir. Her şeyin Bedeli hakkındaki en güzel şey, herkesin bu konuyu konuşmaya açık olmasıdır. Sözkonusu rakamlar bu kadar hayret verici iken insan nasıl bunun hakkında konuşmaz? Eğer bir sanatçıysanız, muhtemelen kendinizi parçalıyorsunuzdur ama bence ticari tarafta yer alan bazı kişiler sadece birbirlerine bakarak olan biteni izlemektedir, “Olanlara inanabiliyor musun? Bu inanılmaz”.
“Tekrara başlarsanız yaratıcılığınızı köreltme potansiyelini taşırsınız”
Bu bizi Kadife Testere’deki John Malkovich karakterine götürüyor: marka haline gelmiş bir sanatçı ve şimdi neredeyse gizlice kendisini tatmin edecek çok farklı bir şey yapmayı deniyor. Ama artık gerçekten nasıl yaratacağını bile bilmiyor.
Bir şey yaratıp ardından onu satarak düzülen herkese şapka çıkarıyorum. Ben bunu biraz abarttım. Eğer bir marka yaratabiliyorsanız ve onlarca hatta yüzlerce dolar kazanabiliyorsanız, bunda bir yanlışlık göremiyorum. Ama burada bir tehlike olduğunu düşünüyorum çünkü bir kez kendinizi tekrarlamaya başlarsanız yaratıcılığınızı köreltme potansiyeli taşırsınız. Ve bence onu çok fazla köreltirseniz, onun tekrar kazanmak zordur.
Yaratıcılık yeninin sonsuz alanı içinde ortaya çıkar. Açılış sahnesinde galeri sahibi Jake’e Hoboman adlı eseri, şu animatronik figürü, satmaya çalışırken, Jack sadece onun için en önemli olan şeyi tekrarlıyordu: “Wolfson, Kadın Figürü”, dört yıl önce. Bu bir tekrar, cesur değil”. Ben de Jake karakterinin hissettiği gibi hissediyorum. Daima ezber bozan, çığır açan şeyler ararım.
Ve gene söylüyorum, markalaşan insanları yargılamaya çalışmıyorum. Ama filmimdeki John Malkovich karakteri yukarıda bilinçaltı tamamen mahsur kalmışken, odaklanmasını ürettiği tekrar fabrikasına veren ve buradan destek alan biriydi. Benim birilerinin içine düşebileceğini gördüğüm tuzak buydu.
“Yaptığım her üç filmi de birbirlerinin kuzenleri gibi görüyorum”
Doğru ve hâlâ bunu canlandıran birkaç karakterden biri olmayı sürdürüyor.
Tamamen, sanatçıların buna hayat verdiklerini fark edebilirsiniz, çünkü bu benim şeyleri görme biçimim. Tabii, biraz da önyargılıyım.
İlk yönettiğiniz film, Nightcrawler (Gece Vurgunu), gene Los Angeles’da yaşayan, kendi başarı vizyonunu elde edebilmek için her türlü moral ya da ahlaki sınırı aşmaya hazır, hırslı bir karakter olan Louis Bloom hakkındaydı. Bu iki filmi bir ikili yapıt olarak görüp görmediğinizi merak ediyorum.
Yaptığım her üç filmi de birbirlerinin kuzenleri gibi görüyorum. Hepsinin ortak paydası hayatın ekonomisi ve hayatın ekonomisinin insanlara yaptıklarıdır. Nightcrawler’da yaşadığımız hiper kapitalist dünyanın nasıl vahşi bir ormana dönüştüğü ve bu vahşi ormanda zayıfların öldürülüp güçlülerin daha da güçlü bir hale geldiği konusundaki görüşlerimi sundum. İnsanların Nightcrawler’ı dünyadaki Lou’ların kazanmakta oldukları konusunda uyarıcı bir masal olarak görmelerini umdum. Ve Kadife Testere’de de sanatla ticaret arasında giderek artan gergin ilişkiye işaret ettim.
Rene Russo Kadife Testere filminde Rhodora karakterini canlandırıyor çünkü ben “Rhodora” başlıklı Emerson şiiri daima çok sevdim. Rhodora bir çiçek ve şiirde Emerson bu güzel Rhodora’ya hiçbir yerin ortasında rastlıyor ve kendi kendine burada yapayalnız duran böyle bir güzelliğin değerini vermenin şart olup olmadığını soruyor. Bundan sonra gelen müthiş birkaç satırı daima hatırlarım: “Rhodora! Eğer bilgeler sana bu cazibenin yeryüzünde ve gökyüzünde neden harcanıp gittiğini sorarlarsa, sevgilim onlara de ki, eğer gözler görmek için yaratılsaydı, o zaman güzelliğin mevcudiyetinin kendine özgü bir özrü olurdu”.
Benim Kadife Testere’deki sanatçılara söylemek istediğim şey işte tam da buydu. Sanatın değeri onun dünyevi değeri değildir. Sanatçılar yaptıkları herşeye ruhlarının ve tinlerinin bir parçasını koyarlar ve bunun kendine ait bir değeri vardır.
‘Kadife Testere’ Netflix’te gösterimde.
Kaynak: Tim Schneider, Artnet
İLGİLİ HABERLER
Kare: Çağdaş Sanatın İflası ya da Kibirli Öznelerin Yükselemeyişi