A password will be e-mailed to you.

 

Oya Baydar’ın son romanı Yazarlarevi Cinayeti,Oya Baydar’ın insandan hareket ederek yine insana varışını anlatıyor aslında. Baydar’a göre çağlar değişiyor, toplumlar, coğrafyalar, toplumlar, kültürler, siyaset, ideoloji değişiyor ancak insanın özü aynı kalıyor. En azından şimdilik! Çünkü Baydar, Homo Sapiens’in son mensupları olduğumuzu düşünüyor. Yine yazara göre yazılmadık şey kalmasa da bize göre onun tarzında, onun aynasında, onun özgün diliyle ve değerleriyle bir roman okumak benzersiz. Yazarlarevi Cinayeti romanı ise her zamanki romanlarından daha merak konusu olay örgüsü ve kahramanı Ceren ile başlı başına hızlı zevkli bir serüven vaat ediyor.

 

Dilar Topuz: Kitabınızda yazma tutkusunu ”Rastlantıyla değil bir mecburiyetle yazmak” olarak tanımladınız, yazmak sizin için böyle midir?

Oya Baydar: “Mecburiyet” derken, insanın içinden gelen bir dürtüden, yazmadığı zaman huzursuzluğa dönüşen bir duygudan söz ediyorum. Yazmak çocukluğumdan beri böyle bir şeydi benim için. Sonraları; sözümü paylaşma, boğazımda düğümlenen çığlığı sessizce yansıtmaya dönüştü. İlk gençlik romanlarımdan sonra, neredeyse otuz yıl edebî yazının dışında kaldım, sözünü ettiğim huzursuzluğu başka yollarla giderebilirim sandım. Sonra, epeyce örselenmiş ve epeyce iç muhasebesi geçirmiş olarak edebiyata döndüm. Şimdi iyiyim…

 

Peki sizin için, sihirli damlacık’a sahip (kitapta iyi metinler sihirli damlacığa sahip, tutkuyla yazılmış metinler olarak tanımlanıyor) bir metnin unsurları nelerdir?

Bunun bir tanımı, bir reçetesi var mıdır, bilmiyorum. O sihirli damlacık okura kendini hissettirir. Bazen okduğunuz metinden bambaşka bir tat, gizli bir şiir tadı alırsınız. Yazarlarevi Cinayeti romanında, o tadı aldığım birkaç metinden de söz ediyorum. Süslemesiz, duru, şairaneliği reddeden , o redde rağmen şiir gibi olan, insanın yüreğini titreten metinlerdir bunlar. Üslup zorlamaları, dil cambazlıkları, buluş yapma, şaşırtma çabası yoktur o metinlerde; ama kendi sesleri, kendi özgün dilleri vardır, o dil beyninize ve yüreğinize dokunur.

 

Günümüzde edebiyat ürününün ”metin üzerinden değil de yazar üzerinden değerleniyor” olması. Hal böyleyken iyi edebiyatın hâlâ bir şansı var mı?

Edebiyatın da her şey gibi kapitalist pazarda arz-talep yasasına bağlı olarak dolanan bir meta haline geldiği günümüzde, piyasanın istemleri hâliyle öne geçiyor. Çok satmak için geniş okur/tüketici kitlesine ulaşmak gerekiyor. O noktada tanıtımıyla, reklamıyla medya gücü ve şimdilerde sosyal medya ağları devreye giriyor. Medyatik yazar üzerinden kurulan tanıtım, reklam, görünürlük metninin önüne geçiyor.
Ama iyi edebiyatın yine de şansı var. Öncelikle, medyatik diye niteleyebileceğimiz yazarların tümünün kötü ürünler verdiklerini söylemek haksızlık olur. Medya gücünü kullanan yazarlar arasında çok iyiler de var. Onlar metinlerinin sağlamlığına dayanıyorlar, medyayı iyi metinleri yaygınlaştırmak için kullanıyorlar. Ama bir de, şu veya bu nedenle pompalanan ya da kendilerini sosyal medya üzerinden sergileyen vasat altı yazarlar var. Yazma tutkusu ile değil yazar olup tanınma hevesiyle yazanlar…

 

Romanınızda edebiyatın pazarlaşmasına bir eleştiri var, edebiyatı pazara sunulmuş bir meta’ya dönüşmekten kurtarabilmek adına okurun ve yazarın yapabileceği neler var sizce?

Bu konuları iyi bilen telif ajansı sahibi bir arkadaşımdan öğrendiğim kadarıyla uluslararası edebiyat pazarında kategoriler varmış: ticarî, yarı ticarî, sabun köpüğü ve edebî gibi. Bütün ülkelerde edebî kategorisi daha dar bir okura sesleniyor ama asla vazgeçilmiyor. Çünkü yarına kalacak eserler onlar. İyi edebiyatın direnip yaygınlaşması için önce yazarın kendisini pazara teslim etmemesi, gereğinde dalgalara karşı yüzme cesaretine sahip olması, üç beş kitap fazla satayım kaygısı yerine daha iyi, daha derin, daha özgün metinler üretmeye çabalaması gerekiyor bence. Başka bir önemli nokta, edebiyat çevrelerinin varlığı ve yönlendirici etkileri. Türkiye’de böyle çevreler güçlü olmadığı gibi ahpapçavuş ilişkileri, yayınevlerine bağımlılık, hatta idelojik farklılıklar etkili olmalarını engelliyor, edebiyat dışı ölçütler giriyor işin içine.

“Neoliberalizm globalleşen dünyanın üzerinden silindir gibi geçti. Ülkemizde de ciddî bir değer bunalımı yaşıyoruz”

Romanda Ceren karakterinin çocukluğunda hatırladığı ada umutlu, canlı ve bereketli bir ada. Günümüzde adaya yolculuğunda adayı umudunu kaybetmiş, eskisi kadar bereketli olmayan bir yer; edebiyat tutkunu, iyi okur olmaya, yazmaya hevesli gençleri ise bu hayallerini terk etmiş halde buluyor. Bu durumda iklim değişikliğinin rolü nedir?

Küresel iklim değişikliğinden değil de toplumsal iklim değişikliğinden söz ediyorsunuz sanırım. Küresel iklim değişikliği her yer gibi adayı da vurdu. Ancak adadaki pek de olumlu sayılmayacak değişimin nedeni son 40-50 yıldır dünyada ve ülkemizde yaşanmakta olan ekonomik, toplumsal, siyasal altüstlük. Neoliberalizm globalleşen dünyanın üzerinden silindir gibi geçti. Ülkemizde de ciddî bir değer bunalımı yaşıyoruz. Rant ve talan ekonomisinin, şoven milliyetçi, savaşçı siyasetin etkisi altındaki insanlar kötücülleşiyor, toplum vicdanını yitiriyor. Yine de benim sevgili Marmara adam bu olumsuz gidişattan ülkenin bütününe göre daha az etkilenmiş sayılır. Bu yüzden oradayım zaten.

 

Edebiyatta baba-oğul ve anne-kız ilişkisi bolca işlenirken baba-kız ilişkisi genelde yeteri kadar yer almıyor, bu konu üzerine yazmaya nasıl karar verdiniz?

Erken yitirdiğim babama çok düşkün olduğumdan belki, baba- kız ilişkisini yazmaya değer bulurum. Romanda, babasının ölümünün izini süren Yazar’ın kızı olunca konu kendiliğinden bu çizgide gelişti. Yani peşinen düşünülmüş bir şey değil.

“Ceren babasını yazarın izlediği yaşam çizgisi, eserleri, güncesi, notları ve başkalarının onunla geçmişteki ilişkileri üzerinden tanıdıkça kafasındaki baba figürü değişmeye başlıyor”

Ceren karakteri küçükken babasını çok başarılı bir yazar ve bir idol olarak görüyor ancak giderek bu fikrinin değişmesine tanık oluyoruz, bu durum ile edebiyat dünyasının giderek yapaylaşmasıyla paralellik kurulabilir mi?

Ceren babasını yazarın izlediği yaşam çizgisi, eserleri, güncesi, notları ve başkalarının onunla geçmişteki ilişkileri üzerinden tanıdıkça kafasındaki baba figürü değişmeye başlıyor. Yücelttiği babanın zaaflarını, herkesden sakladığı yüzünü, yazar kimliğinin karanlık noktalarını keşfettikçe idol babayı yitiriyor ama gerçek babasına –ölümünden sonra da olsa- kavuşuyor. Bu durumun edebiyat dünyasının yapaylaşmasıyla ilgisi yok bence, en azından ben böyle düşünmedim.

 

Peki bir kişiden esinlenmek ve bir edebi eseri çalmak arasındaki çizgiyi de irdeliyorsunuz. Size göre esinlenmenin bittiği yer neresidir?

Başka bir yazardan, başka bir metinden esinlenmek doğaldır. Bilirsiniz: edebiyatın yedi temel konusu ve bu konular etrafından yirmi kadar ikincil konu vardır, denir. Yazarlar, kendilerinden başlayarak insandan hareket eder, yine insana varırlar. Çağlar değişir, coğrafyalar, toplumlar, kültürler, siyaset, ideoloji değişir, insanın özü aynıdır. En azından şimdilik; çünkü birkaç yüzyıl, birkaç bin yıl sonra insanın bugün bildiğimiz özünün çok farklı olacağını, homo sapiens’in son mensupları olduğumuzu düşünüyorum. Kısacası: yazılmadık şey kalmamıştır ama her yazar insanın hikâyesini kendi tarzında, kendi aynasında, kendi özgün diliyle, kendi değerlerini koyarak anlatır. Esinlenmenin bittiği yer başkasının anlattığı hikâyeyi, başkasının duygu diliyle, başkasının aynasındaki görüntüsüyle, benzer olay örgüsü ve benzer kahramanlarla anlatmak, üstelik bunu belirtmemektir ki buna “intihal” diyoruz.
Yazarlarevi Cinayeti romanında intihali de aşan başka bir şey var. Okuru meraklandırmak, kitabı okumalarını sağlamak için bunun ne olduğunu söylemeyelim.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 10:23:41