A password will be e-mailed to you.

Osman Bozkurt’un Merdiven Art Space’te gerçekleşen son solo sergisi ‘Hatırla’, 4 Ekim günü izleyicilerle buluştu. Kenti; yıkım manzaralarıyla ve yeniden inşalarıyla, geçmişiyle ve gelecek olasılıklarıyla ele alan sanatçı sergide metodik araştırmalardan besleniyor. Bozkurt,  yapı artıklarını heykelleştirirken farklı zamansal kesikleri de izleyicilere sunuyor. Kalıntılardan ve yıkıntılardan sadece bir iş meydana getirmiyor; aynı zamanda çeşitli medyumların ifade imkanlarını buluşturuyor.

Sanatçının sergide en çok dikkatimi çeken “MŌLĒS I” ve “MŌLĒS II” isimli işleri, İstanbul’un çeşitli yerlerinden topladığı moloz parçalarından oluşuyor. Bu yerleştirmelerin geçmişle kurduğu ilişki çatallı… Geçmişin çalışılması gibi… Nostaljiye kapılmamak, faili görünmezleştirmemek, geçmişin bugünle ilişkisini yok saymamak gibi hatlardan geliyor. Ancak bu moloz yığınları, yıkıntılardan yeni bir geleceğin kurulabileceği fikrini bende tam olarak çağırmıyor. Böyle bir çağrıdan veya öyle bir gelecekten ümitli değilim. Oluşacak yapının temeliyle ilgili yeterli endişelerim var. Ama Bozkurt, benimkinden farklı bir okumayla yaklaşıyor yıkıntıya ve yıkıntı manzaralarına. Referanslarımız da farklılaşıyor bu noktada. Osman Bozkurt’la ‘Hatırla’ sergisinin açtığı pencereleri ve hatırlama davetini konuştuk. Sergi yakın zamanda sona ermiş olsa da, Bozkurt’un açtığı bu tartışma başka sorularla ve yanıtlarla dolaşık vaziyet devam edecek.

‘Hatırlama Ödevi ve Sorumluluğu’

Can Memiş: Merdiven Art Space’deki son serginin merkezinde yer alan hatırlama davetiyle başlayalım. Davet diye yumuşatsam da bir buyruk gibi de duyuluyor serginin ismi: ‘Hatırla’. Fransız tarihçi Paul Ricoeur, ‘hatırla!’ seslenişinin dilbilgisel bir paradoks ortaya koymasından söz eder. Geçmişe ait bir eylemi, geleceğe dair bir buyrukla ifade etmenin paradoksu… Senin kullanırken böyle bir paradoksu görüyor musun? 

Osman Bozkurt: Sergi, ismini ‘PİK 60/500 (2024)’ isimli ses yerleştirmesinden alıyor. O ses kayıtlarını yaparken kendi anadillerinde bu çağrıyı yapanlardan istediğim şey sadece hafızada olanı değil, aslında içimizde saklı olan kadim bir bilgiyi hatırlamak ve hatırlatmak; onu geri çağırmak istercesine seslendirmekti. Hatırlama edimi ve bu çağrı, geçmişten bir bilgiyi çağırmak gibi görünse de; aslında devam eden ve içinde yaşadığımız varoluşun, şimdinin hatırlanmasını da istedim. Bu, aynı zamanda elimizdekini koruma ve onunla empati kurma çağrısı olarak da düşünülebilir. Ülkenin yakın tarihinde yaşanan ihtilaller, katliamlar, faili meçhuller, kayıplar, insan hakkı ihlalleri, pogromlar, gazeteci cinayetleri… O kadar çok acı ve travma var ki… Ricoeur’den alıntıyla, ‘geçmişi doğru bir şekilde hatırlamak ve geçmişin travmalarını anmak toplumsal adaletin sağlanması için bir ödev ve sorumluluk’.

Bir Zamanlar Romantizmine Girmek İstemiyorum’

Can Memiş: Bahsettiğin PİK 60/500 isimli işinde, çok dilli bir tasarım ortaya koyuyorsun. ‘Hatırla’ seslenişini İstanbul’da konuşulan 13 farklı dilden duyuyoruz. Amira Akbıyıkoğlu Arzık’ın metninde “molozlaştırılmış bir kentte yaşanmışlıklara dair elle tutulur kanıtlar” arasında sayılıyor bu işin. Kentteki kamu hizmetlerinde bu dillere rastlamıyoruz, çok dilli bir kent politikası yok. Sen bu işinle geçmişe dair tekçi hikayeleştirmeye itiraz ederken, kente dair nasıl bir anlatı ortaya koyuyorsun? 

Osman Bozkurt: Evet, yaşanmışlıklara dair elle tutulur gerçek kanıtlar var sergide. 🙂 Bu ses yerleştirmesi için buluntu döküm bir boru kullandım. ‘PİK 60/500 (2024)’ pirinç ayaklar üzerinde duran, içinde bir ses kaynağı olan bir Pik boru. Boru önemli bir metafor. Benim için sesi taşıyıcı bir arayüz. Bir binanın veya evin içinden, koridorundan, duvarından geçen, bizimle yaşamış bir nesneden 13 farklı dilde ‘HATIRLA’ seslenişi duyuluyor. İşte o çağrıyı, o seslenişi yapabilecek en uygun materyalin boru olduğunu düşündüm. ‘Bir zamanlar’ romantizmine ve bir nostaljiye girmek istemiyorum. Ben hiçbir zaman işlerime buradan bakmıyorum. Şehre ve üretimlerime nostaljiye kapılmadan ve mesafe alarak bakmaya çalışırım. Bir zamanların ‘kozmopolit İstanbul’undan söz edilir, bir tür Babil miti; ‘Herkes kendi dilinde konuşur ve birbirini anlardı’ anlatısında bahsedilen şehir gibi… Bunu bir zenginlik olarak görmek gerekirdi. Ancak ulus devlet inşa sürecinde bu bir tehdit olarak görülmüş maalesef. Günümüzün küreselleşmiş dünyasında ise mono kültür hegemonyasına karşı bunu talep etmeye devam etmemiz gerekiyor. Aslında bahsettiğin çok dilli hizmeti Suriye’den gelen sığınmacılar sebebiyle otomatlarda ve metro ulaşımında Türkçe ve İngilizce’nin yanı sıra Arapça’yı da kullanmalarında gördük. Ancak toplumun görece daha küçük etnik grupları bir yana, Türkiye’de toplumun önemli bir kısmını oluşturan Kürtlerin ana dili olan Kürtçe’nin İstanbul gibi büyük bir şehirde halen kullanılamadığını görüyoruz. Sergideki eserler bu konuları doğrudan işaret etmese de dolaylı olarak izleyicinin hafızasından geri çağırıyor ve bunu kabullenmenin bizi iyileştirebileceği ihtimalini hatırlatmak istiyor.

Can Memiş: Gezi Parkı ile ilgili yaptığın işlerden birinde Gezi zamanlarından kalan, üstü kapatılan ama kapatılmış-silinmiş halleriyle yaşayan, musallat olan duvar yazılarına yer veriyordun. Yokluklarıyla kanıt oluşturuyorlar. ‘Hatırla’ serginde de böyle kanıtlar gözüme çarpıyor. 

Osman Bozkurt: İşlerimde genel olarak fotoğraf ve video yoluyla kentsel bir hafıza oluşturmaya çalışıyorum. Toplumsal muhalefetin, demokratik hak mücadelesinin simgesi olan Gezi Parkı bugün artık hafıza mekanlarından biri haline geldi. Bugün hala rahatça konuşulamasa da yakın tarihin, kaydı tutulan ve toplumsal hafızasında yeri olan bir kırılma anı. Gezi direnişi sürecinde ürettiğim işlerden biri de ‘Direnişin Ardından’ isimli fotoğraf yerleştirmesiydi. Burada protestolar süresince şehrin farklı noktalarına yazılmış sloganlar ve duvar resimlerinin daha sonra üstü gri boyalarla kapatılmış ve silinmeye çalışılmış izlerini takip ettim. O izler yazılı hallerinden daha etkileyiciydi benim için. 11 yıl sonra bile şehrin farklı noktalarında hala o izleri görmek mümkün. Aslında bir kokunun bizi belirli bir ana, zamana taşıması gibi o izler de bizi o günlere götürüyor sanki. Bu sergide de benzer bir dili kullandığımı söyleyebilirim.

‘Kaostan Düzen Oluşturma Çabasına Giriştim’

Can Memiş: Sergide, yıkıntı halinin ve buluntu yapı kalıntılarının mekâna kattığı enkaz duygusunun içinde bu kanıtları bir araya getiriyorsun. Geçmişi bu kalıntılarla hatırlıyor olman, -sergideki MOLES 1 ve 2 işlerin üzerinden soruyorum- izleyiciye gelecek hakkında ne vaad ediyor? Bu beton yığınlarından sağlam bir yapı inşa edilebilir mi? 

Osman Bozkurt: Uzun yıllardır işlerimin geneline yayılan bir şekilde İstanbul’un yıkıntı alanlarında dolaşıyorum. ‘Manzaralar’ serisi de böyleydi. Şehrin bazen yakın plan detaylarına bazen de geniş açıda değişen topografyasına bakıyorum. Aslında İstanbul büyük bir şantiye, o yıkıntı alanları hep var, şurada Harbiye’den yürürken de bunu yaşarsın. Bu sergide de geçmişin izlerini ve yaralarını takip ettiğimi söyleyebilirim. MOLES 1-2 eserlerini üretirken de bir inşaat alanını atölyeye çevirip 3 ay orada çalıştım. Dolayısıyla bu eserler bir deneyim sonucu olarak ortaya çıktı. Tıpkı Uzak Doğu Zen öğretisinde, kaya parçalarını dengelemeye çalışmak gibi bu moloz parçalarını sabırla üst üste yığmak, bir denge oluşturup bir bütün kurmak istedim. Ya da moloz yığınları arasında, bir anlamda kaostan bir düzen oluşturma çabasına giriştim diyelim. Ben o yığınlardan sağlam bir yapı inşa ettim sergide. Oradaki işler bir deneyimin sonucu ve kendimle bir yüzleşme ânı aynı zamanda. Bütün bu çaba aslında geçmişi yeniden kurma, onu geri çağırma değil; bu yolla hatırlayıp, onunla yüzleşip iyileşme, yeni bir gelecek inşaa etme çabası… Her yıkım içinde iyiye doğru ilerleme ve yeniden inşaa etme potansiyeli de barındırır, ben bu yönüyle bakmak istiyorum.

Can Memiş: Budapeşte ziyaretinde, yenilenen MÉMOSZ (Macar İnşaat İşçileri Ulusal Birliği) kongre binası önünde bir ana tanık oluyorsun. Sergide bu anı görüyoruz. 1950’de yapılan binanın cephesinde işçilerin inşa sürecini sembolize eden devasa rölyef, 2007 yılında aynı binanın yıkımında çalışan işçiler tarafından tamamlanmış mı oldu sence? 

Osman Bozkurt: Ben tamamlanmış olarak görmüyorum. Serginin bütününde kurmaya çalıştığım, bu yolla anlamaya çalıştığım şey bu. Kısa yaşam sürelerimizde kavrayamasak da tarihe baktığımızda bu döngü hep var, elbette fotoğrafın kendi içinde de var. Rölyefin üzerinde kadınlar ve erkekler bir ulusu ve ideali inşa ediyorlar; ancak altta da farklı bir düzen kuruluyor ve yıkım var. Fotoğrafı 2007 de çekmiştim, bence bugün o da değişti. Gücü kimin elinde tuttuğu ve iktidarla ilintili bir şey bu… Bizim de başka bir döngü isteğimiz var.

‘Bugüne Tanıklık’

Can Memiş: Gelecek için Post-It isimli işinde ise 18 adet yapı parçası bir arada, ama hepsi birer kalıntı görünümünde. Post-itleri küçük hatırlama-hatırlatma notları olarak kullanırız. Sen de bu parçalarla bir hafızalaştırma yapıyorsun. Bunu nostaljik bir anlatıdan nasıl ayırt ediyorsun? 

Osman Bozkurt: Bu fotoğraf serisine nostaljik bir anlatı olarak bakmıyorum. İşe adını verdiğim ‘Post-it’ günlük hayatta kullandığımız bir hatırlama aracı, tıpkı bu fotoğraflar yoluyla serginin bütününde yapmaya çalıştığım gibi. O yapı kalıntıları üzerlerinde geçmişin izlerini ve kültürel birikimini taşıyorlar. Bu bağlamda moloz parçalarını bir zaman kapsülü olarak görüyorum. Sergideki eserleri dönüştürme sürecimde, onların maddesel varlıklarını yüceltmeye ve hürmet göstermeye çalıştım. Fotoğrafların altında el yazısıyla numaralar var; sol taraftakiler benim envanter numaralarım, sağ taraftakiler ise bu yapı parçalarını bulduğum coğrafi konumları. Yani bu rakamları internet ortamında haritalara girdiğinizde tam olarak o konumlara erişiyorsunuz. Bölgenin güncel halini Google Street View özelliğiyle 360 derece fotoğraflarla görebilir, bir taraftan zamanda da yolculuk yapabilirsiniz. Google haritalarda tam o noktadan çekilmiş eski tarihli görüntülere de erişebiliyorsunuz, yani neredeyse 10-12 yıl öncesine… Bu enteresan bir deneyim yaşatıyor. Teknolojinin getirdikleriyle bir hafıza oluşturuluyor. Orada şehrin değişimini gözlemlemek oldukça kolay. Değişen, yıkılan, yeniden yapılan binalar, arabalar, tabelalar… Şehrin değişen dokusu, karakteri… O panoramalara arka arkaya bakınca geçen zamanı daha iyi kavrıyorsunuz. Bu nostalji değil bence. Şehirler değişir, gelişir, bazen iyi bazen kötü yönde… Ben bugüne tanıklık ediyor, fotoğraf ve video yoluyla kentsel bir hafıza oluşturmaya çalışıyorum.

Can Memiş: Sergi mekanının dışından bakıldığında bazı dikiz boşlukları görüyoruz. Galerinin dış mekân camındaki bu boşluklardan dikizlemeye de davet ediyor gibisin. 

Osman Bozkurt: Merdiven Art Space’in sokak seviyesinde geniş bir vitrini var. Giriş katını ve sergiyi kısmen sokaktan izole etmek için yarı geçirgen filmlerle kapladım. Ancak yine de caddenin hareketi algılanıyor ve üzerine açtığım yuvarlak delikler vasıtasıyla da izleyicinin içeriyi gözlemlemesi mümkün. Bu biraz sokakta insanların demir paneller arkasından iş makinelerini ve inşaat alanlarını izleme fenomenine de göz kırpıyor. Tabii galeride bu çift taraflı bir bakış. İçeriden de dışarıyı gözetlemek mümkün. Aslında dediğim gibi dışarısı da bir şantiye…

Daha fazla yazı yok
2024-11-14 03:04:59