A password will be e-mailed to you.

Gene yılın o malum günleri gelmiş. Amerikan Film Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin yıllık ödülleri veriliyormuş. Acaba Oscar’ı kim kazanacakmış? Aman da ne heyecanlıymış! Sinemaseverler filmler arasında taraf tutuyormuş, dilekler kalpten kopuyormuş, tahminleri tutanlar nasıl da gururlanıyormuş. 

Yıllardır herkesi “Gıcığım ben Oscar’a” diyerek geri püskürtmeme rağmen hala görüş talebinde bulunanlar çıkıyor… Oradan fark ettim! Vakit gelmiş. Gündemdendir, adettendir diyerek yine de yazayım. Siz de eğlenin ben de eğleneyim. Ne mahsuru var değil mi efendim? Maksat entertainment olsun. Akademi Ödülleri’ni de işte bu ruhla veriyorlar – dı. Entertainment gibi entertainment yapılan zamanlardan, örneğin şahane müzikallerden sonra “The Hurt Locker”a, “Zero Dark Thirty”ye geldik, (Bu ne yaman çelişki anne, azzz sonra Oscar Amca’nın cinsiyetçiliğinden dem vuracakken, Kathryn Bigelow’un Amerikan milliyetçiliğinden yakınmak!) “American Sniper” ile eğlenmek nasıl mümkün olabilir ey insan evladı? Film mi yapıyorlar anti-terör timlerine seminer mi düzenliyorlar belli değil.

Hollywood denen büyük propaganda endüstrisinin popüler ürünleriyle dünya piyasaları üzerindeki egemenlik pekiştirilecek (zaten hemen her ülkenin popüler sinemasını taklidine çevirdi), doğrudan ve agresif biçimde politik olan yan ürünlerine entelektüel prim verilecek, “beyaz erkek” olmayan sinemacılar görmezlikten gelinecek; arada birkaç Amerikalı olmayan sinemacı adaylar arasına sızacak ve finansman olanaklarını genişletmek için Oscar adaylığından nemalanacak, biz de hala “sinemanın en iyi filmleri seçiliyor, tören ne kadar hoş” diye bayıla bayıla izleyeceğiz. Oyunun kuralı! Tıpkı Renoir filmindeki gibi kim kiminle neden birlikte, kim kimi aldatıyor, kim kiminle kaçacak belli değil! Ben oturur “Oyunun Kuralı”nı izlerim bir daha. Tavsiye ederim. 1939 yapımıydı, altını çizerim.

Madem yazıyorum, Akademi Ödülü adaylarına alıcı gözle bakayım dedim, epeydir Türkiye’de vizyonu takip etmeyi bıraktığım için çoğunu görmediğimden emindim. Vay canına sayın seyirciler, En İyi Film kategorisine yarı yarıya bağımsız yapımları doldurmuşlar! Anlaşılan deniz bitmiş bu yıl! Durumun ne kadar vahim olduğunu şöyle vurgulayayım: En İyi Film adaylarının üçünü, “Boyhood” (Berlin FF), “The Grand Budapest Hotel” (Berlin FF) ve “Birdman”i (Venedik FF) dünya prömiyerlerinde izlemişim! Hepsi de hem bizim hem nine ve dedelerin yüreğine su serpecek filmler.

Her nedense bir sürü dalda aday olan “Foxcatcher”ı da Cannes’daki prömiyerinde izlemiştim. Fakat şuna kafam hiç basmadı: Steve Carell yüzüne maske takmış gibi göründüğü halde nasıl olur da bu film makyaj ve saç dalında aday gösterilir? Aynı nedenle oyunculuğu da öylesine tutuktu ki! O abartılı kemerli burun her an düşebilirmiş gibi çenesini yukarı kaldırarak konuşuyor film boyunca, kendini rahat bile hissetmemiş oynarken! Ama Oscar’a aday!

Amerikalı feministlerin de şimşeklerini çektiği üzre Akademi’nin ennn beyaz, ennn erkek yılı oldu. 87. Ödüllerin adayları arasında yeterince kadın yeterince renk yok! Ava du Vernay, hem kadın hem Afrikalı olarak tek başına “Selma” ile bu kontenjanı doldurur diye umuyorlar zaar! Martin Luther King ve sivil haklar hareketinin, ABD’deki ırkçı rejime karşı Selma kasabasından başlayan ünlü yürüyüşünü belgeselci titizliğiyle anlatan filmle bütün ödülleri toplasa anlamlı olur tek başına varlığı… Seneye boykot paklar bu ayrımcılığı.

Biliyoruz 15 – 25 yaş arası (eskiden 18 – 35 idi, o günleri bile mumla arıyoruz artık) erkekler için, erkekler tarafından yapılan erkekler hakkında filmlerden ibarettir Hollywood yapımları… Bu yılki liste genelinde yetişkinlere hitap etmesine rağmen sessiz ve derinden “Homeland Homeland über alles” sloganı atıyor. Korkarım Akademi üyeleri, kadın ve erkek oyuncular için ayrı ayrı kategoriler bulunmasa “Wild”ın başrolünde, upuzun bir doğa yürüyüşüne çıkan Reese Witherspoon’u güneşte fazla kaldığı için adaylığa kabul etmeyeceklerdi!

Böyle diyorum ama, sinema nedir unutmuş, feminizmle gözümü morartmış değilim: Akademi üyesi olaydım oyumu tereddütsüz “Boyhood”a vermiştim. Geçtim 12 yıla yayılan olağanüstü yapılış öyküsünü, devamlılıktaki titizliği falan, bu film insana ta içinden dokunuyor. Adı “Çocukluk” ve elbette büyümeyi anlatıyor ama aynı zamanda ebeveynlik üzerine bir film. Aileyi, bireylerin aile içindeki rollerini, ilişkilerini, zaman içinde yaşananları, özellikle acıları, anbean hissettirerek ve upuzun çekim süresine rağmen kurguda kaybetmeyerek yapılan filmin etkisi başka, bence.

Yabancı Dilde Film kategorisine tamamen hakimim, elbette. Nasıl olmayayım; üçünü Altın Palmiye adaylarından kopyalayıp yapıştırmışlar, ama Altın Palmiye’yi kazanan “Kış Uykusu”na boyları yetişmemiş. Konjonktür “Leviathan” ve “Timbuktu”ya çok daha uygun, her iki filmi de çok beğenip sevsem de onların tercih edilmelerinin sebepleri gün gibi aşikar. Fazlasıyla şiddet içeren kara mizahıyla ve beş kısa filmden oluşan ama bütünlük duygusu vermeyen yapısıyla Cannes’da da izleyiciyi bölen “Wild Tales”e gözlerimi deviriyorum. “Ida”nın almadığı ödül kalmadı, o zerafetine Oscar da yakışır, her yönüyle iyi film. “Tangerines” de naif ve egzotik gelmiştir. Bir daha o coğrafyalardan film düşmeyebilir diye bulunsun demişlerdir. Sonuçta hepsi kalburüstü filmler.

Akademi üyesi olaydım işte burada fena köşeye sıkışmıştım. Abderrahmane Sissako’nun “Film mükemmel olmamalı” fikrine rağmen “Timbuktu”yu sırf bu yüzden, bağrıma taş basarak kenara kaldırır, “Leviathan” ile “Ida” arasında kalırdım. Ve sanırım kiliseyi seçen Ida’yı seçmez, kiliseyi yeren Zvyagintsev’e kaçardım!

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 19:26:34