A password will be e-mailed to you.

Meryl Streep’in gözünü 20. Oscar adaylığına ve muhtemel 4. zaferine diktiği Florence Foster Jenkins gerçeğin sanattan daha şaşırtıcı olduğu öykülerden biri.

Stephen Frears 1988 yılında onu dünya çapında tanınan bir yönetmen yapan Tehlikeli İlişkiler’i çektiğinde kimi hardcore bağımsız sinema tutkunu kendisini kıyasıya eleştirmiş, Benim Küçük Çamaşırhanem gibi bir filmi çektikten sonra nasıl böyle bir film çeker diye “satılmış” yaftasını yapıştırmıştı. Hatırlayanlar vardır mutlaka. Bu eleştirilerinde bir yere kadar haklı da olabilirler üstelik ama bunca yıl ve onlarca film sonra şunu da kabul etmek gerekir, evet Frears anaakım sinemanın içinde kendini konumlandıran bir yönetmen ama filmlerinin (en azından akılda kalan filmlerinin) belli dertleri, önemli meseleleri var. Özellikle her biri gerçek olaylardan hareketle çekilmiş son üç filmi (Philomena, The Program ve Florence Foster Jenkins) için bunu iddia etmek hiç de yanlış olmaz. 

1920’li yıllardan hayata veda ettiği 1944’e kadar New York sanat çevrelerinde ilginç bir üne kavuşan ve kendi hayal dünyasında kendisini dünya çapında bir koloratür soprano zanneden Florence Foster Jenkins’in hayat öyküsü kimi açılardan gerçekten de çok çarpıcı. Bir kere bir hayli zengin bir kadın ve etrafında onun bu zenginliğinden faydalanmayı iş edinmiş bir sürü insan var. Bunlara 36 yıl boyunca onunla yaşamış (filmde kocası olduğuna dair laflar ediliyor hatta) St. Clair Bayfield de dahil. Ölümünden sonra hakkında ileri geri konuşan birçok müzik adamının da o yaşarken belki kırıcı olmamak adına, belki de kimi çıkarları doğrultusunda onu öve öve göklere çıkardıkları da bilinen bir gerçek. Frears’ın filmi ünlü sosyetiğin hayatının son dönemine odaklanıyor ve onun konser vermek hevesiyle yeniden müzik çalışmalarına başlayışını anlatıyor. O provalara başladığında partneri St. Clair (Hugh Grant) konserin organizasyonu için hazırlıklara girişiyor ve belli başlı müzik eleştirmenlerini yüklü rüşvetler karşılığı satın alıyor, alamadıklarını ise konsere davet bile etmiyor. Genç piyanist Cosmé McMoon (The Big Bang Therory’nin unutulmaz Howard’ı Simon Helberg) önce şaşkınlık içinde, sonra ise samimi bir dostluk hissiyle eşlik ettiği Florence Foster Jenkins ünlü aryaları kendi tuhaf ve berbat tarzıyla seslendirdiği ilk konseri çok az bir kazayla atlatıyor ama filmin ilerleyen bölümlerinde dünyanın en ünlü konser mekanı olan Carnegie Hall’da sahne almaya kalkınca işin rengi değişiveriyor.

Senaryosu Nicholas Martin tarafından yazılan Florence Foster Jenkins’in neredeyse mükemmel bir dramatik yapısı var. Filmin henüz ilk dakikalarında genç piyanist Cosmé McMoon katıldığı seçmeleri kazanıp da Florence ile çalmaya başladığında hayatının en büyük şokunu yaşar. Onunla birlikte izleyici de benzer bir şok yaşayacak hatta açıkçası Florence’ın korkunç performansı karşısında kahkahalara boğulacaktır. İşte bu tepki aslında Florence’ın ilk konserinde çok az izleyicinin vereceği tepkinin aynısıdır. Ortama ve sosyeteye yabancı genç bir kadının konser sırasında kendini tutamayıp yüksek sesle güldüğü sahne Florence’ı hiç tanımayan ve onu sadece sahnedeki performansıyla değerlendiren izleyicinin durumudur bu. Filmin finalinde doğru yer alan Carnegie Hall performansındaysa Florence ile alay eden kalabalık güruha itiraz ederek ortamdaki havayı tersine çeviren de işte bu ilk konserde gülen genç kadın olacaktır. Onun üslendiği işlev aslında tamamen filmi izleyen bizlerin duygularına tercüman olmaktır. Dramatik yapının mükemmelliğinden kastımız da bu aslında. Hatta belki biraz fazla mükemmel. Bu kadar ince hesaplanmış anlatıların ağızda buruk bir tat bıraktığı da oluyor elbette. Gidilen istikameti hemen kavrıyor ve formüllere dayalı bir iskeletle karşılaştığınızı anlıyorsunuz. Bu da, her ne kadar mükemmel de inşa edilse, canınızı sıkıyor. Neyse ki Meryl Streep imdada yetişiyor.

Meryl Streep için sarf edilmemiş bir övgü tümcesi kaldı mı acaba? Üstlendiği her rolü unutulmazlar arasına kazandıran usta oyuncunun belki de en büyük ustalığı oynadığı hiçbir karakteri, en grotesk olanlarını bile karikatürleştirmemesi olsa gerek. Başka bir oyuncuda iğreti durabilecek bir karakteri son derece inandırıcı bir şekilde çıkarıyor karşımıza. Üstelik Florence gibi gayet inanılmaz karakterler için de geçerli bu. Bu seferki rolün bir diğer zorluğu ise öyle kolay kolay kimselerin beceremeyeceği berbatlıkta bir opera performansını yer yer komik, yer yer de acıklı bir duyguyla sunabilmek. Bu kadar sivri bir karakteri bu denli ekonomik olarak canlandırmasını ise hiç söylemiyoruz. Ayrıca uzun zamandır aynı karakteri oynuyormuş izlenimini veren Hugh Grant’ın da bu filmde nihayet parladığını notlarımıza ekleyelim. Belki de oyunculuğunun yapmacık yanları bu kez canlandırdığı karakterle birebir örtüşmüştür. Her halükarda Streep’in karşısında ezilmemiş.

 

Florence Foster Jenkins’e operanın Ed Wood’u demek ne derece doğru olur, tartışılır ama tam da bu noktada Stephen Frears’ın filminin asıl meselesine geliyoruz galiba. Sanatın işlevi, sanatçının (ya da sanatı icra edenin diyelim) motivasyonu ve kriterler ne kadar sağlam olursa olsun yargıda bulunanların haddini bilemeleri meselesi. Ed Wood için “gelmiş geçmiş en kötü yönetmen” nitelemesi yapılagelmiştir hep bilirsiniz, ta ki Tim Burton onun hakkında bir film çekip itibarını bir anlamda iade edene dek. New York Post gazetesinin yazarı da Florence için “dünyanın en kötü şarkıcısı” diyor yazısının başlığında. İyi de sanatın en birinci işlevi bir ifade aracı oluşu değil mi? Tıpkı Ed Wood gibi, Florence da sadece kendini ifade etmek, kendini iyi hissetmek için yapıyor ne yapıyorsa. Evet kabiliyetsiz, evet izleyicide bir karşılığı yok belki ama sanat sadece bunlar için yapılmıyor, sadece bunlara göre değerlendirilmiyor. Eleştirilerde (ki bunu hepimiz yapıyoruz, yanlış değil ama belli ki eksik) işin zanaat yönü hep daha çok vurgulanıyor ve sanatçının motivasyonu genellikle es geçiliyor. Denebilir ki, “o da evinde şarkı söylesin kardeşim”. Doğrudur, ben de bu cümleyi kurabilirim rahatlıkla ama şunu da unutmayalım ki Florence Foster Jenkins (ya da Ed Wood, ya da adı aklımıza gelmeyen niceleri) böylesi bir medeni (ya da delice, ya da cahil) cesarete sahip olmasaydı 20. yüzyılın en tuhaf kişiliklerinden birinden mahrum kalacaktık ve sanatı da hep ve sadece güzel olanın tezahürü sanacaktık. Yanlış mı?


Daha fazla yazı yok
2024-11-21 14:14:04