sanatatak.com’un da medya sponsoru olduğu Moving Image fuarını İstanbul’a taşıyan küratör, galerici ve sanat danışmanı Ed Winkleman, eski kitabının yeni versiyonu Çağdaş Sanat Eseri Satmak: Çağdaş Pazarın İlerleyişi Nasıl Sağlanır’da günümüz sanat galericiliğinin geçirdiği dönüşümü kusursuz tarif ederken sanat galericilerine ve aslında koleksiyonerlere de önemli tavsiyelerde bulunuyor. 2015 yılı Eylül ayında Allworth Press tarafından yayınlanan kitabın Türkçe’ye kazandırılmasını Galericiler Derneği’nden bekliyoruz. Ed Winkleman’ın Richard Lehun ile yaptığı konuşmadan bir bölümü Billur C. Yılmazyiğit çevirisiyle yayınlıyoruz.
Richard Lehun: Bir kitap yazmak büyük bir kararlılık anlamına gelir. Bunu yapmayı seçmenizde sizi motive eden nedir?
Edward Winkelman: Kitapta yer alan konular hakkında konuşacak olursak, amacımın ilk kitabımın analizini yapmak ve ‘Leo Castelli modeli’nin hala geçerli olup olmadığı sorusuna cevap vermeye çalışmak olduğunu fark ettiğimi söylemek yardımcı olabilir. Leo Castelli modeli ilk kitabı yazmakta kullandığım modeldir. Leo Castelli (1907-1999), New York sanat eseri satıcısıydı. Sanat eserinin satılması konusuna fazla bir yenilik getirmedi ama konuyu sağlamlaştırdı ve bunu en iyi uygulamalar dizisi olarak kurguladı. Castelli’den etkilenen neredeyse her genç satıcı, galerisine, yapılanın en basit yol olduğunu düşünerek yaklaştılar. Ve şu anda galeri işine başlayan çok sayıda satıcı, uygulanan Leo Castelli modelinin gerçekten doğru olduğunu düşünüyor. Ancak yeni kitabımda bu modeli en ince ayrıntılarına kadar işleyen çeşitli konuları inceliyorum. Yani her bölümü, kafamın gerisinde, ‘gelişen ve değişen bu şeylerin hala geçerli olduğu göz önüne alınırsa bu model hala geçerli mi, İlk kitapta yazdığımı bu nasıl etkiler?’ sorularını düşünerek yazıyordum.
RL: Pazar gelişmeleri ışığında, Castelli modeli sürdürülebilir midir?
EW: Leo Castelli modeli, kitabım için bir çerçeve olarak kullanmaya başlamadan çok önce, birileri tarafından kullanılan bir ifade. Çok özel olarak yazar, bu ifadeyi şunları içeren bir galeri yaklaşımını anlatmak için kullanmıştır: Hakkında başkalarının çok az şey bildiği sanatçıları keşfetmek, bu sanatçılar için bir pazar oluşturmak ve bu pazarı korumak. Sanatçıyla satıcı arasında bağlılık, uzun zamandır bu modelin merkezinde yer alıyordu, birlikte yaşlanmayı ve zengin olmayı hayal etmek de vardı. Ve kabul ederseniz, bu anlaşma, ki bir centilmenlik anlaşmasıdır bu, insanların Leo Castelli modeliyle kast ettiklerinin merkezi ve ruhuydu. Çok özel olarak model, satıcının, daha baştan bir pazar yaratması, risk alması, kar etmesini gerektirmeyen gösteriler düzenlemesi için sanatçıya bol miktarda para yatırılmasına izin vermiştir. Bunun arkasında yatan düşünce şudur: ‘Bugünden itibaren uzun yıllar boyunca birlikte olacağız ve bugün yaptıklarımızın, birlikte alacağımız yol boyunca, yararını göreceğiz.’ Bu kitapta tartıştığım şeylerden biri, özellikle mega galerinin yükselişinin nasıl bir tehdit unsuru olduğudur. Ve sanatçı ve satıcının Leo Castelli galerisi kurduğu zaman da birbirine aynı şekilde bağlı olup olmamayacağı fikrini tartıştım.
RL: Küreselleşme sorununu yoğun bir biçimde tartışıyorsunuz. Zorluklarla ilgili bir kaç örnek verir misiniz?
EW: Küreselleşme bölümünde, sanat pazarının süregiden küreselleşmesi konusunda orta veya küçük seviyedeki galerilerin ilgilenebileceği birkaç stratejiyi tartıştım. İşbirliği, hayli zaman harcadığım stratejilerden biridir. Hem saldırgan hem de kendini savunan bir yol izleyen işbirliği, galerilerin giderek daha fazla dikkatini çekmiştir. Berlin’de bir galeriyle ekip oluşturduğunu bildiğim Paris’ten bir galeri, özellikle daha büyük galerilerin kendi sanatçılarını kapmalarını engellemek için işbirliği yapıyordu. Ve fikir şuydu: ‘Ortada bir sanatçı varsa ve New York’ta bir galerim varsa, sanatçım gerçekten uluslararası bir ilgiye ulaşmak istiyorsa ve Londra’daki büyük bir galeri bu sanatçıyı sergilemeye başlamışsa ve bir gün bu galeri, New York’ta benim sahip olduğumdan daha fazla kaynağa sahip olursa, o zaman bu sanatçıyla ilişkimi kaybedebilirim.’ Yani strateji, New York’a gelecek kaynaklara sahip olmadıklarını ve seni tümüyle gölgede bırakacaklarını bilerek ve ayrıca bu karşılıklı olarak yararlı olan ilişkinin ilerleyeceğini de bilerek, Londra’daki daha küçük galeriyle bir ekip oluşturmak ve bir anlamda, sanatçıyı onlarla paylaşmaktır. İşbirliğine dair diğer bir fikir de, galeriler arasında ortak olayların olmasıdır. Bunun nedeni, galerilerin uluslararası izleyici kitlesinin ilgisine gereksinim duyması, izleyicinin varlıklarından haberdar olmasını sağlamaktır. Uluslararası bazı koleksiyonculer sanat fuarlarında biraraya gelebilirler, galeriler için bu koleksiyoncuları geri getirmek gerçekten önemlidir. Bunlardan en başarılısı olan Gallery Weekend Berlin, dünyanın dört bir yanından koleksiyoncuları bir araya getirir.
RL: Galerilerin finansal baskı ve sanatçılarla ilişki kurmada beceriksiz olması nedeniyle kapanması gibi gelişmelerin kaçınılmaz olduğuna inanıyor musunuz?
EW: Galeri açan kişilerin çoğu, zengin olacaklarını düşündüklerinden değil sanat eseri satışının kendileri için bir çağrı olduğuna inandıkları için, ‘tamam, bu benim işim değil artık’ diyorlar. Çoğunun, daha fazla işbirliği yapmayı düşündüklerini sanmıyorum.
RL:Bu zorlukların kurucu galericileri nasıl etkilediğine dair örnek verebilir misiniz?
EW:Kendisini bu durumda bulan bir satıcı olan Nicole Klagsburn, gerçekten iyi bir örnektir. Yirmi yıldan uzun bir süre sahibi olduğu galeriyi neden kapatmak zorunda kaldığına dair yaptığı basın açıklamasında şöyle diyordu: ‘Hasta değilim, fakir değilim, Sadece bu benim için ilginç değil artık.’ Nicole, kavramsal olarak şaşırtıcı zenginlikte bir programa, harika bir bakış açısına sahip biri olarak, ders kitabı niteliğinde bir örnektir ama, başarılı olmak ve sanatçılarını daha büyük galerilere kaptırmamak için, ilgilenmediği türden şeyler yapma gereksinimi duydu. Bir kooperatif gibi çalışmak ve kendi sanatçılarıyla konuşma yetisini kaybetmek, kendi istediği şekilde stüdyolarda olmak gereksinimi duydu. Yani, bu onun için finansal bir mesele değildi. Gerçekten bu model, bu iş, artık daha fazla yapmak istemediği şeyleri yapmasını gerektiren bir yere evrilmişti. O andan sonra da bir dizi işbirliği yapmış ve bir dizi projeyi de sürdürmüştü.
RL: Galeriler bu zorluklara en iyi cevabı nasıl verebilir?
EW: Kitabın ikinci kısmı, satıcıların gerçekten kontrol altına aldığı şeyleri inceler ve ekonomik durgunluktan bu yana, şeylere yaklaşımıyla bana esin kaynağı olan sanat eseri satıcısı Elizabeth Dee ile yaptığım söyleşiyi tartışarak başlar. Galerilerin yüzleştikleri paradoksla baş etmelerinin tek yolu, başkalarının, onlar için bir başarı tanımı yapmalarına izin vermemeleridir.
RL: Mega-galerinin yükselişi koleksiyoncuları ve uzmanlığı nasıl etkiledi?
EW: Uzmanlık üzerinde kesinlikle bir etkisi oldu. Fiyatların yükseldiği orta seviyede, bu sizin için gerçek para anlamına gelir, zekice bir yatırım yapmak için bir güvence istersiniz. Yani, bizzat mega galerinin varlığı, kendi başınıza gidip bir şeyler yapma gereksiniminizi ortadan kaldırdı. Elbette ki, fiyat açısından düşünürsek, koleksiyoncuların çoğu, aslında mega galerilerden tutarlılık satın alabilirler. Dolayısıyla orta seviye galerilerin bir güç olmayı sürdürecekleri konusunda iyimserim. Mega galerilerle ilgili diğer şey de şu, yarattıkları sergilerin kalitesi nedeniyle kendilerini övmem gerekiyor ayrıca çağdaş sanat dünyasını toplamda hayal edilemeyecek bir boyuta taşıdılar. Kaptıkları sanatçılar için pazarı keşfetme, oluşturma ve geliştirme işini gerçekleştiren küçük galerilerin işe erişimlerine izin veriyorlar. Küçük galerilerin ayakta kalmasına yardımcı olan tek şey paradır. Büyük fuarlara katılmak isteyen ama, kimliğini kaybetmek istemeyen bir galeri için en iyi tavsiyem, o sırada satışı olan bir sanatçı için stand açmaktır. İşin temeli budur. Büyük bir çıkış yapmayı düşünmeyin. Öyle bir zamanlama yapın ki, seçim komitesi, o sanatçıdan haberdar olsun. Biraz da stratejik davranın ama, üstesinden gelemeyecekseniz, kesinlikle büyük gösterilere girişmeyin.