Geçen birkaç yıl içinde, aralarında Rajkamal Kahlon, Jenny Holzer ve Fernando Botero’nun da bulunduğu sanatçılar, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) Terörle Mücadele’yle ilişkili olarak, işkence, gözaltı ve şiddete odaklanan önemli projeler yarattılar. Aralarından Kahlon, Amerikan gözaltı merkezlerinde yaşananlara duyduğu tepkiyi anlatıyor.
Çeviri: Billur C. Yılmazyiğit
Meclis İstihbarat Komitesi İşkence Raporu’nun (Senate Intelligence Committee Report on Torture) 9 Aralık 2014’te kısmen yayınlanmasına sanat dünyasından gelen tepki bugüne dek yetersizdi.
Washington Post sanat ve mimarlık eleştirmeni Philip Kennicott’un etkileyici başyazısı nadir bir istisna:
“Ulusal imaja olan inancımız şaşırtıcı derecede sağlam…” ama, “Ulusal imajın içi boş bir düşünce olduğunu öğrenmemiz gerek. Çaresizlik içinde ihtiyacımız olan şey ise ulusal vicdan” diye yazar.
Geçen birkaç yıl içinde, aralarında Rajkamal Kahlon, Jenny Holzer ve Fernando Botero’nun da bulunduğu sanatçılar, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) Terörle Mücadele’yle ilişkili olarak, işkence, gözaltı ve şiddete odaklanan önemli projeler yarattılar.
Kahlon’un süregiden -adını Harol Pinter’in Ölüm adlı şiirinin son dizelerinden alan- ‘Ölü Bedeni Öptün mü?’ (Did You Kiss the Dead Body?) adlı projesi, Amerika Yurttaş Hakları Birliği (ACLU) tarafından ilk kez 2004 yılında halka açılan ve Irak ve Afganistan’da Amerikalılar tarafından gözaltındayken öldürülen tutukluların askeri otopsi raporları ve ölüm sertifikalarını içeriyor. 2013 yılındaki projesi Blowback , modern teröristin anlamını yeniden bir bağlama yerleştirmek ve sorgulamak amacıyla, eski Avrupa yerlilerinin bedenlerinin antropolojik ve bilimsel portrelerini kullanır.
Almanya ve ABD’de yaşayan Kahlon geçenlerde, İşkence Raporu’na tepki anlamında, sanatçıların, yazarların, akademisyenlerin rolü ve kendi çalışmaları üzerine Hyperallergic’e konuştu.
Joscelyn Jurich: 2012 yılı ‘Ölü Bedeni Öptün mü?’ projenizde Amerikan gözaltı merkezlerinde ölen Afgan ve Iraklı erkeklerin ABD askeri ölüm sertifikalarını ve otopsi raporlarını kullandınız. Meclis İstihbarat Komitesi İşkence Raporu’nun 9 Aralık 2014’te çok kısaltılmış olarak yayınlanmasına verdiğiniz tepkiyi açıklayabilir misiniz?
Rajkamal Kahlon: Sanırım çok karışıktı tepkim. Farklı haberler okuyordum ve elime geçen ilk şeylerden biri, ACLU’nun insan hakları avukatlarından Steven Watt’dan gelen bir e-postaydı. Slate için bir yazı yazarak, bu raporda yer almayan yüzlerce, belki de binlerce kişinin gizlice işkence gördüğünü; alıkonmak üzere yabancı hapishanelere gönderildiğini ve işkence gördüğünü açıklıyordu. Bir taraftan bu raporun çok dar kapsamlı olduğunu ve çok geç kaldığını düşünürken, diğer taraftan da bu konuyu yeniden halkın tartışmasına açtığını düşünmüştüm. Ebu Gureyb fotoğrafları ortaya çıktığında, insan bu konunun ortalığı birbirine katacağını sanıyor ama, sanki konu su yüzüne çıktı ve sonra çok hızlı bir biçimde, diğer haberlerin arasında kaybolup gitti. Bu raporun iyi yanının, işkencenin yeniden konuşulması olduğunu düşünüyorum ama, aynı zamanda 5 binden çok sayfanın sadece 500 sayfası bu ve çok sayıda insan doğru soruları sormuş değil. Örneğin, işkence programıyla ilgili olarak yapılan, ‘Amerika’nın güvenliğini korumak ve Amerika’yı saldırılardan kurtarmak’ şeklindeki mantıksal açıklamayı çok az insan sorguladı. Üstelik Bush yönetimi sırasında Beyaz Saray’da yer alan üst düzey görevlilere göre, işkence daha çok, 11 Eylül ve Irak arasında bağlantılar üretme arzusundan doğdu. İnsanlar, bir savaş başlatmayı haklı göstermek amacıyla işkenceden geçirilmişlerdi. Bu nokta önemlidir.
Senatör Dianne Fienstein’in, işkencenin biz Amerikalıların tarihinde bir leke olduğu şeklindeki açıklamasına katılmıyorum. Saldırganlığın tarihi Amerika’nın kuruluşunun bir parçasıdır. Bize sürekli olarak iyi tipler olduğumuz şeklinde bir vatan sevgisi miti pompalandı. Solda bile, aslında gerçeği, adaleti ve demokrasiyi savunduğumuz fikri vardır. Bu gerçekten de son derece yanlıştır. Amerika’nın geçmişindeki gerçeklik hesaba katılmaz. Amerika soykırım ve kölelik üzerine kurulmuştur. Amerikan toplumunda; ağır silahlarla donatılmış polis güçleri aracılığıyla azınlıktaki vatandaşları öldürerek ulusal anlamda ve emperyal saldırganlık aracılığıyla ülke dışında uluslararası anlamda uygulanan derin bir şiddet vardır: Tarihin, geçmişin dürüst bir muhasebesi yapılmadıkça, bir ülkenin değişmesi; daha insani, daha eşit bir ülkeye evrilmesi söz konusu olamaz. Basitçe, bu sohbet aslında anaakım medyada gerçekleşmez.
JJ: Çalışmalarınızın büyük bir kısmı arşivlenmiş ve belgesel malzemeleri yeniden bir bağlama yerleştirme ve yeniden yorumlama temelinde. İşkence Raporu’nu da, ACLU projesinde tartıştığınız belgeleri kullanşınıza benzer bir yolla mı kavramsallaştırdınız? O zaman otopsi raporları ve ölüm sertifikalarına göndermede bulunarak ‘Hepimiz o raporlarda yer alıyoruz’ demiştiniz.
RK: ‘Hepimiz o raporlarda yer alıyoruz’ cümlesini, ‘Ölü Bedeni Öptün mü?’ projesi ve ABD tarafından gözaltında öldürülen Iraklı ve Afgan tutuklulara ait ABD Askeri otopsi raporları üzerine konuştuğum ‘Estetik Adalet’ adlı bir günlük konferansta, performatif bir dersin parçası olarak kurdum. Bu cümleyle, Amerikalılar olarak o ölümlerle ve öldürülen o insanlarla bağlantılı olduğumuzu söylemek istedim. Onların nasıl biz ve bizlerin nasıl onlar olduğunu anlamadığımız için, aramızda kolaylıkla bir duvar oluşur ve onların ölümü kendi ölümlerimiz kadar önemli olmamaya başlar. O cümlenin devamında, işte bu mantığın ölümlere neden olan şiddetin bir parçası olduğunu ve bunun, biz ölümle bizzat yüzleşene dek artan bir biçimde bize zarar vereceğini de söyledim.
Senato raporu daha yeni ortaya çıktı. Bu rapora çok doğru, derinlemesine ve üzerinde düşünülmüş bir karşılık vermek zamanımı aldı. Genelde izlediğim süreç, uzun ve yavaş oldu. Önce 2004 yılında otopsi raporlarının farkına vardım ve bu raporları Ölü Bedeni Öptün mü? projesinin bir parçası olarak, 2009 yılına dek çalıştım. Raporları uzun süre incelemem mümkün olmadı, çünkü bu belgeleri çalışmak hiç kolay değil.
Bilimsel, bürokratik ve sıradanlaşan bir vahşetle dolu olan bu belgeleri uzayıp giden seanslar halinde okumak ve üstlerine çizimler yapmak, büyük bir sıkıntı ve fiziksel etki yaratıyor. Senato İstihbarat Komitesi Raporu, ACLU’nun otopsi raporlarından, ve yayınlanması için dava açılan diğerlerinden temel olarak farklı. Otopsi raporları gerçekten de birbirleriyle çelişen türde belgeler, çünkü ölümden önce ve sonra gerçekleşen bir şiddet türünü sunuyorlar, yani bir tür şiddetin gerçekleştiğini kaydetmeye çalışmışlar: Birinin ölmesi. Ardından ölü beden daha ayrıntılı bir incelemeye tabi tutuluyor, inceleniyor, kesilip biçiliyor ve ardından gene eski haline getiriliyor. Sonra da hakkında bir rapor yazılıyor. Hesap kapanıyor. İşkence Raporu, onu açıklama girişiminde bulunan bir şiddet sisteminin parçası. Üstelik bu rapor olmasaydı, ölümlerin gerçekleştiğini bilmeyecektik ve mahkemeye taşıyabileceğimiz yasal bir belge olmayacaktı elimizde.
JJ: Senato İstihbarat Komitesi Raporu, Dianne Feinstein’ın bir önsözüyle başlıyor. Raporun 11 Eylül’ü düşünerek hazırlandığını yazıyor ve o gün ölen kadınların ve erkeklerin bedenlerini anlatıyor. Ardından ‘Bulgular ve Öneriler’ bölümü, işkence edilen kişilere ne olduğunu, bedenlerine ne olduğunu açıklayarak başlıyor. Rapor Ölü Bedeni Öptün Mü? projesini ya da diğer çalışmalarınızdan birini yeni yollar izleyerek düşünmenize neden oldu mu?
RK: İşte tam bu noktada, otopsi raporlarıyla yaptığım çalışma ile İşkence Raporu üzerine konuşulanlar kesişiyor. Bu bağlantı bedenin kendisi. Şiddetin taşıyıcısı olan bedene yaptığım vurgu, otopsi raporunu insanileştirme girişimidir, İşkence Raporu’nu potansiyel olarak insani kılan, bedendir. Beden o öğedir, beden şiddet için bir ortamdır, şiddetin gerçekleştiği ortamdır, beden üstünlüğü elde eder. Herhangi bir şiddet veya emperyal saldırganlık ortamında, sonuçta gelinen sınır, bedensel bir sınırdır. Bu yüzden bedenle çalışıyorum. Her ne kadar farklı kültürler farklı biçimde kavramsallaştırsa da, beden,evrensel olarak anlaşılabilir ve bilinebilir. Her insanın bir bedeni vardır. Otopside şiddete uğrayan bedenle çok derin yollarla bağlantı kurmaya çalışıyorum. Çok somut bir biçimde konuşulması gerekiyor. Bunlar bedenlerin şiddete uğrayışınınn yollarıydı. Bunlar bedenlere işkence edilişinin yollarıydı. Beden, İşkence Raporu gibi şeylerin de dahil olduğu o raporlarda olan bitenlerle ilişki kurmamıza izin vermesi açısından, gerçekten önemlidir.
JJ: Sizin çalışmaların yanısıra, diğer sanatçılar da, örneğin kısa süre önce Jenny Holzer de Terörle Mücadeleyle ilgili yazılı belgeleri sanata dönüştürme çalışmaları yapmıştı. Röportajlarınızda, politik öznelerle çalıştığınızı ama, politik sanatın geleneksel metodolojilerini kullanmadığınızı söylemiştiniz. Bunu biraz daha ayrıntılı olarak, belki de Ölü Bedeni Öptün Mü? veya diğer projelerinizden birini örnek alarak, açıklayabilir misiniz?
RK: Tipik anlamda politik olarak görülen çalışma konusunda hayal kırıklığı yaratan şey, verdiği mesajın tek yönlü olması ve sorunun zaten cevaplandırılmış olmasıdır. Ayrıca arşiv malzemesiyle çalışan sanatçıların, arşivde bulunan bilgiyi çoğu kere değişim ve dönüşüm aracı olarak kullanma ve yeni bir şeyler sunma olasılığının sorumluluğunu üstlenmek yerine, sadece yeniden sunmaya meylettiklerini gördüm. İnsanlar politik sanatı çoğu kere, herhangi bir soru sormayan ve size ne düşüneceğinizi söyleyen bir sanat tarzı olarak düşünüyorlar. Benim ilgilendiğimse bu değil, politik bir konuma sahip olmama rağmen ben işe buradan değil, içsel bir karşılıktan, duygusal bir tepkiden başlıyorum. Empati alanından başlıyorum işe. Otopsi raporlarına baktığım zaman, raporları her okuyuşumda öfke ve iğrenme hislerine kapıldığım için Ölü Bedeni Öptün Mü? projesi beş yılımı aldı. Diğer projelerime dair ders verirken yapabileceğim en iyi şey, raporların resimlerini göstermek olabilirdi. Cassel’in Hindistan’ın Resimli Tarihi’nin (2003-05) başlaması, Irak’ın işgaliyle aynı zamana denk geldi ve ben İngilizlerin Güney Asya üzerine yazdığı 19. yüzyıl metinlerini irdelerken, Irak savaşı ve Ebu Gureyb üzerine de uzun uzun düşündüm. Dolayısıyla asıl kitabın formunu gerçek anlamda parçalarına ayırırken kitabı parça parça irdelemek, işkence üzerine yorum yapmanın bir yoluydu, O çalışmada, Ölü Bedeni Öptün Mü? projesinde ve diğer projelerde de yaptığım gibi, bedenin resmini şiddetin taşıyıcısı olarak kullanıyordum. Çalışmalarımla gerçekten olmasını istediğim şey şu; biri sizi duygusal ve içsel bir karşılıkla tepki vermeye zorladığında, belki de ancak o zaman, bildiğinizi düşündüğünüz şeyi yeniden düşünmeye itilirsiniz. Kendi bedeninizde yaşadığınız kendi deneyiminizle başlar bu.
Genel anlamda sanatla ilişkilendirilen estetik hazzı ve kolaylıkla tüketilebilir bir bakışın eylemini daha da karmaşık hale getirmek istiyorum. Benim için, otopsi raporları çalışmasının (fonunun) ebru ile olması içsel beden anlamına geliyor. Ebru sanatının sahip olduğu biyomorfik şekiller hücresel manzaraları hatırlatıyor ve bu, size söylenen ya da ayrıntılarıyla açıklanan bir şey değil. Sadece bilinçdışı olarak içinize giren, bakışınıza giren bir şey. Aynı zamanda bir raporun üzerine mürekkeple çizim yapılıyor ki zaten özgün rapor da kağıt ve mürekkepten oluşmakta. Dijital bir dosyadan çıkıyor ve özgün raporda olduğu gibi kağıda basılıyor; bu önemli bir noktadır. Ve ardından seyircinin görmesi için gösterime sunuluyor; çoğu kere insanların bu raporlarda gördükleri şey, güzellik, baştan çıkarıcılık ve seyirciyi kendine çeken bir renklendirme ve fonda seyirciyi alt üst eden metin oluyor. Yakınına geldiklerinde görüp okudukları metin çok etkili ve doğası gereği çok dehşet verici olarak ortaya çıkıyor. Ancak çoktan konunun içine çekilmiş oluyorlar, bakmak istiyorlar, okumak istemiyorlar ama, görmek istiyorlar. Bu bakmak ve aynı zamanda bakmaktan uzaklaşmak anını daha da karmaşık hale getirmek istiyorum. İşte empatik değiş-tokuş anında çerçeve içine alınan bu çelişkili itki, çalışmamın politik, dekoratif veya ticari olarak sınıflandırmasına izin vermiyor.
JJ: Bu noktada Ölü Bedeni Öptün Mü? projesinden aklınıza gelen özel çalışmalar var mı?
RK: 2009’dan kalan iki görüntü var. Otopsi raporlarına ebru uyguladım ve ardından, üzerlerine doğrudan doğruya mürekkeple çizim yapmadan önce bunları dijital olarak büyüttüm. Bunlar açık göğsünü tutan bir adamın ve arkadan görünen bedeninden ayrılan derisini tutan bir adamın rönesans görüntüleri. Ebrunun gerçekten abartılı ve güzel olması, temel olarak bu çalışmaların boyutları yüzünden. Çok daha fazla yerim olduğu için, taramalar ve bu ölçekte yapma fırsatı bulabildiğim çizim türü hayli ince ayrıntılı ve hoş oldu. Her ikisi de gözünüzü kolaylıkla çekip alamayacağınız bir etkiye sahip. Gerçekten de güzeller. Sadece baktıkça bakasınız geliyor. Uzaklaşmadan önce uzun bir süre bakıyorsunuz. Çoktan bağlandınız. Orada durdunuz ve düşündüğünüzden daha uzun bir süre baktınız. Bir de bu metin var, ölü bir bedeni açıklıyor; ve kendinizi korumayı bıraktığınız zaman da, bu tür bir duygusal tepki veya karşılıkla başbaşa kalıyorsunuz. Baştan çıkarıldınız, artık bilmek istemediğiniz bir şeylerle uğraşmanız gerekiyor. Benim politik sanattan beklediğim şey de işte bu: Meydan okumak ama zaten bildiğimi düşündüğüm şeyi bir kez daha onaylamak değil.
JJ: 2013 seriniz Blowback de Meclis İstihbarat Komitesi İşkence Raporu’yla ilişkili. Bu proje için motivasyonunuzun ne olduğunu anlatır mısınız? Daha genel anlamda sorarsak, görüntülemeye çalıştığınız şey,‘terör’ü kimin tesis ettiğinin ve kimin ‘terörist’ olduğunun kategorizasyonu ve nedenselliği meselesi mi?
RK: Blowback serisi, modern teröristin çağdaş imleyenlerine karşı Avrupalı bilim insanları ve antropologlar tarafından sunulan yerli bedeninin eski antropolojik portrelendirmesini yeniden düşünmeye yönelik bir dizi çalışma. Eski antropolojik portrelendirmede sessiz ve edilgen kılınan yerli bedenlerinin yeniden görüntülenmesinde, yerliler silahlandırılarak ve giysileri ve görünümleri isyancılara ve gerilla savaşçılarına benzeyecek şekilde değiştirilerek, bir tür otorite saygınlığı kazanırlar. Bir çalışma nesnesinden bir tehdit nesnesine dönüşürler. Çalışma, Avrupalı sömürge arşivleri üzerine yaptığım araştırmadan ve kahverengi ve siyah tenli bedenlerin sık sık şüphe ve korkuyla karşılandığı Avrupa ve Almanya’da yaşarken edindiğim deneyimlerden kaynaklanmakta.
JJ: Bedeni, insanlaştırma ve evrenselleştirme olarak tanımlıyorsunuz. Ölü Bedeni Öptün Mü? ve Blowback adlı çalışmalarınıza ağırlıklı olarak konu olan bedenler çeşitli yollarla nesneleştirildiler ve kimileri için görünür kılmaya ve/veya üzülmeye değecek bir öneme sahip olmadılar. Sanatsal sürecinizde ve pratiğinizin bu gerilimle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu açıklar mısınız?
RK: Çalışmam, bedenin politik, sosyal ve kişisel travması üzerine konuşmaya dayanır. Çok sayıdaki yıkıcı eylemin altında gömülü kalan tarihler, insanlar, hikayeler ve adil olmayan bir gücü sürdürmek için gereken yalanlar var. Güçle ilgili bu tür dengesizliklere karşılık vermek için bildiğim tek yol, her gün dikkate almamamı istedikleri şeylere dikkatimi yöneltmektir. İlgilendiğim şey o parlak yüz değil, normalde göze çarpmayandır.
JJ: Sanat eleştirmeni Philip Kennicott geçenlerde Washington Post’ta şöyle yazdı :
"İşkence üzerine tartışmada kritik bir aşamaya gelmiş bulunmaktayız. 2004 yılında Ebu Gureyb’teki görüntüler ortaya çıktığında olduğu gibi, bu olayları da; az rastlanan, nadiren gerçekleşen veya bir kaç düzenbazın etkin gücünün işiymiş gibi görmek artık mümkün değil.”
CIA’in veya Bush yönetiminin eski üyelerinin sorumluluğunun ne olduğu üzerine, giderek artan tartışmalar var artık. 2011 yılında Estetik Adalet (Aesthetic Justice) adlı bir grup sergisinde yer aldınız. İşkence Raporu bağlamında Estetik Adalet’i tartıştınız. Sanatçıları işkence meselesinde tepki veren bir role sahip olarak görüyor musunuz?
RK: Sanatçıların kesinlikle önemli bir role sahip olduğunu düşünüyorum ama ABD bağlamında, halka açık tartışmayı ve politik tepkiyi şekillendirmeye yardımcı olmak açısından, çoğu kere o rolü üstlenmiyorlar. Sık sık gruptaki ABD’li sanatçılar arasında bunun eksik kaldığını düşünüyorum- sosyal sorumluluk algısı ve politik bütünlük. Sanatçılar, yazarlar, akademisyenler, eleştirmenler: Bu, bizim yapmamız gerekenin bir parçası. ABD’de sanatın gerçekten politikanın dışında kaldığını, bunun gerçekten uzun zamandır süregiden bir hikaye olduğunu düşünüyorum.
Sanatçının rolünü, hikaye anlatmak ve hikayelere bir içerik kazandırmak olarak görüyorum, aksi takdirde bu olayların üzerinin örtüleceğini veya duyulmayacağını düşünüyorum. Otopsi raporları yüzünden, Wikileaks yüzünden, önemini anlamamıza yardımcı olacak herhangi bir mekanizma olmaksızın, muazzam bir bilgi bombardımanına tutulduğumuz içinde yaşadığımız bu andan dolayı, bu konu üzerinde bir hayli düşündüm. Bütün rapor yayınlansaydı da İşkence Raporu’na tepkinin farklı olacağına inanmıyorum.
Bu verilerin tümü arasında savaş suçlarıyla ilgili kesin kayıtlar var, buna rağmen ifşa edilenlere verilen tepki çok az. İşkence programının yapılandırılmasında ve uygulanmasında sağlık çalışanlarının suç ortaklığı çok büyük ve bu konuda yeterli bir tartışma yapılmış değil. Bu noktada sanatçı, akademisyen, yazar devreye girer. Bu, bir grup olarak çabalamakdır. Bu malzemeye bir içerik kazandırmak, bu malzemeyi önemli kılacak bir hikaye üretmek işimizin bir parçası. Hikayeye içerik kazandıran ve hikayenin önemini belirleyen, bunu vurgulayan, etik üzerindeki sayısal etkisinin ne olduğunu sorgulayan bir rolümüz var bizim. Neden önemli olduğu sorusunu sorduğunuzda, sanatçı devreye girebilir. Bunu ciddiye almamız beklenir bizden ve sanırım, bırakın sanatçıları, bunu yapan kişilerin bile, sayısı yeterli değil.
Orijinal metin: http://hyperallergic.com/173340/making-art-from-the-war-on-terrors-deadly-paper-trail/