Ahmet Öğüt, Dirimart’ta it can and has been adlı sergide izleyicileri önce yakın bir geçmişte yolculuğa çıkarıyor. Buralarda yaslandığı kavramdan (gündelik hayat) kopacakmış gibi duran işlere yer veriyor. Düşsel bir yoğunluğu içinde barındırmayı da ihmal etmiyor. Gündelik olanla kriz anlarına yaptığı vurgular arasında sergiyi konumlandırıyor. Bu ikisi arasında oluşan gerilim kendini açığa vuruyor. Bu aralıkta cereyan eden olayların ise mizah barındırmaması ise kaçınılmazdır. Doğal olarak mizah her iki durumu da esnetecek bir görev üstleniyor.
Küratörlü, solo ya da grup sergilerinde çoğunlukla o serginin bir bağlamı olması gerektiği üzerinde durulur. Bu bağlama bağlı olarak işlerin birbirini beslemesine, yeni anlamlara sürüklemesine dikkat edilir. Sergi metni ve eserler arasında güçlü bir ilişki oluşturulması hedeflenir. Amaç tutarlı, bütünlüklü ve iyi düşünülmüş bir sergi oluşturmaktır. Ama işler planlanıldığı ve düşünüldüğü gibi gitmeyebilir. Bağlamı aşan ya da onun gerisinde kalan bir serginin de ortaya çıkma ihtimali vardır. O bağlamın etrafında kurulan, birbirine kapı açan ve besleyen eserlerin bir kısmı yaslandığı bağlama biraz da veya çoğunlukla bir halat gibi kopacak şekilde bağlanması gerektiğini düşünürüm. Böylece sergiyi anlamlandırma ve yorumlama sürecimizde bir anlık bir boşluk oluşabilir dahası bir kopuşa neden olabilir. Bir tür soluklanma ve nefesi tazeleme diyelim. Kopacak halat metoforunun bir sergiye gerilim katacağı gibi sergide bir kesik yaratabileceği düşüncesindeyim. Bir tür tümsek ve kambur işlevi de görebilir. Belki de anlam kendini buralarda açığa vuruyordur. Düşsel ve düşünsel yoğunluğu artırarak sergiye hiç tahmin etmediğimiz bir bakış sunabilir.
Ahmet Öğüt, Dirimart’ta it can and has been adlı sergide bunu kısmen de olsa yakalayabiliyor. Bunun için izleyicileri önce yakın bir geçmişte yolculuğa çıkarıyor. Buralarda yaslandığı kavramdan (gündelik hayat) kopacakmış gibi duran işlere yer veriyor. Düşsel bir yoğunluğu içinde barındırmayı da ihmal etmiyor. Gündelik olanla kriz anlarına yaptığı vurgular arasında sergiyi konumlandırıyor. Bu ikisi arasında oluşan gerilim kendini açığa vuruyor. Bu aralıkta cereyan eden olayların ise mizah barındırması ise kaçınılmazdır. Doğal olarak mizah her iki durumu da esnetecek bir görev üstleniyor.
Henri Lefebvre, üretim ilişkilerinden sonra kapitalizmi anlamak için gündelik hayat üzerine düşünmemiz gerektiğini ısrarla vurgular.
O halde öncelikle gündelik hayat mefhumuna eğilmek gerekecektir. Yeryüzünün korkunç bir şekilde sömürgeleştirilmesine bağlı olarak kadastrolaştırılması yani herkesin mülkiyetinde olanın birileri adına çitlenmesi durumu, zamanla üretim ilişkilerini belirleyici oldu. Artı değerin daha fazla üretilmesi iki sınıfın doğmasında önemli bir faktör haline gelirken, bu çok önemli ilişki; ekonomik, hukuksal, toplumsal, kültürel ve daha birçok uzama yansıdı. Modern dünyada gündeliğin içine kadar sızdı. Henri Lefebvre, üretim ilişkilerinden sonra kapitalizmi anlamak için gündelik hayat üzerine düşünmemiz gerektiğini ısrarla vurgular.
Olağan bir hayatın sınırlarını çizmek
Kapitalist sisteme ve ataerkine bağlı olarak gündelik hayatın ritmi erildir ve dikey örgütlenmiştir. Bu durum neredeyse her şeyi sıradanlaştırır. Olağan bir hayatın sınırları çizilir. Alışkanlıklar ve düzenlilikler edindirir. Şeyler bu düzene göre konumlandırıldıkları için ‘her şeyin yolunda’ olduğu hissi uyandırır insanda. Evet sıkıcıdır. Çoğu zaman çekilmezdir. Hatta bunalıma soktuğu bile söylenebilir. Onun için de ‘boş zaman’ denilen bir mefhum üretilmek zorunda kalınmıştır. Ama kültür endüstrilerinden bildiğimiz üzere işlik ve sonrası ele geçirildiği için sömürü ve manipülasyon her iki süreçte de devam etmektedir. Ama bu bu düzenlilik ve sıradanlığın oluşması için dünyanın başka bir yerinde canlı ve cansız nesnelerin sömürüldüğü gerçeği hep göz ardı edilir. Fakat artık antroposeni yani insan eliyle dünyanın sonunun getirilmesi gittikçe hız kazandığı hatta felaketin olup bittiğini ifade eden birçok düşünür var. Durum tam da bu konumdayken, gündeliğin ritmi bu felaketlere yol açtığı ileri sürülebilir. Ancak yine bu düzenlilik şu düşüncenin oluşmasına neden olmuştur. Küçük çaplı doğal afetler olsa da kıyamet tam olarak kopmamıştır. Dahası felaketler dünyada hep başkalarının başına gelir.
Çok değil yarım yüzyıl önce hayatımızda önemli bir yeri olan bu marka otobüs artık bir hobi nesnesine dönüşmüş durumda
Ahmet Öğüt, yakın bir dönemde şehirlerarası seyahatte göreceli konforu ve hızıyla gündelik hayatın içine yerleşmiş bir otobüsü galerinin girişinde sergiliyor. Koltuklara bir düzenek yaparak bir yolculuktaymış hissi uyandırması, insanı bu otobüsle yaptığı seyahatlerdeki anılarını tazelemelerine yol açabilir. Sergiye arka kapıdan girildiğinde bir zamanlar şoförlerin beyaz atletleriyle uyuduğu bagaj, bir otel odasını andırır bir şekilde dizayn edildiği görülür. Konforlu bir yatak, telefon, abajur bir lambayla beraber bir zamanlar o otobüsü süren şoförlerin orada uyurken çekilmiş fotoğrafları bir slayth eşliğinde izlenebilir. Çok değil yarım yüzyıl önce hayatımızda önemli bir yeri olan bu marka otobüs artık bir hobi nesnesine dönüşmüş durumda. Gündeliğin ritmi ve hızına yetişilecek durumda değiliz derken bulabiliriz kendimizi. Ayrıca birçok sosyo-politik ve kültürel okumalar yapılabilir. İki gösterge arasındaki ilişkiye dikkat çekmek istiyorum. Bir zamanlar gündeliğin ritmini belirlemiş bir binek aracından sonra, sanatçı insan eliyle her canlının dışlanmasını beş farklı kültür merkeziyle ilişkilendirdiği hayvan heykellerine yer verildiği görülüyor. Bu ritmin başka yerlerde ve canlılarda ciddi sorunlara yol açtığı söylenebilir. Zira, kültürün mülkiyetle kurduğu ilişki diğer var olanların yaşam koşullarına ciddi bir darbe indirir. Bu çalışma olağan hayatın gidişatını esnetecek bir hamle olarak da okunabilir. Bir krizi vurgulamaktadır.
Tam da hayat stratejilere karşı taktiklerle ilerlerken sanatın durumu ve pozisyonu nedir?
Sistem ve ona bağlı olarak gündeliği aşmak için sanatsal anlamda birçok yol olabilir. Feminist, queer ontoloji bu ilişkileri esnetmede çok önemli payları var. Bu iki dirençten ziyade iki farklı tavra değineceğim. Birincisi avangardların tutumu. Bilindiği üzere onlar bu kâbustan uyanmak için hayat ve sanatı birleştirmek istiyorlardı. İkincisi ise sanatsal olanı gündeliğin ritmini bozacak şekilde müdahalelerle ele alanlar. Sıradan hayatı sıradan olanla parçalamak. Ya da ‘muğlaklaştırmak’. Çünkü iktidarın sızamadığı boşlukları ve alanı lehe çevirmek gerektiği düşüncesindeler. Buralara müdahalelerde bulunmak veya buraları daha da genişletebilecek taktikler geliştirmek gerektiği savunurlar. Bu çaba önemli fakat iktidarın stratejilerine karşı sürekli bir taktik geliştirmek de bir müddet sonra iktidarın lehine dönebilir. Bu taktikler işe yaradıktan sonra bir direnç ve mücadele gücü de sağlayabilir. O, stratejileri geçersiz kılabilir. Fakat o yeni stratejilerle dönecektir. Bu taktikleri de göz önünde bulundurarak. Tam da hayat stratejilere karşı taktiklerle ilerlerken sanatın durumu ve pozisyonu nedir? Ahmet Öğüt’ün böyle bir amacı olmasa da şöyle bir cevap verdiğini düşünüyorum: yer çekiminin neredeyse sıfırlandığı bir odada birçok çalışmayı bir araya getiriyor. Öğüt’ün sanatçılara postaladığı mail artlar, bir haber ajansıdan alınmış görsellerden oluşan kolajlar, büyük bir hangarda bir işçinin helyum balonla bir günlük mesaisi… İnsanların eserlere bakarken belki de sanatın bir anlık boşluk bırakarak insanda düşme hissi uyandırması gerektiğine yönelik bir önerme sunduğu ileri sürülebilir. İster kabul edelim ya da etmeyelim gerçek olan ne de olsa sonuçta bir denge kaybıdır.
Doğa ve devlet eliyle kapatıldığımız evde, tam da orada bunu aşmak için ne yapabiliriz?
Ahmet Öğüt sergide, eski sinema koltuklarından oluşturduğu bir mekanda tarihi bir doku oluşturduğu söylenebilir. Ama burada bir melodram izletmiyor. Pandemi koşullarından önce sanatçılardan evi nasıl deneyimledikleri üzerine yoğunlaşan işler istiyor. Ve karantina koşulları da bu sürece ekleniyor. Herhangi bir yeri eve çeviren sanatçılar üretimlerini gerçekleştiriyor. ‘Artwork made at home’ adlı çalışmada birçok sanatçının video işleri yer alıyor. Küresel karantina koşullarında dahi üretimin önemini vurgulanması açısından önemli bir çalışma. Doğa ve devlet eliyle kapatıldığımız evde, tam da orada bunu aşmak için ne yapabiliriz? Krizin oluşturduğu gündeliği sanatsal pratiklerle dönüştürme yöntemleri var.
İster gündelik hayatın ritminde, isterse felaket durumlarının oluşturduğu ve giderek kalıcı hale gelen bir yaşamda, hafif de olsa bir tökezlemenin bir şeyleri değiştirmeyeceğini kim iddia edebilir ki?