Oda Projesi 18 yıllık tarihinde ilk kez kolektif yapılarını bireysel olarak ele alarak Oda Projesi’ni sergi başlığına taşıyor Ariel Sanat’ta 2 Haziran’a dek sürecek sergide. “Oda Projesi bir sergi yapabilir mi, bu mümkün mü bilemiyorum,” diyor sergideki videolardan birinde Özge Açıkkol. Bir ‘üçüncü izleyici’, uzundur Oda Projesi’ni genelde uzaktan takip eden biri olarak ben mümkün olduğunu gördüm. Hatta bir adım ileriye gidip ilk kez fiyat etiketi olan bir üretime bile imza atmışlar Ariel için üretim sürecinde -bu duruma halen şaşırıyor olsalar da. Oda Projesi Oda Projesi’ne bakıyor ‘sergide’. Elbette kendi istedikleri kadar aralıyorlar kapıyı. Ama içeriye gireni samimiyetle karşıladıkları kesin…
Raife Polat: Oda Projesi’nin bana en ilginç gelen tarafı 18 yıllık birlikteliğiniz. Şu an bunu yaptığınız işlerden daha önemli buluyorum galiba. Çünkü bu çok zor bir şey. 3 tane kadının 18 yıl boyunca bir arada üretebilme hali gerçekten inanılmaz. O yüzden öncelikle bunu konuşmak istiyorum. En başında nasıl bir düşünceyle yola çıktınız? Nasıl başladınız, süreç içerisinde nasıl gelişti, neler oldu? Şimdi neredesiniz? Bunu sizden dinlemek istiyorum biraz.
Güneş Savaş: Bu biraz arkadaşlık gibi bir şey. İnsan ne olacağını bilmiyor. Biz hep bir atölye kiraladık kendimize Galata’da, ne olacağını bilmiyorduk diye anlatıyoruz. O kiraladığımız yerde 3 yıl sonra bir projeye dönüştü bu. Projeye dönüştüğünde de hep adım adım gördük her şeyi ve aslında dostluğumuzda da öyle. Ben herkesin bir noktada birbirine hep çok özenli davrandığını düşünüyorum. Hepimizin pek çok problemli noktaları var herkeste olduğu gibi. Ama o problemli noktalar çakıştığında biz her seferinde onu yumuşatabiliyoruz. Bence asıl kıymetli olan o.
Seçil Yersel: Bayağı farklıyız canım. Aslında o dostluk ilişkisinin temelini bir taraftan -hadi videoda demediğimi diyeyim burada- feminist bir okumayla kadın dayanışması olarak düşündüm mesela sen şimdi soruyu tersinden sorunca. Bizde üç tane şey var; dostluk ilişkisi, kadın olma hali ve mekân. Kadın olma haliyle mekân iç içe. Nefes almaya ihtiyacımızın olduğu bir mekân üzerinden çıktı bizim beraberliğimiz ve sonra bunun adı Oda Projesi’ne evrildi.
En başındaki o mekân ihtiyacını biraz açabilir misiniz?
Seçil Y: Biz o dönem ‘Erden Kosova’nın da yazmış olduğu gibi, ailelerimizle yaşayan, bir taraftan üniversiteye devam eden -Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde tanıştık- genç insanlarız. Tabii o döneme geri dönüp, kafayı formatlayıp, ya biz gerçekten ne istiyorduk diye o anki ihtiyacı hatırlamak zor oluyor ama biz gerçekten kendimize ait bir atölye ortamı, anne-baba-aile ortamı dışında görece yaşayabileceğimiz, mümkün olduğunca üretebileceğimiz bir alana ihtiyaç duyuyorduk. Oda Proje’nin sonradan gelmesinin hikâyesini de mekânın kendisiyle düşünebilirsin. Çünkü aynı mahalledeki apartmanın en üst katındayız. Tabii ki herkesin çok rahat ulaşabileceği, görünür bir alan değil. Gene ev gibi bir şey. Orada iki arkadaşımız daha var; Sevinç’le Ahmet.
Güneş S: Mesela onlar gittiler işte. Atölyeyi kiralamaya beş kişi başladık. Ama hem mahalleliyle hem çocuklarla hem Galata Derneği’yle bağlantıya geçen üçümüzdük.
Seçil Y: Onlar daha bireysel üretimleri olan, hâlâ da ona odaklanmış insanlar. Bizim girişe, avlulu daireye, mahallenin yol göstermesiyle geçmemizle, oluşmuş olan ihtiyaçlar ve o çekirdek toprağa düştü ve biz açıldık aslında. Gerçekten orada köklendik. Yukarıda öyle değildi.
Güneş S: Hem kendi aramızda hem mahalleliyle bir dayanışma, karşılıklı bir destekleme, besleme, birbirinden cesaret alma hali en başından beri vardı.
Seçil Y: Farklı özelliklerin getirdiği bir durum. Birinin yaptığını diğerinin yapmaması ya da üçüncünün başka türlü yapıyor olması. Bir şey yaparken bir tür makine gibi daha işlevli olarak çalışıyorsun. Bir bünye gibi. Üçümüz aynı ihtiyaçlarda, aynı hızda, dünyaya aynı bakış açısında değildik. Belki de o sürdürmemize sebep oldu. Benim durduğum yerde Özge hadi diyordu, ikimizin durduğu yerde Güneş hadi dedi.
Bu 18 yıllık sürece baktığımızda, yolun başından çok daha farklı bir yerdesiniz. Üretime bakış açınız değişmiş olabilir. Özel yaşamınızda da değişimler var, kendi çekirdek ailenizi kurmaya evrildiniz. Ama bütün bu değişimlere rağmen biz bunu korumalıyız, sahiplenmeliyiz içgüdüsü mü vardı? Yoksa daha akışında, bakalım hayat bize ne getirir halinde miydiniz?
Güneş S: Hepimizde birden söylediklerinin hepsi, o dalgalanma hali oluyor. Çünkü zaten köklü olan dostluk olduğu için ne olursa olsun o hiçbir zaman dağılmıyor, bağ kuvvetli bir şekilde sürdüğü için bir çözünüyorsun sonra tekrar yoğunlaşabiliyorsun.
Seçil Y: Ama tabii bunun dezavantajları olabiliyor. Profesyonelliğin getirdiği mesafe alma ya da bundan sonra şu proje şuna evrilebilir gibi bir durumu pek yaşayamadık. Arşivi bir an önce toparlayıp bir kitap yapalım, ya kimse bir şey anlamıyor yaptıklarımızdan gibi edimlerimizin olmadığı anlamına geliyor. Çünkü bir iç dayanışmanın getirdiği birbirinin dilinden anlama hali var. Dolayısıyla daha nesnel ve herkes tarafından anlaşılabilecek bu bardaktır’ı; üzerinde anlaştığımız bir şeyi, evet ama bu kırılırsa başka bir şey olur, mozaik de yapılır deneyimine sahip olduğumuz için hemen oraya çekiyoruz. Benzer mekanizmalarla ürettiğimiz gazete, broşür gibi üretimlerle, insanları o şekilde evrilterek işin içine dahil ediyoruz. Ama bunun dışına çıkıp bakmayı, profesyonel bakışı genel olarak yapmadık. Kasden mi? Hayır. Mekanizmanın işlemesinin getirdiği bir şey. Ya da şimdi şimdi artık önümüze koyup, biz onu yapmışız bunu yapmışız diye daha mesafeli bakmaya başladık.
“Ben öyle çok tek başıma, bağımsız ben buyum, ben sanatçıyım, ben anneyim diyecek kadar tekil bir karakter değilim. Ortaklıklara ihtiyacım var.”
O zaman buraya, sergiye gelelim hemen… Öncelikle bu bir davet mi yoksa sizin ihtiyacınızdan doğan bir sonuç mu?
Güneş S: Bir davet. Bize şöyle bir davet geldi. Oda Projesi’ni her biriniz ayrı ayrı, kişisel bir üretim yaparak anlatın.
Seçil Y: O yüzden Erkmen’in posterinde ilk kez üçümüzün ismi ayrı ayrı yazıyor. Biz isimlerimizi hiç kullanmayız. Oda Projesi’ni kullanırız. Burada ilk kez sergi ismi olarak Oda Projesi’ni kullanıyoruz.
Oda Projesi’ne Güneş nasıl baktı, Özge nasıl baktı, Seçil nasıl baktı?
Güneş S: Biz çok uzun zamandır bir arşiv yapmaya çalışıyoruz ve bunun için sürekli buluşuyoruz. Sonra bu sergi daveti geldi ve ben de aslında oğlum Eren doğduğundan beri sürekli çizim yapıyorum. Ama o nereye gidecek ne olacak bilmiyorum. Eren doğduğundan beri sürekli dış alandayım, kırlık yerde ya da parkta ve dışarıda ağaçlar, çiçekler, böceklerle ilgilenmeye başladım. Şu ağaç ne, bu ot ne, bu böcek ne? Yani Eren’le doğayı çizmeye başladım. Olduğum anı üretmekle ilgili bir şeydi. Eren’le dışarıda, doğada olma ihtiyacı bende çok kuvvetliydi ve aynı zamanda kolektiflik duygusu da öyle. Bu Oda Projesi’yle başlayan bir şeydi ama ben zaten kolektif olmaya ihtiyacı olan biriyim. Oda Projesi bunu çok besledi diye düşünüyorum. Anne olduktan sonra da tek başıma çocuk büyütmek istemedim. Bir grup anne buldum ve düzenli olarak onlarla buluşmaya devam ettim. Sonra aynı kolektiflik ihtiyacıyla İstanbul’un yakınında bir alan kiralayacak bir aileler grubu buldum ve gerçekten bir alan kiraladık. Orada permakültür ilkeleriyle doğada çocuklarla bir sürü ortak çalışma yapılıyor. Ben öyle çok tek başıma, bağımsız ben buyum, ben sanatçıyım, ben anneyim diyecek kadar tekil bir karakter değilim. Ortaklıklara ihtiyacım var. Neyse işte, buradaki deftere geri dönersek, uzun zamandır doğa, tarım, ağaç, bitki çalışıyorum, çiziyorum, okuyorum, yazıyorum. Bir taraftan biz de arşiv yapmaya çalışıyoruz. Ben de şimdiki Güneş’le Oda Projesi’ni bir arada, paralel tutabilir miyim, bunların bir ortaklığını kurabilir miyim diye düşündüm. 28 gün boyunca hafızadan Oda Projesi projelerini anımsayacağım. Arşive bakmayacağım, bilgisayarı açmayacağım, sadece aklımda kalanlardan projeleri seçeceğim ve o gün bulduğum -genel olarak onu yapıyorum çünkü, dışarı çıkınca muhakkak bir tohum, bir yaprak, bir dal buluyorum- bir şeyin resmini yapacağım. O yüzden defterin adı “Güvenilemez Arşiv”. Yanlış hatırlayabilirim, hiç hatırlayamayabilirim, sanatçıların adını unutmuş olabilirim, tarihi karıştırabilirim, ama bu benim geri dönüp Oda Projesi’ni anımsamam ve onun üzerine yazmam olacak. Çok uzun zamandır aşmaya çalıştığımız o arşivsiz olma hali üzerine benim kendi tarzımda bakmam aslında defter.
Özge sen?
Özge A: Hep bir hatırlama mevzusu var sanıyorum ortak. Ayrı ayrı bu işleri oluşturmadan önce ortak konuşmalar yaptık sergi için ve bu konuşmalar benim yaptığım işi şekillendirdi. Bu arkadaki oda, hafıza odası… Hafıza odası mı dedik, ne dedik oraya?
Koleksiyon…
Özge A: Hah koleksiyon. Çünkü hafıza değildi tam olarak. Bu bir retrospektif sergi, bir hatırlama sergisi değil. Biz aslında “Yararsız Bir Uzam” fikrini konuşurken hep geri dönüp durduk. Dolayısıyla orada sadece mekân fotoğrafları var ve o yararsızlık fikrini aslında bulunduğumuz her mekâna yaymak fikrinden çıktı bu. O yüzden sadece mekân fotoğrafları, mekânların bir koleksiyonu diyelim. Ama tabii mekânlar üzerinden de projeleri hatırlayabilir, konuşabiliriz. Katıldığımız bir sergi, bir Kunsthalle, sanat mekânı ya da kaldığımız bir otel ya da ev, proje yaptığımız başka bir mekân… Hepsi aynı düzlemde, o yüzden hepsi siyah beyaz olarak eşitlendi. Aralarında herhangi bir hiyerarşi kurmadan, hepsinin yan yana geldiği bir alan oldu orası aslında. Hiyerarşi yoktu, çünkü gittiğimiz bir mekânla temas kurduğumuz zaman proje işlemeye başlıyor bizim için. Dolayısıyla bu bir otel odası da olsa biz oradan da proje bir şey taşıyabiliriz, yani gittiğimiz alanla ilişkiye geçme hali. İlk mekânla karşılaşıyoruz, sonra kişilerle tanışıyoruz gibi bir durum. O yüzden orada böyle bir koleksiyon var. Tamamı değil aslında, arşive dalıp, karıştırıp, ortaya çıkardığım mekânlar.
Bazıları benim çektiğim fotoğraflar, ama çoğunu kimin çektiğini bile bilmediğimiz, Oda Projesi olarak kullandığımız fotoğraflar. “Yararsız Bir Uzam”a geri dönersek, Galeri’nin ana sergileme alanını ‘yararsız’ kılıp boş bıraktık. Sanki boş bıraktığında mekânla daha fazla ilişkiye geçebiliyorsun. Ne bileyim köşesini görüyorsun ya da kendi hareketini oluşturuyorsun. Duvarda bir şey asılıyken ona doğru gidiyorsun, o seni yönlendiriyor. Ama boş kaldığında serbest de kalıyorsun. Tabii ortada, merkezde metin var, ama yine de öyle olduğunu düşünüyorum. Benim anlatımımın biri bu koleksiyon odası. Bir de arşivden üç tane proje seçtim. Birisi zaten kendim için seçtiğim “Yararsız Bir Uzam”, fotoğraflar da oradan çıktı. Diğer ikisini Seçil ve Güneş’e bir tür ödev verir gibi verdim. Aslında bunların hepsi iç içe. Seçil’e daha önce yaptığımız, ‘Yer’den Mekân’a’ adlı bir mimarlık yarışması projesi vardı, onu verdim. O projeyi bu mekânda yeniden ele almasını istedim. Ana mekânı boş bırakma fikri zaten oluşmuştu ben bunları verirken. Seçil de bu mekânı kâğıt bantlarla çevreledi. Güneş’e de yine 2007-2008 yılında,
İstanbul’daki, en formel diyelim, yeşil alanların farklı mahallelerden bir koleksiyonunu yapmıştık. ‘Please Don’t Step on the Green’ adlı bu projede 50 tane kart basmıştık, 50 tane yeşil durum diyelim. Ama bunlar bildiğimiz şehir planlaması dahilindeki peyzaj alanları ya da parklar değildi. Gerçekten hem yabani olarak türemiş olan…
Güneş S: Biz bunu bağımsız ve el altından gizli yürütülen bir yeşil eylemmişçesine paylaştık.
Özge A: Kartların arkasında da işte nasıl gidilir, gidince ne göreceksiniz falan gibi bilgiler yazıyordu. Bunlardan üç tanesini Güneş’e Milli Piyango bileti çektirir gibi çektirdim ve bu yerlere Güneş tekrar gitti. 10 yıl sonra ve şu anki hallerini buraya taşıdı. Güneş bunları, Seçil de çerçeveleme işini yapmış oldu cevaben.
Seçil’e gelelim o halde…
Seçil Y: Burada panoramik bir alan var; sergi alanı. Diğer sergilerde sergilemenin yapıldığı, bizim şu an “Yararsız Mekân” olarak tarif ettiğimiz yer. Norgunk ekibi, Alpagut ve Ayşe’nin, oradaki işleri yorumladıkları, bir etkileşimin sonucu olarak bu masanın arkasındaki duvara koydukları bir imge oluyor. Bu imge hep aynı boyutta ve aydıngere basılıyor. Benim panoramik fotoğraf çektiğim bir dönemim var ve burayı görünce vup ben buraya yerleşiyorum dedim. Bu fotoğraf, Oda Projesi’nin mahalle, mekân, insan, çocuklarıyla beraber o dönemi çok tarif ediyor diyemeyeceğim ama hissettiren bir imge benim için. Bu alanı görünce direkt aklıma bu fotoğraf geldi. Burada imge içine imge de koyuyorlar. Ben de Ariel’in metodunu ödünç aldım burada ve kendi imgemin içine Özge’den aldığım iki fotoğrafı yerleştirdim. Bir de video işim var. O da biraz evrildi aslında Özge’nin fark etmeden etkilemesiyle. Benim aklımda madem Ariel bizi davet ediyor, biz bilmeyelim, bize üç-dört tane soru sorun, o an o sorularla karşılaşalım ve yanıtlayalım fikri vardı. İlk senaryom buydu. Özge, ya ben çok gerilirim dedi.
Özge A: Yani nasıl kamera karşısına geçeceğim birden…
Seçil Y: Benim için de en heyecanlı faslı o aslında. O anki ifadeler sorunun cevabından daha önemli. Ama Özge olur mu hazırlanmamız lazım falan dedi. Biz bunu kendi içimizde konuşuyoruz tabii. Derken bundan bağımsız Alpagut’tan bir mail geldi, ben soruları göndereceğim ama bence bunun üstüne çalışmanız lazım diye. Ben de, Özge de zaten öyle düşünüyor diye başka bir şeye dönüştürdüm; tamam soruları bileceğiz ama cevapları birbirimizle paylaşmayacağız diye bir karar aldık. Ariel’in mekânında bu videolar bu şekilde çekildi. Bir anda bunları nasıl göstereceğim sorusuyla baş başa kaldım. Bunların üçünün peş peşe gelmesini istemedim. Üçümüz yan yana olalım istedim ve üçe böldüm görüntüyü. Hatta bir üst seviyede üçümüzün soruları aynı anda yanıtlamasını da düşündüm. Çünkü biz genelde konuşurken üst üste çok konuşuruz. Ama sonra böyle bir çözüme gittim. Biri soruyu yanıtlarken diğer iki kişinin sadece o soruyu yanıtlarken mimiklerini görüyoruz. Mesela ben konuşurken Özge’yi ya da Güneş’i izlememize de izin veriyor. Dolayısıyla aslında hem sesle hem jestlerle yanıtlıyoruz soruları ve üçümüz her durumda yan yanayız.
Ben sergiyi dolaşırken siz burada konuşuyordunuz, bir şeyi planlamaya çalışıyordunuz. Sizin fonda kalan bu konuşmalarınızın, seslerinizin, bu spontan katkının beni serginin içine daha da sürükleyen bir etkisi oldu. Sen videoyu editleme sürecini, o ses, mimikler, sessizliği anlatırken, koleksiyon odasında hiyerarşiden arındırdığınız o siyah beyaz fotoğraflara bakarken, videoları izlerken sergiden bağımsız konuşmalarınızın etkisine döndüm yine. Hani Oda Projesi çok anlaşılmıyor falan diyorsunuz ya, burada gezerken kafamda sözcükler uçuşmaya başladı benim; mekân, an, insan, o an orada olma durumu, bunu yansıtma, yorumlama, yeniden kurgulama… Oda Projesi ne yapıyor’un yanıtı bu uçuşan sözcüklerin, kavramların etrafında toplandı.
Bu sergide Oda Projesi’ni ne kadar görüyoruz? Bir davet aldınız ve her biriniz bu 18 yılın küçücük bir yansımasını yarattınız. Bir bütünü göstermek gibi derdiniz de yok zaten, ama sizi az çok takip etmiş olanlar buradaki parçaları birleştirmekte zorlanmayacaktır. Hiç bilmeyen içinse bir merak yaratacağını düşünüyorum.
Seçil Y: Oda Projesi’nin her daim kendini tekrar ettiği şey süreç odaklı oluyor olması. Burada da senin yorumun üzerine süreç tanıklığı ve bitmemişlik hissinin devam ettiğini düşündüm. Bir de hiçbir zaman hiçbir üretimde kendimizi bu kadar görünür kılmadığımız için…
Bir çeşit deşifre bu değil mi?
Güneş S: Çok zor…
Seçil Y: Deşifre gibi de düşünülebilir ya da böylesi uzun bir sürecin bir noktasında yapılabilecek bir hareket bu. Alpagutlar üç tane ayna verip bir bak dediler. Şimdi bu arşiv mantığıyla da aynı şey bir yerde. Bizim arşiv işine girmemiz, hadi artık bunları kategorize edelim, işte artık web sitesi, kitap, kronolojiler yapalım dememiz, bunun bunca yıl sonra ihtiyacını duyuyor olmamız da enteresan. Bu da bir çeşit kendimize dönüp bakma eylemi. Zaten Alpagutlar Oda Projesi ne yapıyor dediğinde, biz uzun zamandır arşivle uğraşıyorduk. Sergi bunun üstüne geldi.
“…Bir de sonuç olarak bir ürün yok, elimizde kalan birkaç kitap var. Bir sanat objesi yok ve aslında onun yaşandığına ve yapıldığına dair bir kanıt yok. Hepimizin ihtiyaç duyduğu şey o; yapılanın senden sonraya akabilmesi. Biri ona benzer bir iş yapıyorsa aslında onun da geri dönüp şu an ürettiği işin bir zaman önce nasıl yapıldığına dair bir şey bulabilmesi.”
Seçil senin bir de Özge’nin verdiği ödevin var…
Seçil Y: Şu ‘Yararsız Mekân’ meselesi… Orada şöyle bir şey var aslında; boş bırakmaya ve mekânların kullanımına üçümüz karar verdik. Bunu dedikten sonra, Özge yarışma metnine cevap vermemi istedi. Bende hiç okumamışsın gibi şu metni bir oku önce dedim kendime. Çünkü bu metinde şöyle bir hareket var. Normalde mimarlık yarışmalarında boş ve üzerinde düşünülmemiş bir alan vardır, mimara şöyle bir şey istiyorum bunu gerçekleştir dersin. Ne deniyor ona?
Güneş S: Şartname.
Seçil Y: Biz bu metinde, hazırladığımız şartnamede, mahallede olagelen yaşantının yazıldığı, iklimi budur, mimari yapısı budur -yine tersinden- o alanı bir mimari şartname diliyle tarif edip, mimarlara bitmiş ve süregelen bir mahalle için ne yapabilirsiniz diyen bir challenge yaptık.
Güneş S: Üstelik de yeni bir yapı yapmamak da vardı şartnamede.
Seçil Y: Ama eklemeler yapabiliyorlardı. Burada hepimizi ve mahalleliyi de bence şaşırtan sonuç Tolga Adanır’ın sunumunun kazanması oldu. Herkes maketlerini yapmış, hazırlıklarını tamamlamış. O böyle elini kolunu sallayarak geldi. Jüri de mahalleli, içeride videosu da var. Tolga sunumunda siz burada zaten en iyisini yapıyorsunuz dedi mahalleliye. Ben mimar olarak ancak size eşlik edebilirim, yapmak istediğiniz bir şey varsa yardımcı olabilirim dedi ve birinci oldu. Ben işte bu şartnameyi okudum ilk. Hiçbir şey yok kafamda. Sonra bir an ben bu metni Ariel sergi mekânıyla birleştirdiğimde ne çıkar ortaya diye düşündüm. Yani aynen mahalledeki gibi, orada bir yarışma ve onun şartnamesi vardı. Burada da bir galeri var, kullanıcısı belli, tüketicisi belli. İşte bu noktada herhalde çaktırmadan Tolga girdi devreye. Ariel üzerinden şartnameyi yorumladığımda, buranın kendi planını ona geri iade etmek istedim. Burada sınır olarak gördüğümüz, o mekânın kendisi aslında ve o mekânı kendisine teslim etmek. Üzerine ortak düşündüğümüz gibi bu yararsızlık yararsızlık değil aslında. Mekânı görebilmen, ona izin vermen daha çok. Özge’nin dediği şey önemli burada, duvara bir şey astığın zaman sen ona yönleniyorsun. Buradaysa bir tedirginlik, bir rahatsızlık oluyor. Alpagutlar da ilk gördüklerinde, hepsi bu mu diye sordular. Biz de daha ne olsun, mekânı size geri verdik dedik.
Özge A: Ben fikrimin çok arkasında durmama rağmen sergi anına dek onun tedirginliğini taşıdım ben. Sonuçta burada bir şey yok!
Açılışta insanların bir tepkisi oldu mu?
Özge A: Hiç olmadı. Ben boşuna tedirgin olmuşum. Bana bütün bunlar tedirginlik veriyor şu bu ama bir tür kişi olarak özgürleşme hali gibi de geliyor.
Arşive gelmek istiyorum. Uzundur bununla uğraştığınızı biliyorum. Neden böyle bir ihtiyaç var?
Özge A: Birincisi, belki en önemlilerinden biri, bizim projelerimiz olduğumuz mahallenin içindekilerle kısıtlı, izleyici ve katılımcı anlamında diyorum. Galata’da da öyle sonraki süreçlerde de öyle. Biraz kapalı devre işler. Burada yaptığımız gibi sergi formatında işler çok az.
Güneş S: Bir de sonuç olarak bir ürün yok, elimizde kalan birkaç kitap var. Bir sanat objesi yok ve aslında onun yaşandığına ve yapıldığına dair bir kanıt yok. Hepimizin ihtiyaç duyduğu şey o; yapılanın senden sonraya akabilmesi. Biri ona benzer bir iş yapıyorsa aslında onun da geri dönüp şu an ürettiği işin bir zaman önce nasıl yapıldığına dair bir şey bulabilmesi.
Seçil Y: Hafıza oluşturmak…
Güneş S: Hafızasız bir 18 yıl çok tuhaf bir şey çünkü.
Özge A: Bir de şöyle bir iddiamız da var aslında. Şu kartlar da öyle, gazeteler de öyle. Bir bilgi üretimi iddiası var. Bunlardan faydalanılamazsa bir anlamı yok.
Güneş S: O an orada yaşayanın bununla bir deneyimi var; Oda Projesi o an var. O an geçtikten sonra onun tarifi, geri dönüp anlatmaya çalışmak o kadar zor ki. Ama onu da paylaşmak istiyorsun.
Seçil Y: Bence zor olan gene bizim iç düşünme halimiz. Çünkü istedik mi paylaşıyoruz. Oda Projesi’nin, Türkiye ve İstanbul dışında çok daha fazla üzerine yazıldı, çizildi, tez konusu yapıldı. Kendi coğrafyasında üzerine bakılmamış bir birikim var.
Özge A: Çok da yerel bir tarafı olmasına rağmen.
Seçil Y: Bu mesela çok da önemli arşivin görünür kılınması için. Bizim coğrafyanın olmayan ama olmakta olan terminolojisi dışından bakılıyor Oda Projesi’ne. Dolayısıyla bizim artık veri, delil ortaya çıkarmamız gerekiyor. Kronolojik olmasa da, yapı, düşünce, içerik budur dememiz gerekiyor. Çünkü hep bir dolayımla üzerine konuşulmuş. Çünkü buranın eleştirmeni de dahil olmak üzere üzerine tartışılmamış bir durum var. O yüzden de bizim için bir gereklilik haline dönüştü.
Nereye evrilecek bu arşiv?
Özge A: Kitap projesi var. Bir web sitesi de olsa iyi olur. Kitaba da hemen ulaşamıyorsun çünkü, ama bir taraftan da konuşuyoruz hâlâ. Bazı şeylere hemen ulaşabilmeli misin acaba? Hazır sunma halini beslemesek mi? Bu konuşmaları sürekli yaptığımız için de taşıyıcısını oluşturamıyoruz bir türlü. O yüzden yavaş ilerliyor.
Seçil Y: Ortaya çıkacak kitap da Oda Projesi’ni anlatmaktan çok biraz buradaki gibi. Kendi kendine, o anki durumu, o dönemin İstanbul’unu da ele alan bir kitap çıkacak inşallah.
* Norgunk ekibinin Oda Projesi’ne sorduğu sorulardan biri.
Sergi 2 Haziran’a kadar Ariel Sanat‘ta görülebilir.