Akademisyen ve sanat eleştirmeni Rahmi Öğdül’den referansla hareket edersek insanlık tarihi evcilleşme ve evcilleştirme mantığı üzerinden işleyen bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Evcileştirmenin avcı – toplayıcı yaşamdan yerleşik yaşama geçildiğinde başladığını görüyoruz. Bu geniş çaplı kırılmadan sonra insan; bitkileri ve hayvanları hatta kendisini evcileştirdi. Barakalar yapıp adına ev dedikten sonra yeni yaşam alanının etrafını çitlerle ördü. Türleri özel bir seçilime tabii tuttu. Yabandakinin; sesini, soluğunu, davranışını “oluşunu” işe yarayacak şekilde değiştirdi. Her şey bir form ve forma sokma meselesi oldu. Sürekli formlar tasarlandı. Bitmek bilmeyen form arayışı uygarlığın gelişmesine neden oldu. Bu sonsuz döngüde oluşlara müdahale edildi ve onlar istenilen ve olması gereken durumlara sokulmaya çalışıldı. Öte yandan her çağda iktidarda olanlar; inançlar, ideolojiler ve teknolojiler sayesinde egemenlik kurduğu topraklarda insanların büyük bir bölümünü kendi istekleri ve çıkarları doğrultusunda formlara sokmanın çabasındaydı. Bazen biçtiği gömlek dar geldi. Bu kez iktidardakiler başka arayışlar, buluşlar ve pratiklerle varlığını sürdürmenin yollarını aradı. Ez cümle çoğu şeyler kendi oluşuna bırakılmadı. Bırakılmadığı gibi ‘birçok şeyde şiddetin izleri’ var. Bu konuda Tarkovsky’nin Kurban (Offret) adlı filminde başrol oyuncusu profesörün annesiyle ilgili olan bir anısını anlattığı sahneyi hatırladım.
Yaratılmak istenilen bu formlara sanat da kendi oluşturduğu formlarla ya da formsuzlukla karşılık vermeye çalışır. Sesin sese değdiği, notaların birbirini takip ettiği, boyanın suya karıştığı, görüntülerin “zamanı mühürlediği”, sözcüklerin ruhlara seslendiği yerde ilk duygulanım olarak lirik ve şiirsel bir atmosfer kendini hissettirir. Esini, coşkuyu ve arzuyu harekete geçirecek enstrümanlardır. Aklı yerçekimine tabi kılarak ama ondan da kopmayarak duyumsamanın özgül ağırlığıyla ayakların yerden kesilmesinin nedenlerini sunar. Yaşamı, varoluşu, varlığı, var olanı çoğu yönleriyle kucaklamanın, anlamanın ona değer vermenin mayasını damıtır. Yaşamı kederden azade etmenin yoludur. Tekilliğin, varoluşun kendisiyle ve oluşlarla çarpışmasında rol üstlenir. İnsan kendinden taşar, insanı taşırır kendinden. Bununla da kalmaz dünyanın, yaşamın, olup bitenin huzursuzluğuna felsefi – poetik düşünceler ve hakikatler üretir. Yüzyıllardır elimizden alınmaya ve yok edilmeye çalışılan; yabanıl, lirik, romantik, felsefi ve poetik bir yaşamın ruhlardaki olası yankısıdır. Bunun yanında iktidarlar kurumları, normları, ideolojileri,“kederli bilim”leriyle yeni öznellikleri ve bireysellikleri oluşturma gayreti daha hayatlar yeni yeni uç vermeye başlarken gelir her hayatta bir iz bırakmanın yollarını arar.
Biyolojik olarak hayatta belli bir döneme denk düşen çocukluk da tüm canlılarda olduğu gibi dünya denilen mekâna yayılmak ister. Nasıl suluboya bir kâğıdın üzerinde dağılıyorsa çocukluk da yeryüzüne öyle dağılır. Varlığını ve şeyleri deneyimlemenin ve duyumsamanın arzusu içindedir. Ondandır hayal gücünün dizginlenemezliği. Şiirseldir. Sonsuz çeşitlilik ve olanakların olduğu dünyada deneyimlere sonuna kadar açıktır. Fakat çağına, zamanına ve toplumuna göre değişen kuralların, inançların ve ideolojilerin olduğu bir yerdir burası. Bunların etkisiyle aynı zamanda çoğu şeyin sınırlandırıldığı, sınıflandırıldığı, darlaştırıldığı bir yerdir aynı zamanda bu dünya. Böylesine verili bir dünyanın içine doğmak, büyümek, yol almak birçok karşılaşmayı beraberinde getirir. Bir tür katılaştırma çabasına karşılık çocukluk hayata çatlaklarından sızmanın arayışı içerisine girer. Ama bu çatlaklar tarihin her döneminde erki elinde bulunduranlar tarafından kapatılması gereken istenmeyen durumlar olarak görülmüştür. Zira oyuk veya çatlaklar bütünün varlığına tehdit oluşturduğu gerçeği kendilerini huzursuz hissetmelerine yol açmıştır. Kendi egemenlik pratiklerine ve ideolojilerine göre biçimlenen bireyler yetiştirmek istemeleri tek arzularıdır. İşte bu yüzden farklı dönemlerde iktidar anlayışları değiştikçe çocukluk “ilk günahın nedeni”, “geleceğin yetişkin minyatürleri”, “masumiyetin ifadesi” ve “ulus devletin bir yurttaşı” olarak görüldü. Çocukluk her çağda farklı formlara sokulmaya çalışıldı. Eğitim ise bunların başında geliyor. Bir süreç olarak hala işlerliğini sürdürüyor, bedenlerdeki yakıcı etkisini hissettiriyor. Günümüzde artık katı disiplin kurallarının yerini zihinlere ve ruhlara işleyen bir iktidar pratiğiyle karşı karşıyayız. Tüm hayatlarda olduğu gibi oralar ele geçirilmeye çalışıyor. Tam da durum böyleyken sanat bu katılığa karşı bir çatlak ve bir boşluk açabilir mi? Bu türden düşünüşler ve pratiklerin karşısında bunların etkisini gösterirken bunlara rağmen kendi hakikatini kurabilir mi? Nihayetinde bakan gözü boşluk ve uçurumla baş başa bırakmanın yollarını döşeyebilir mi?
Murat Balcı ilk kişisel sergisi “Evcil Sesler”i Kurtuluş Rum İlköğretim Okulu’nun dersliklerine yayıyor. Sergi, müzik yoluyla zihinlere ve ruhlara seslenen ve onları forma sokmaya çalışan okul şarkılarından yola çıkıyor. Okullarda sıklıkla söylenen 12 farklı şarkıyla ve onlarla eşleşen birer resimle örüyor sergiyi. O şarkıların sözleri ve notasyonunda iktidarın izlerini kırmayı amaçlıyor. Eğitim ve öğretimin her kademesinde okul şarkıları çocuklarda müzikal olarak bilinç sağlamasının yanında; duyuşsal, davranışsal ve bilişsel yönlerinin gelişmesine katkı vermek için düzenlenir, yazılır ve notalara dökülür. Fakat Balcı’nın ele aldığı okul şarkılarında insanı huzursuz hissettiren durumlar var. Balcı eserlerini oluştururken suluboyanın veya boyanın kâğıda bıraktığı izde ve daha birçok üretim pratiğinde katılaşan, göz kırpan, korkutan, hizaya sokan, evcilleştiren, edilgenleştiren başka bir şeyin izleri var: İktidar izleri. Bu şarkılarda iktidarların çocuk bireylerde yeniden inşa edilme pratiklerini görüyoruz. Buradan hareketle bu pratiklerin sosyo-kültürel yönlerini ve sonuçlarını masaya yatırıyor. Birçok sorunu ortaya koymaya çalışıyor; hayvanlarla olan sorunlu ilişkimizden, eril dilin kadın üzerindeki iktidarına, babanın çocuk üzerindeki hâkimiyetinden, milliyetçilik duygularına kadar birçok konunun şarkılarda yeniden yeniden üretildiğine dikkat çekiyor. Yaratılan temsil kodlarını kimi resimlerinde kara mizahın unsurlarıyla kimisinde ise sert bir şekilde eleştiriyor. Adeta bu kodları yapı bozuma uğratıyor. Hayatlarımızda çok büyük etkiler eden aşkınlığı sorguluyor. Resimlerde olduğu kadar notasyonda da her şeyi ters düz etme çabası içinde.
Belli bir çocukluk döneminin yanı sıra ve haliyle devletin eğitim kurumlarında tedrisattan geçmiş bireyleriz. Devletin ideolojik aygıtlarından birisi olan okulun ve ailenin hayatımızdaki derin etkileri kaçınılmazdır. Balcı’nın sergisinde yer verdiği şarkılarda kendi hayat deneyimlerimizi anımsamamamız imkânsız gibi görünüyor.
Balcı sergiyi dört gruba ayırıyor. Hepimizin gayet iyi bildiği bir şarkı Karga ile Tilki, “Türüne Sadakat” grubunda yer alıyor. Bu şarkı yoluyla hangimiz kargayı aptallıkla, tilkiyi de kurnazlıkla özdeşleştirmedik ki? Hâlâ kargayı aptal, tilkiyi de kurnaz olarak düşünenimiz vardır sanırım. Bu bir dünya bilgisi değildir. Hayvanla çocukça bir ilişkiden ziyade hayvanla insani bir ilişki sonucunda yazılmıştır. Sergide yer alan “Cici Köpeğim” ve “Pazara Gidelim” adlı şarkılarda olduğu gibi. Oluşların kendi doğaları ve varoluşlarıyla herhangi bir ilgisinin olmadığı gibi burada onların sınırlı varoluşlarını kendi temsil kodlarımızla ifade etmenin aptallığı söz konusudur. Murat Balcı, onları olduğu gibi değil de hayatlarımızdaki görevi ve yararını göz önünde tutan yaklaşımı alt üst ediyor. Hem resimlerde hem de şarkı notasyonlarında; yerleşik bilinç, kavrayış ve duyumsamaya karşı hayvanları temsil kodlarının dışında ele alıyor. Kimi yerde o oluşların kendi dünyalarına ve yeteneklerine dair bir vurgu yaparken kimi yerde ise evcil hayvanlara özgürlük ve kurtuluş kapısı açmaya çalışıyor hem resimlerde hem de notasyonlarda.
Serginin belki de en radikal ve anarşist işi “Ayşe” adlı şarkıdan yola çıkılarak yapılmış bir resim. “Aileye Sadakat” grubunda yer alan bu şarkıda çocukluk dönemimde yaşadığım bir olayın benzeri, bu şarkıda sanki dile gelmiş gibi. Şarkıda annesinden habersiz evden ayrılıp dereye giren Ayşe, boğularak ölür. Fakat benim başımdan geçen olay bir havuzda gerçekleşti. Gözümü şehirlerarası uzun bir yolda tekrar bu dünyaya açtığımı hatırlıyorum. Birçok çocuğun başından bu ve benzeri olaylar geçmiştir. Buradaki kilit nokta aile çocuktan itaat ve sadakat beklerken o her yasağı delmek ister. Bir türlü ehlileşemediği için yeniliklere ve tehlikelere açık ruhu bu beklentileri kırmasına yol açar. Balcı’nın akan bir dere ve yeşillikle ele aldığı resim ailenin beklentileri ile çocuğun pagan ruhu arasında bir yerde duruyor diyebiliriz.
Bu grubun diğer iki işi “Annemize Türkü” ve “Babama” şarkıları… Birincisinde; toplumun, devletin ve dinin kadına biçtiği rol, bir şarkıyla ele alıyor. Vefakâr bir anne imajının çizildiği şarkı toplumsal cinsiyet kodlarını çocuk bireylerin zihinlerine nakşediyor. Balcı ise toplumsal cinsiyet kodlarını eleştiren bir tutumla bir resme imza atıyor. Toplumun kadına biçtiği annelik rolü kürtaj aletleriyle tersine çevriliyor. İkiye bölünen notosyonda iki ihtimal ön plana çıkarılıyor.
Öte yandan ailedeki gücün ve kudretin tek sahibi olarak yer alan baba denilebilir ki kurumların vücut bulmuş hali gibidir. Baba figürü Balcı’nın elinde çocuğunu yiyen bir leopar gibi resmedilmiş. Dünyaya getiren, besleyip büyüten ve yöneten baba imajının hiçbir şekilde otoritesini elinden bırakmak istememesine gönderme yapıyor. Resimde yer alan notasyonda dizek göz şeklinde bükülmüştür. O göz hep takip etmiyor mu bizi? Hep ensemizde değil mi?
“Yurduna Sadakat” grubunda değerlendirilebilecek bir şarkı “Yerli Malı”. Sözlerde kendi ülkesinin varlığı önemsenirken ötekiyle sınırlar çiziliyor hatta onlar düşmanlaştırıyor. Fakat Balcı bu şarkıdan yola çıkarak petek ve biohazard’ın mükemmel uyumsuzluğuyla birlikte yakın tarihimizde yaşanan nükleer bir faciaya gönderme yapıyor. Devlet eliyle 80’li yılların sonunda okullarda dağıtılan ve avuç avuç yedirilen fındığı herkes hatırlayacaktır.
Çalışkan olmak da bir toplumun çocuk bireylerden beklediği bir edim olarak karşımıza çıkıyor. “Yurduna Sadakat” grubu adı altından yer alan “Çok Çalışkan Olmalıyız” adlı şarkıda bu durum irdeleniyor. Fakat burada toplumda azınlık konumunda, dezavantajlı durumda olan ve Kamp Armen’in inşasını öğretmenleriyle yapan çocuklar merkeze alınıyor. Kamp Armen’in bittikten sonra toplu hatıra fotoğrafını olabildiğince birebir resmeden Balcı, yetimhanenin bin bir zorlukla yapılmasından zorla el konulmasına ve nihayet gerçek sahiplerine verilmesine kadar geçen zorlu sürece vurgu yapıyor. Notasyondaki tuğlalara dikkat.
Fransız Devriminden sonra dünyada ulus devletler ortaya çıktı. Sınırlar çizildi. Her devlet kendi ulusunun kaderini belirleme hakkına sahip oldu. En üstün ırkın kendileri olduğu bilgisi yurttaşlarına benimsetmeye çalışıldı. Toplumun kaynaşması ve birlikteliğini bu gibi aşkın düşünceler üreterek sağlamaya çalıştı. Bir ulus devlet olan Türkiye’de Türklük bilincini ve onun üstün bir ırk olduğunu toplumun her kesimine yayma gayreti içinde. İşte sergi kapsamında yer alan “Ulusuna Sadakat” grubunda yer alan “Türküm” adlı şarkı, Türklüğün önemini ve yüceliğine vurgu yaparak karşımıza çıkıyor. Bir soyun üstünlüğüne yapılan vurgu diğer ırklarla kurulacak ilişkiyi etkiler. Özellikle ergen bireylerde bu duygu daha da aşkın hale gelir. Bu aşkınlığın sonucu Türkiye tarihinin yüz karası ve en kanlı olaylarından biri 6-7 Eylül’dür. Murat Balcı, onlarca Rum, Ermeni ve Musevi’nin katledilmesine, ev ve işyerlerinin yağmalanmasına yol açan bu olaydan yola çıkan bir çalışmayla o günleri ele alıyor. “Hasret” adlı şarkıda ise mübadele sırasında “Gülcemal” adlı gemiyle gülcemalleri solan insanlar üzerinden vatan, millet, sınır ve ulus gibi kavramlar sorgulanıyor.
Ez cümle, Murat Balcı’nın “Evcil Sesleri” çocukluk, eğitim, aile, toplum üzerine tekrar tekrar düşünmemizi sağlıyor. Hiçbir şeyde aşkınlık düşüncesine kaçmadan her canlının kendine ait dünyasının, yaşamının önemini bir kez daha hatırlatıyor. Ötekileştirmeden, hizaya sokmadan, her canlının değerli olduğunu anlatan ve notalardan dökülen şarkılara her zaman ihtiyacımız var.
İLGİLİ HABERLER
“Yazın ile görselliğin birlikteliği ikiye çarpılmış bütünlük sunuyor”