Daha çok oyunculuğuyla tanına Matt Ross’un yazıp yönettiği ikinci film Kaptan Fantastik Filmekimi’nin güzel sürprizlerinden biriydi.
1960‘larda özellikle Amerika’da yaygınlaşan ve genellikle hippi altkütürüyle özdeşleşen karşı kültür hadisesi “Başka bir dünya mümkün” sözleriyle itirazlarını dile getirenlerin en güçlü referanslarından biri haline geldi bugün. Hippi modasının yeniden ısıtılıp tüketim çarkında dolaşıma sokulmasından bahsetmiyorum; bugün gelinen noktada, çevre felaketiyle her zamankinden daha yakın olduğumuz, organik besin bulma konusunda gitgide zorlandığımız ve sömürünün her çeşidinin fena halde incelikli bir biçimde süregittiği dünyamızda hippi felsefesinin belli başlı önermelerinin aslında ne kadar da manalı olduğunun fark edilmesinden bahsediyorum. Tabii, her zaman söylediğimiz gibi, anlayana sivrisinek saz…
Sinemada karşı kültürün en önemli yansımalarından biri Easy Rider’dı şüphesiz. Dennis Hopper’ın yazıp yönettiği film Amerika’yı bir uçtan diğerine motorsikletleriyle geçmek üzere yola koyulan iki gezginin hikayesini anlatıyordu. Bir yol filmiydi ve iki kahramanımız yol boyunca komün hayat süren hippilerle, Teksaslı muhafazakarlarla, uyuşturucu satıcılarıyla, bizzat uyuşturucuyla, kadınlarla ve kaotik bir Mardi Gras kutlamasıyla hemhal oluyordu. Farklı anlatımı, karanlık sonu ve çarpıcı önermesiyle unutulmazlar arasına girmiş ve hatta dönemin Hollywood sistemini dönüştürerek gerçek bir karşı kültür simgesi haline gelmişti. Bugün Dennis Hopper yok artık ama onun izinden giden bir nesil var hâlâ. Var olmasına var da, ne yazık ki onun kadar cüretli, onun kadar uzlaşmayı reddeden ve onun kadar sağlam duruşlu olanlar bir hayli az.
Silicon Valley ve American Horror Story gibi popüler dizilerde oynadığı rollerle tanınan Matt Ross’un yazıp yönettiği Kaptan Fantastik (Captain Fantastic) 6 çocuğuyla orman kıyısında yaşayan ve onları doğanın kanunlarıyla yetiştirmeye ahdetmiş bir babanın hikayesini anlatıyor. Hayvan avlamayı, yetmedi o hayvanı yüzüp parçalara ayırmayı ve pişirmeyi öğreten, dağcılıktan ileri derecede yoga eğitimine dek bedenlerini geliştirecek türlü antrenmanı yaptıran ve her birine verdiği kitaplarla entelektüel gelişimlerini bizzat üstlenen baba (Viggo Mortensen) bir süredir hastanede olan eşinin intiharıyla sarsılacak ve tüm çocuklarını da yanına alarak yola düşecektir. Amaçları cenaze için New Mexico’ya gitmek ve becerebilirlerse annelerini kurtarıp kendi inanışı olan Budist öğretilerine göre yakılmasını sağlamaktır. Ne var ki, her unutulmaz yolculukta olduğu gibi burada da hiç bir şey tam da planlandığı gibi gitmeyecektir.
Tüketim merkezli kapitalist sistemin dayattığı kent hayatını reddedip doğaya sığınan Cash ailesinin hikayesinde karşı kültürün izini sürdüğümüz bir çok hoş detay var. Bir kutlama yapılacağında “Noam Chomsky Günü” ilan ediliyor örneğin. Bir başka sahnede de markete gidip “yiyecekleri özgürleştirme” operasyonu çerçevesinde dört başı mamur bir planla para ödemeden çıktıklarını görüyoruz. Tüm bunlar incelikli bir mizahın eşliğinde kurgulanmış sahneler ama herhalde en komiği ailenin büyük oğlunun artık Troçkist değil de Maocu olduğunu ifade ettiği bölüm olsa gerek. Hikayenin yol filmine evrildiği bölümdeyse hem kendi hem de eşinin ailesiyle çatıştığı anlar şekillendiriyor Kaptan Fantastik’in gidişatını. Burada alternatif yaşam anlayışları test ediliyor bir anlamda ve bu testlerin bir kısmını kolaylıkla alt ederken bir kısmında çözümsüzlüğe düşüp yılma noktasına kadar geliyorlar.
Bir sebepten modern hayatın kendilerine dayatılan nimetlerini (ya da nimet görünümündeki zehrini) reddederek kendi cennetlerini kurmak için doğaya dönen bireylerin hikayelerini anlatan başka filmler de var. Sean Penn imzalı Into The Wild akla ilk gelen örneklerden biri. Farklı bir düzlemde de olsa bu yıl Adana Film Festivali’nde büyük ödülü alan Reha Erdem imzalı Koca Dünya’yı da bu sınıfa sokabiliriz. Orada da var olmaya çabaladıkları acımasız dünyadan kaçarak doğaya sığınan iki çocuğun hikayesini izlemiştik. Onların bilinçli bir felsefesi yoktu belki ama kaçış noktaları aslında çok da farklı ve uzak değildi. Matt Ross’un filmindeyse karakterlerin sistemle bir noktada uzlaştığını görüp isyan etsek de, o uzlaşmanın sistem lehine değil de her biri kendi yollarını çizmeye kararlı aile bireyleri lehine olduğu teyit ediyoruz. Bu fazlasıyla idealize final ne kadar gerçekçi gelir size bilemeyiz ama “başka bir dünya mümkün” diyebilmek adına Matt Ross’a alkış tutmak ve türlü duyguları hakkını vererek bize yaşatan filme dair olumlu düşünceler beslemek için çok sebebimiz var. Biri de “Sweet Child o’ Mine”, görünce anlayacaksınız.