Nezaket Ekici, 20 yılı aşkın süredir 300’den fazla performansa imza atmış bir performans sanatçısı… Bugüne kadar pek çok ülkede, kurumda, üniversitede hem performanslar tasarladı hem de performans sanatı üzerine dersler verdi. Yoğun bir tempoyla üretmeye devam ediyor. Ekici’nin Pi Artworks İstanbul’da üç gün art arda üç ayrı performansını sergilediği seçkisi boyunca izleyiciler de sanatçının bu yoğun temposuna ayak uydurdu. 4-5-6 Nisan tarihlerinde sırasıyla ‘Essence’, ‘Cohesion Patterns_Egg’ ve ‘Panta Rhei’ isimli canlı performanslarını Piyalepaşa’daki Pi Artworks İstanbul mekânında gerçekleştiren sanatçının ‘Keşfin Boyutları’ isimli solo sergisi hem bu performanslarda üretilen heykelleri içeriyor hem de Pars Pro Toto isimli video performansını buluşturuyor. Yani sanatçı bir taraftan bu heykellerin yapıldığı performanslara tanık olmamızı sağlarken, bir yandan da performans-sonrasında bu nesneleri keşif kavramı etrafında deneyimletiyor. Her biri bir başka boyut, seviye veya katman.
Ekici’nin performanslarında kendisinin de işaret ettiği üzere ironi ve neşe önemli bir element. Öğrencisi olduğu Marina Abramović’in aksine… Dört dil bilmesine rağmen bu dillerin hiçbirinde iyi olmadığını söyleyen Ekici, kendisini en iyi bedenin grameri ile ifade ediyor. Bu da hiç tesadüf değil elbette. Ekici’nin daha önce resim ve sanat tarihi okumuş olması, onun performanslarındaki görselliği de oluşturuyor. Şu anda İstanbul Modern’deki ‘Yüzen Adalar’ sergisinde yer alan seçki işlerinden biri olan ‘Blind’ bunun en iyi örneklerinden biri. Ekici, bu işinde hem Max Ernst’in bir resmindeki -Saint Cecilia- azizi canlandırıyor, ama hem de kendini o aziz imgesinden kurtarıyor, o imgenin üzerindeki kabuğu, örtüyü parçalıyor. Nezaket Ekici ile hem Pi Artworks İstanbul’daki, hem de İstanbul Modern’deki işlerini konuştuk. Söz Nezaket Ekici’de.
Can Memiş: Performanslarını tasarlamaya nasıl karar verdiğinle başlamak isterim. Nasıl oluyor? Nezaket Ekici performanslarını nasıl tasarlıyor?
Nezaket Ekici: Önce bir fikir bulmam lazım. Bu fikir de farklı şekillerle geliyor. Biliyorsun, yoldayım ben genelde. Farklı ülkelerdeki kültür kurumlarında (müzeler, festivaller, bienaller, galeriler v.s) sergi ve performanslar yapıyorum. Araştırmalar yapıyorum. Ya da beni birileri çağırıyor. ‘Bu konuda bir performans yapabilir misiniz?’ diye teklif ediyorlar. Ama işte bir performans için önce fikir ortaya çıkmalı. Ama fikir olunca da performans hemen ortaya çıkmaz. Fikir bir illüzyon… O fikri yavaş yavaş üç boyuta getiriyorum ve bedenimle bunu anlatıyorum. Yol uzun. Bazen aylar sürüyor bu iş. Malzemeyi bulmak, araştırmak, mekânı tam olarak anlamak için zaman gerekiyor. Performans bütün bunların sonucunda ortaya çıkıyor.
CM: Sanat tarihi disiplininden beslenir misin çalışmalarında? Bunu şu an İstanbul Modern’in ‘Yüzen Adalar’ koleksiyonunda yer alan ‘Blind’ isimli işinden de yola çıkarak soruyorum. ‘Saint Cecilia’ isimli tabloyu yorumluyorsun o çalışmanda.
NE: Sanat tarihini çok severim. O yüzden üniversitede de sanat tarihi okudum. Resim, heykel, sanat pedagojisi, sanat tarihi ve performans sanatı okudum. Sanat tarihi eğitimimde de Avrupa kültürü daha öne çıktı. Rönesans, Orta çağ, Romantizm ve Avrupa resim sanatından çok ilham aldım. Oralardan fikir üretip canlı performanslar yapıyorum. Resme bakarken ve resmin hikayesini okurken sanatçının neden bunu yaptığından yola çıkabiliyorum. Onları canlandırıyorum. Resimden ilham alıyorum ve o resmi performans sanatına dönüştürüyorum. Tabloyu birebir kopyalamak değil bu, bedenimle tamamen yeni bir esere dönüşmeye çalışıyorum.
Şu an İstanbul Modern’de görebilecek olan ‘Blind’da (Performans, 2007) da bir aziz figürü var. O hikâye de sürreal sanatçı Max Ernst’in ‘Saint Cecilia- The Invisible Piano’ (1923) isimli resmine dayanıyor. O resmi nasıl yaptığına ve hikayesine bakarak tasarladım. Kendim nasıl anlıyorsam öyle yaptım. Küçük bir hikâyeden bakıp bir performans çıkarabiliyorum. Sanat tarihi referanslı çok işler ürettim. İstanbul Modern’de yer alan bir diğer işim Altın Kafes’te (But all that glitters is not gold, Performans, 2014) de böyle referanslar var. Sanat tarihinin yanı sıra, din, siyaset, Alman ve Türk kimliğim, mimari, sit alanı, doğa, yemek ve daha pek çok konudan ilham alıyorum.
‘Önce Fikir Üretip Anlam Veriyorum’
CM: Peki performans esnasında o performansı dilediğin gibi mi yönetirsin, belli bir metne, çerçeveye, hareket planına mı sadık kalırsın?
NE: Ben kavram sanatçısıyım. Önce bir kavram ve bir fikir oluyor ortada. Kavram, performansın formunu ve dışını oluşturuyor. ‘Neden bu performansı yapıyorum’ sorusuna cevap veriyor bu fikir veya kavram. Ama o performans içinde bedenle yaptıklarımın bir formülü yok. Performans sırasında bedenimin hareketi ve bedenimin tepkisi çoğunlukla spontane. Bazı performans sanatçıları bir konsept ile çalışmazlar, açıklayıcı performanslar yaparlar. Bazıları ise deneysel çalışırlar, hiçbir anlamı olmadan bedenleriyle performanslar yaparlar. Ben öyle değilim. Fikir üretip anlam verip bedenle bunu nasıl canlandırabileceğimi gösteriyorum. Ama her şeyi planlamıyorum. Sadece performansın dışını planlıyorum. Nasıl başlayıp ve belki nasıl bitireceğimi planlıyorum. Kendim de bir araç oluyorum o an.
‘Başlangıçta Performans Yapıyorum Dememiştim’
CM: 24 yıldır performanslarınla izleyicilerle buluşuyorsun. Türkiye özelinde bir soru sormak istiyorum. Almanya ile de kıyas yapabilirsin. Sen 24 yılda Türkiye’deki performans sanatı izleyicilerine dair bir değişim gözlemliyor musun? İzleyici nasıl etkilendi Türkiye’de performans sanatının 2000’lerle birlikte gelişiminden?
NE: Üniversite yıllarımda yaptığım performanslarla birlikte 300’den fazla birbirinden farklı performans yaptım bugüne kadar. Ben ilk İstanbul’a 2005’te geldiğimde hiç böyle performans sanatı yoktu, az sayıdaydı. Kimse bilmiyordu. Performans henüz yeni bir sanattı. Genç kuşak performans yapmaya başladı. Performistanbul kuruldu. Şimdi herkes performans yapıyor ama bunun bir emeği de var. Ben kaç yıldır performans yapıyorum ama başta ‘performans yapıyorum’ dememiştim. Başlangıçta insanlara performans sanatı okuduğumu söylüyordum, sonra adım adım performans sanatı yaptığımı söyledim ve sonra bir performans sanatçısı olduğumu söyledim. Yani bu adımlar zaman aldı. Türkiye’de performansların sayısı arttıkça niteliği de değişti. Başta kimse bilmediği için bir merak vardı. Şimdi çok kişi performans yapıyor. Başlangıçtaki heyecan aynı değil. İzleyiciler ise performansları daha iyi anlamaya başladılar. İzlemeye gelen insan sayısı da artık daha çok. Sıfır noktasında değiliz. Kaç senedir çok iş yapılıyor. Almanya’nın ise başka bir hikayesi var. 1960 senesinden beri sanatçılar performans yapıyor. Sanatçılara performans eğitimleri veriliyor. Ama Türkiye’de böyle bir şey yok ya da çok az. Genç sanatçılar biraz bu alanda emek vermeli. Performans bir araştırmadır. O kadar çok mekân görmeliyim, o kadar çeşitli insan tanımalıyım ve o kadar çeşitli kültürden ilham almalıyım ki bu bir performansa dönüşsün. Her şey için zaman gerekiyor. Ama iyi bir yere doğru gidiyor performans, devamı da gelecektir.
CM: Marina Abramović’in öğrencilerinden birisin. Abramović nasıl bir öğretici veya danışmandı sizler için?
NE: Çok iyiydi. Dört sene okuduk, bize bir platform sundu. Hep insanların önünde performans yaptık. Sadece Almanya’da değildik. Bize dünyayı gezdirdi. Çeşitli müzelerde, festivallerde canlı performanslar yapmamızı sağladı. İnsanların önünde performans yaparken o korkuyu aşmamızı sağladı. Bize cesaret verdi. Güzel bir beden çalışması imkânı tanıdı. Ama ben Marina’dan önce de performans yapıyordum. Ben sadece bunu geliştirmek istemiştim. Bana yol gösterecek birisi lazımdı. Yoksa aslında heykelcilik okurken başladım performans yapmaya. Çünkü heykelin içinde de bir beden var. Malzemeyle çalışıyorsun. Bedeni zorluyorsun. Malzemeler ağır… Orada ilk performanslar başlıyor zaten. Ama yol gösteren kimse yoktu. Marina Abramović ise benim için bir şans oldu.
‘Marina’da Peformans Bir Dogma Gibi’
CM: Abramović ile temas etmiş olmak performatif estetiğini geliştirmende nasıl katkı sundu? Ya da daha doğrusu Abramović’in performans dilinden nasıl farklılaştın? Özellikle çalışmanın görsel dili bağlamında merak ediyorum farklılıkları…
NE: Marina’da da kompoziyon ve estetik var. O da resim okumuştu, ama bıraktı. Ama onun çalışmaları başka direksiyonda gidiyor. Marina, acı üzerinden ilerliyor. Bedeni zorlayacaksın, ölsen problem değil onun için. Performans bir dogma gibi. Acı, acı, acı… Benim için acı önemli değil. Zorlama da var bende. Ama bende mizah, ironi, neşe de var. Bedeni öyle onun kadar kesme taraftarı değilim. Kesiyorum ama benim amacım o değil. Amacım o zorluğu göstermek ama bir yerde de bitirmek… İnsanı tutmak benim için önemli. Tuttuktan sonra da bırakmak… Bir gözle ağlamak, bir gözle de gülmek. En güzel sanat o zaten. Ciddi ve mizahi… O ikisi olunca, en güzel sanat bu. Mesela şu an İstanbul Modern’de görebileceğin ‘Human Cactus’ isimli video performansımda da o ikisi var. Bir taraftan canlı bir kaktüs, dikenleri var. Ama öbür taraftan çok komik de bir şey.
CM: Piartworks İstanbul’da üç gün ard arda üç ayrı performans gerçekleştirdin. İlkine katılma şansı bulabildim. ‘Essence’ isimli bu ilk gün sunduğun performans 2016’da ilk olarak gerçekleştirdiğin bir performans. Almanya Anayasası, ‘insanın onuruna dokunulamaz’ sözüyle başlıyor. Senin performansında da çeşitli aletler kullanarak kazıdığın plakanın altından bu söz çıkıyor. Sonrasında ise bu sözü tekrarlamaya başlıyorsun izleyicilere yönelerek. Tonlama, vurgular değişiyor, bazen tekrarlar sözü anlamsızlaştırıyor. Ama sonra bir an geliyor ve yine ilgiyi sözün etrafında toparlıyorsun.
NE: Pi Artworks’te bu üçüncü sergim. İstanbul’da ise ikinci solo sergim. Bir sergi de Londra’da yaptım. İstanbul’da 2012’de de solo sergi yapmıştım. 12 sene sonra aynı şeyleri yapmak istemedim. Bu kez ‘Keşfin Boyutları’nı yaptım. Son zamanlarda çok fazla heykel üzerine çalışan performanslar yaptım. ‘Essence’ performansımda bir yer enstalasyonu oluşturuyorum, ama şimdi o galeride bir duvar heykeline dönüştü. Relic olmasın, değişik bir şey olsun istedim. Performansın ardında kalanlara relic diyoruz. O da bir sanat eseri sonuçta. Ama onu yerinden alıp başka bir görüntüye koyarsak yeni bir iş ortaya çıkar. Nasıl olacağını merak ettim. Duvar heykeli yapıp duvarda nasıl olduğuna bakmak istedim. Esasında relicama sonunda yaşayan bir işe dönüştü. Diğer performanslar da öyle… İkinci günün performansındaki ‘Cohesion Patterns _Egg’ sonucu oluşan yumurta da zaten bir heykel. Ama ben iğneyle ve iple çalışarak o heykeli dikiyorum. Böylece yeni bir şey çıkıyor ortaya. Üçüncü günkü performans ‘Panta Rhei’de de porselen var. Ama kendi bedenimle ondan yeni bir heykel yaratıyorum. Böylelikle çeşitli görüntüler çıkıyor ortaya.
‘Essence Performansı Etik Temellerimize Bakış Atıyor’
‘Essence’ performansına dönersek, ilk defa 2016’da Norveç’te yaptım onu. Bergen Uluslararası Performans Sanatı Festivali’ne davetliydim. İngilizce olarak o işi yaptım. Esasında Almanya Anayasası’nın (Grundgesetz)ilk paragrafından geliyor o söz: “Die Würde des Menschen ist Unantastbar”, ama bunu öncelikle Almanya’da yapmak üzere bir davet almadım. Norveç Anayasası’nda böyle bir cümle bire bir var mı diye araştırdık. Yoktu. Ama ona benzer cümleler var. Almanya’da ise bu cümlenin olmasının hikayesi başka. İkinci Dünya Savaşı sürecinde yaşananlar karşısında yazılmış bir cümle bu. Türkçe ‘onur’, ‘onuruna’ diyoruz ama aslında İngilizcesi ‘dignity’. Türkçedeki karşılığı çok zor. Almanca’da ‘Würde’ bu kelimenin anlamını karşılıyor. İngilizce de karşılıyor. ‘Essence’ performansı; düşüncemize, inançlarımıza ve etik temellerimize bir bakış atıyor. Kırmızı rengin içinden çıkan ve Alman Anayasası’nın ilk paragrafından alınan bu cümle ‘haysiyet’ kavramından bahsediyor. Her insan, uğruna savaşmak zorunda olmadığı doğal bir değere sahiptir. Ve bu değer onun elinden alınamaz. Ve o değer yok edilemez!
Onur, şeref gibi kavramlar herkesi kapsamıyor. Bir hukukçuya Türkiye anayasasında böyle bir cümle var mı diye sordum. O da baktı böyle bir cümlenin olmadığını söyledi. Çünkü hikayesiyle bağlı bir cümle bu. Türkiye’nin hikayesi başka, Almanya’nın hikayesi başka. Hep hikâyeden başlıyorsun anlamaya. Türkiye’de Anayasanın 12. Maddesi ile bir bağlantısı var: “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.” Benziyor işte. Ben performansta diyorum ki, “insanın onuruna dokunulamaz”. Bazen dilim dönmüyor, ‘onuru’ diyorum. Sonunda demek istiyorum ki kimse ona dokunmasın. İnsanız, beraber olmalıyız. Şiddetin ve savaşın olmaması gerektiğini söylüyorum. Beraberlik, yardım olmalı demek istiyorum. Birbirimize saygı, sevgi ve barış… Dünyaya bak, durum şu an çok kötü. İnsanlar kendilerini veya başkalarını öldürüyor. Bu işim şu an çok aktüel. Düşün, 2016’da ilk kez yapmışım, 8 yıl sonra yeniden yapılıyor. Ama Türkçesini ilk kez yapıyorum. Türkçe dilinde ve Türkçe yazılı olarak yaptığım için benim için ilk iş bu. Almanya, İtalya ve Norveç’te aynı boyayı kullandım. Ama hepsinde başka sonuçlar çıktı. Almanya’da olamadı bu iş. Çünkü boya o kadar girmiş ki pleksiye… 45 dakika boyunca kazıya kazıya sadece Menschen kelimesi çıktı. Yapamadım, bıraktım. Orada da duyguya giriyorum. Anlatmaya çalışıyorum. Buraya geldik. Ustaya anlattım, bana sinirlendi. Bunun yanlış boya olduğunu söyledi. Çünkü çocuk boyası kullandım. Akrilik boya hiç çıkmıyor. Öyle bir boya olmalı ki bir taraftan tutacak, diğer taraftan da kazıyınca çıkacak. Boyarken zorlandık. Bu işimde her defasında yeni bir sonuç çıkıyor. Materyalle de sonuç değişiyor. Mekânın sıcaklığıyla da alakalı bu değişim. Mekân çok kuruysa o da bir etken. Benim için yeni bir deneyim bu. Ben de böylelikle heyecanlanıyorum. Sonunda performans da o zaten. Bunu Türkiye’de de yaptığım için çok mutluyum. Bu işimde kazıyarak ortaya çıkan bu söz hem Türkiye için ve hem de tüm dünya için geçerli. Çok güncel bir söz.
‘Cohesion Patterns_Egg Performansı Topluluk Oluşturuyor’
CM: İkinci gün ise ‘Cohesion Patterns_Egg’ ile izleyicilerle birlikteydin. Aslında yeni bir performansın.
NE: Orada da aynısı… Siyaset demeyelim ama kültür ve insan üzerinden giden bir iş. İlk defa 2020’de video performans olarak yaptım. Sergi salonunda da videosu gösterildi. Burada ise yeni bir deneyim olarak interaktif olarak yaptık bu işi. İzleyicilerle beraber diktik o heykeli. Heykelde zaten delik var. İğne elli santimetre ve metalden… O delikleri diktik. ‘İnsanlar da katılsın, beraber dikelim’ dedim. Beraber hissedelim, izleyiciler de heykel olsun istedim. Çünkü ben hep heykelim orada. 2021’de başka bir heykel daha yapmıştım: ‘Cohesion Patterns_Mask and Glove’. Pandemi zamanı herkes kendisine maske dikmeye başlamıştı. Ben de o işte metal iğne ve kırmızı cübbe ile büyük bir maske ve eldiven dikmiştim. Bu işlerin fikri de bir çocuk kitabından çıktı. Çocukların el işlerini geliştirmek için kitaplar vardır. Arkadaşlarla bir lokantada oturuyorduk. Orada da bir çocuk kitabı vardı. Orada görünce bunu çok beğendim, daha büyüğünü düşünmem lazım dedim. Yumurta fikri de paskalyayla alakalıydı. Yumurta, hayat demektir. Bir taraftan iplen insanları birleştiriyorum. Almancada buna Zusammenbinden deniyor. Birbirine bağlamak… Birleştirmek… Bir taraftan birleştiriyorum, diğer taraftan sınırlandırıyorum. Hayatın sınırları da var. Bu işte de birtakım sınırlar ve düzen var. Hayat tam böyle zaten. İkinci çalışma olan ‘Cohesion Patterns_Egg’, birbirimizle olan bağlarımızdan bahsediyor ve bir topluluk oluşturuyor
CM: ‘Cohesion Patterns’ isimli işinde, Avrupa avangardının önde gelen isimlerinden Barbara Hepworth’la bir etkileşim içinde olduğunu okumuştum, ona bir saygı duruşu. Hepworth’un estetik yaklaşımını kendi işinle nasıl yorumladığını sormak isterim.
NE: 2023’te Duisburg Lehmbruck Müzesi’nde Barbara Hepworth için yapılan ‘Formun Özgürlüğü’ sergisine davetliydim. Hepworth, delikli heykeller yapan ilk kadın sanatçı. Halbuki binlerce yıl öncesine ait yapılan araştırmalarda delikleri olan taşlar bulunmuş. Hepworth için bu delikler çok doğal… Çünkü heykellerin üzerinden de rüzgâr geçiyor. Boşluk… Bağımsızlık… Özgürlük… ‘Heykel hava almalı’ anlamında oradaki delikler. Hepworth, heykellerin nefes alması gerektiğini savunuyor. Bazı delikler büyük, bazıları küçük… Ben de ondan ilham alıp ona uygun yeni bir heykel ve performans yaptım: ‘Cohesion Patterns_Pierced Form’. İğneyle ve iplikle bu sefer … Organik bir çalışmaydı. O deliklerin içine iplikle girip çıktım. Performansın renkleri de mavi, kırmızı ve beyazdı. Bunun da bir anlamı var. Barbara Hepworths’ün ‘Renkli Heykel’ isimli heykelinde bu üç renk vardı.
‘Hayatımız Rengarenk Ama Renkler Birleştiğinde Siyah Oluyor’
CM: ‘Panta Rhei’ ise 2021’de ilk olarak tasarladığın bir performansın ve Pi Artworks İstanbul’daki performans serisinin de son performansı. Çeşitli seramik işler, boyalarla buluşuyor ve yeni ihtimalleri yaratırken çevrelerini değiştiriyorlar. Aslında koleksiyonculuk üzerine düşündüğün bir iş. 2021’de, koleksiyoner Karl Bröhan için 100. Yıl sergisinde yer aldı bu performansın. Koleksiyonların nasıl oluştuğu ve geliştiğini düşünen bir iş. Koleksiyon pratiğinin ardındaki acıyı ve emeği sorguluyorsun.
NE: Bröhan Müzesi’ni iyi tanıyorum, direktörünü de tanıyorum. Beni birkaç kez çağırdılar. ‘100. Yıl Bröhan Total’ sergisi için porselen üzerine bir performans yapmak ister misin?’ diye sordular. Bunun üzerine fikir geldi. Biliyor musun, porselene Weisses Gold diyorlar Almanca’da. Beyaz altın demek. Çünkü değeri çok yüksek. İlk yaptığımda beş porselenim vardı, beş saat sürdü o ilk performans. Daha sonra o performansı burada yapmanın da iyi olabileceğini düşündüm. Ama burada tam Türkiye usulü oldu. ‘Essence’ performansında bir bıçak vardı, onu gördün mü? Üzerinde Türk bayrağı sembolü var o bıçağın. O da Türkiye usulü… Tamamen tesadüftü. Burada bulduk malzemeleri, öyle oldu. İğne ipliği Almanya’dan getirdim. Porselenleri İstanbul’dan buldum. Dikkatli bakarsan, aynısı değil. Geldiğim yerde etrafa bakıp yeni performanslar üretiyorum. Buradaki performansım 1 saat 15 dakika sürdü. Orada beş porselen vardı, burada üç… Üç gündür art arda performans yapıyorum. Yoruldum. İzleyicinin zorlandığını ve kendi zorluğumu hissedebiliyorum. İnsanları zorluyorum ama çok da zorlamak istemiyorum. İyi ayrılmalarını istiyorum. Son günkü performansımın da ‘Essence’ ve Cohesion Patterns’ ile bir bağlantısı var. Bir taraftan porselen, bir gündelik hayat nesnesi. Gündelik hayatın bir modelini vermiyor mu? Heykelleştirmiyor mu onu? O boyalar porselenlerden etrafa akıyor. Hayatımız da böyle akmıyor mu? Hayatımız bir akış değil mi? Ama aynı zamanda birleştirme değil mi? Hayatımız rengarenk, ama renkleri birleştirdiğimizde siyah renk oluşuyor. Performans sırasında mavi renk boya öne çıktı. Kırmızı ve sarı boyalar öne çıkamadı. Yerdeki enstalasyona bakarsan, üç temel rengin karışımından siyah renk çıkmış ortaya. Hayattan bir şey bu. ‘Keşfin boyutları’… Boyutlar, perspektifler… Sadece heykel olarak düşünme bunu. Ama benim için çeşitli heykeller, görüntüler elde etmek öncelikli hedef. Keşfediyorsun. Ama aynı zamanda hayatımızın keşfedilmiş boyutları var bu sergide. Üçüncü çalışmam ‘Panta Rhei’ ise, olan biten her şeyin bir akış halinde olduğuna, asla bitmediğine, kullandığım boyalar gibi günlük yaşamımızı şekillendirdiğine işaret ediyor. Hatta bunun kozmik ya da felsefi bir bakış açısı olduğunu bile söyleyebiliriz. Böylece tek bir ruhun, topluluğun ve yaşam ortamımızı oluşturan her şey arasındaki bağlantının boyutlarını bir araya getiriyorum.
‘Zaman İçinde Değişen Buzdan Heykeller’
CM: Keşfin Boyutları’nda bir de ‘Pars Pro Toto’ isimli bir videon var.
NE: ‘Pars Pro Toto’ isimli video işi de var, ‘Keşfin Boyutları’ sergisinde. Buzu erittiğim bir işti. Bir eski enerji fabrikasında yaptık onu. Enerji jeneratörünü çalıştırmak için sıcak ve soğuk su lazım. Ben de soğuk olarak buzu aldım. Ütüyle çalıştım. Buzu eritince akan su akvaryuma giriyor. O suyu alıp ısıtıcıya koyup daha sonra buzun üzerine döküyorum. Başka su almıyorum. Oradaki buz suyunu alıp buzu küçültüyorum. Buz zaman içinde değişiyor, heykelleşiyor. İnanılmaz heykeller çıkıyor ortaya. Ama o heykel bir an yaşıyor. Eriyor çünkü. O da hayata dair bir şey. Bir an kalıyor ve sonra gidiyor. Bizim hayatımız da öyle. Hepsini heykelleştirdim.
‘İzleyicinin Enerjisini Gözüne Bakmadan Hissediyorum’
CM: Performansların esnasında seyircinin gerilimini nasıl gözlemliyorsun?
NE: Duruma bağlı… İnteraktif olursa ve izleyiciye ‘Cohesion Patterns’ işi gibi iğne iple gidersem onlara göz göze bakarım. Onlarla ilişki kurarım. Ama bazen performansta başka dünyadayım. Seni görüyorum ama aslında görmüyorum. Solo performansımda hareketime ve eylemime odaklanıyorum. Ama gözlerinin içine bakmasam bile izleyicinin enerjisini hissediyorum ve bu enerjiyi hareketlerimle onlara geri veriyorum. Bu dolaylı bir göz temasıdır. Ama interaktif performanslarım farklı. Onlarda doğrudan seyirciyle iş birliği yapıyorum ve onlarla birlikte çalışıyorum. Yani birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz. İnteraktif işlerde mecbur kalıyorum bu iletişime.
CM: Dört dil bilmene rağmen, dördünde de iyi olmadığını söylüyorsun bir röportajında. Bedenle yarattığın gramerin gücünün mucizesi burada olabilir mi?
NE: Belki oradan çıkmış olabilir. Bedenle kendimi anlatabiliyorum. Dille de anlatabiliyorum ama iyi değilim dillerde. Belki bedeni onun için daha iyi kullanabiliyorum. Kendimi onunla daha iyi anlatabiliyorum. Bana daha kolay geliyor. Onun için belki daha iyi ifade edip daha çok ortaya çıkarabiliyorum. Bazen söz hiç lazım değil. Ama bazen de olmuyor bu iş. Afrika’ya Burkina Faso’ya gittim, Opera Villagen Afrika-Schlingensief misafir sanatçı programına iki buçuk aylığına davet edilmiştim. Orada İngilizce olmadı, Almanca olmadı, Türkçe olmadı, İtalyanca olmadı. Bu sefer Fransızca lazım. Ama Afrika Fransızcası. O çok başka. Zaten Fransızca konuşamıyordum. Okulda biraz öğrenmiştim. Elle anlattım ama yine anlaşamadık. İki ay çalıştım ve dil üzerine bir iş ürettim. Residency sırasında ürettiğim diğer 7 sanat projesinin yanında. Faruk isminde bir çocuk-komşum vardı. Okuldan sonra bana gelirdi. Ben ona Almanca öğrettim, o da bana Fransızca öğretti. Sonra biz bunu performansa çevirdik. Taş bir evde kalıyordum orada. Evdeki nesnelerin üzerine o Almanca yazdı tebeşirle. Ben de Fransızcalarını yazdım renkli tebeşirle. ‘La Maison du Dictionnaire’ böyle çıktı. Evin tercümesini yaptık 40 gün içinde. Bazen kendini anlatamıyorsun ama beden dili bu boşluğu doldurabiliyor. Belki de bu sayede bedenle kendimi ifade edebiliyorum.
CM: Sanat pedagojisi eğitimi almış bir sanatçısın. Sence performans özelinde sanat okur yazarlığı nasıl geliştirilebilir?
NE: Performans üzerine workshoplar düzenlenmeli. Hissetsinler performansın ne olduğunu… Yalnızca okumakla olmuyor, önce hissetmeleri gerekir. Dünyanın farklı ülkelerinden farklı sayıda katılımcılara farklı başlıklarda 40 performans sanatı atölyesi verdim. Yıllar boyunca farklı sanat üniversitelerinde ve güzel sanatlar akademilerinde birkaç dönem performans sanatı dersleri verdim. 2014 yılında Sinop Bienali’nde “Tudo Bem, Tudo Bom” performansımı usta performansçı masa tenisi oyuncularıyla birlikte gerçekleştirdim. Bu performansı birlikte gerçekleştirmek için onlarla daha önce iki günlük bir performans atölyesi yaptım. Kavramın, fikrin, bedenin varlığını, konsantrasyonun ne anlama geldiğini anlamak, top ve masa tenisi raketi olmadan masa tenisini oynamayı anlamak, Brezilya kültüründe ‘Tudo Bem, Tudo Bom’un ne anlama geldiğini konuşmak ve bunları performansa dahil etmek inanılmaz bir deneyimdi. Atölyede ve canlı performansta on sekiz kişi güzel bir iş birliği yaratmıştık.