Senenin en iddialı Fransız yapımlarını geride bırakarak Fransa’yı Oscarlarda temsil etmek üzere seçilen film Mustang’in Türkiyeli yönetmeni Deniz Gamze Ergüven, filminin Türkiye’de alacağı tepkiler üzerine:
"Türkiye’de hala tabu olan çok fazla şey var. Bundan dolayı film dişleri gıcırdatabilir. Film son derece özgür…"
Çeviri: Selman Akıl
Bize biraz senaryonun yazım sürecinden bahsedebilir misiniz ve Alice Winocour ile işbirliğinizden?
İlk taslağı tek başıma yazdım. Ama, hemen sonra bir çekmecenin diplerine kaldırdım onu, çünkü yaşadığım şeylere çok fazla benziyordu. O an için üstesinden gelemeyecekmişim gibi hissettim. Başka bir proje üzerinde çalışırken, ilk filmim üzerindeki perdeyi kaldırabilmem, yeni bir viraj alarak yeniden başlayıp hızlanabilmem için Alice yardımcı oldu. Yeni bir heyecan fırtınasının içine attı beni…. Başka bir ruh hali içine girdim, günde yirmi saat boyunca yazıyordum! Yapmak istediğim bir sürü film fikri arasında bocalarken çok sevindirici bir çıkış yolu görebilmemi sağladı. Henüz boşluğu doldurulmamış çok büyük bir arzum vardı. Yazarken çok vahşi bir enerji hissettim. Klavyemin üzerinde perküsyon yapıyormuş gibiydim. Alice düzenli olarak bana geri dönüşler yapıyordu. Sahneleri yazıp ona gönderiyordum. Bir keresinde, amcanın kızarak kül tablasını fırlattığı sahne üzerine konuşmamızı hatırlıyorum. Şöyle demişti: "Ama bu çok fazla değil mi?" Ben de sonrasında şunu düşünmüştüm: " Böylece kül tablasını yerine bırakır ve dişleri arasından mırıldanır…" (Güler). Tartışmalarımızda çok samimi bir şeyler vardı. King’i yazmak için üç senemi verdim (henüz ekrana taşınmamış kişisel bir proje), bu defa ise kendimi, yazmak için daha donanımlı hissediyordum, yapı bağlamında. Filmin mimarisi içinde kendi dengemi bulmayı başarabilmiştim.
Değinmiş olduğunuz bu özgürleştirici çılgınlık- kadınlığınız, duygusal yanınızla yüzleşirken suçluluk duygusuyla boyanmış bir ergenliğin ardından kendinizi ifade etme gereği duymanızdan mı meydana geldi?
Çok suçlayıcı şeyler hissettim. Hemen ardından üstesinden gelemediğim bir suçlama dalgası hissettiğimi hatırlıyorum. Filmdeki karakterler gibi davranmadım. Bana söylenenleri çok fazla içselleştirdim. Çok sonraları tekrar buldum bu duyguları. Özellikle bir cenaze törenini hatırlıyorum. Kadınların arka planda durması bekleniyordu. Kadınların ölü bedene dokunma hakları yoktu eğer yapsalardı bedeni kirletmiş olurlardı, tabuta bile dokunma hakları yoktu. Ve daha gençken katıldığım ilk cenaze törenini hatırlıyorum, ölünün yakınlarından biri tabuta dokunmuş ve sert bir şekilde müdahale edilmişti. Çok rahatsız hissetmiştim. Ben kendim de geri çekilmiş ve bu aşağılık düşünceyi benimserken kendimi suçüstü yakalamıştım (ölü bir bedene dokunursam onu kirletirim çünkü ben bir kızım). Bir tür şok! Mustang’da ise kızlar, tam aksine, asla başlarını öne eğmiyor. Dönüp dolaşılıp kendilerine söylenen saçma sapan söylemleri asla içselleştirmiyorlar.
Mustang’ın karakterleri seneler sonra sizin buna cevap vermenize yardımcı olan kahramansı alter-egolar değiller mi? Bir tür katarsis…
Burada katartik bir şeyler var mı bilmiyorum ama açık bir şekilde özgürlüğe, cesarete ve bir aşma arzusuna ilham vermek istemiştim.
Mustang’ın aktivist söylemden çok pedagojik yaklaşım üzerine odaklanmış feminist bir yapıt olduğunu söyleyebilir miyiz?
"-İst"li kelimeleri sevmiyorum. Filmi dağıtıma sunduğumdan beri bu tarz sorulara militan söyleme düşmeyecek çerçevede yanıtlar vermiyi yeğliyorum. Kendimi tüm militarizmlerin dışında tutuyorum. Bu sinemaya, hele yapmak istediğim sinemaya karşıt bir şey. Eğer ki filmim anlatabiliyor ve ikna edebiliyorsa bu harika. Anlatmak istediğim şeyleri anlattığım biçimle aramdaki mesafeyi korumaya çalışyorum, yani biçim ve derinlik arasındaki. Özgürlük yoksunluğundan (duvarlar örüyoruz) söz edeceksek filmde yeterince sert metaforlar var, film bazı filmlerin doğalcılığından uzak. Hikayemi şiirsel bir gözle anlatmayı diledim. Ama eğer tüm feminist söylemi söküp atsam dahi, film gerçekte kadınların durumlarını anlatıyordu. Dolayısıyla teknik olarak feminist bir film. Empati uyandırmaya ya da ikna etmeye çalışmıyorum. İki kültürü sırtında taşımak beni anlaşılmaz olmaya itebiliyor, toptan bir iletişim yokluğuna. Ama kendimi her iki taraftan da dinlenebilir kılmak için doğru pozisyona getirebilmeyi bir ödev haline getirdim.
Türkiye modernist ilericiler ve bir takım ataerkil muhafazakarlıklar arasında çekişmeler yaşıyor gibi görünüyor. Buna rağmen siz bu ikiliğin yarattığı maniciliğe düşmemeyi bildiniz.
Aynı şekilde genç kızların hiç bir şeyin kurbanı olmadığını gösterme arzusu vardı. Güçlü, kaderinin efendisi olabilen figürlere ihtiyacım vardı. Aşmış kahramanlara…
ABD, Türkiye ve Fransa’da yaşıyorsunuz. Bu kültürel "şizofreni" nasıl yapılandırıyor kendini?
Sanıyorum annem ve babam bana bunun anahtarını verdi, birçok dili konuşmama, birçok kültürü tanımama izin verdiler, bana verdikleri en güzel hediyeydi bu. Bu da beni çok meraklı kıldı, bende uzak yerlere gitme arzusu uyandırdı. Çılgınca bir istekle bir Amerikan filmi yapmak istediğimi hatırlıyorum çünkü bu durum biraz böyle bir şeyi andırıyordu. Bu bana birçok farklı bakış açısını duyarak kendimi yaratma imkanı verdi. Bana Mustang’la onların anlatmakta zorlandığı bir takım kadınsı sorunlara parmak bastığımı söyleyen bazı kadınlarla karşılaştım, anlatamıyorlardı çünkü çok fazla dekorun bir parçasıydılar. Bir çok kültürün bir parçası olmak, sanıyorum, bana bir mesafe dürtüsüyle olanı ya da olmayanı ayırtedebilme niteliğiyle yakınlaşabilme yetisini verdi.
Türkiye’nin bu filmi karşılama yönelimi hakkında nasıl bir yaklaşım içindesiniz?
(Düşünür) Hala tabu olan çok fazla şey var. Bundan dolayı film dişleri gıcırdatabilir. Film son derece özgür bununla birlikte Gezi’den sonra Türkiye’de biraz bir korku iklimi de yok değil… Her ne kadar yasamada muhafazakar güçlerin pozisyonuyla ilgili ufak bir değişiklik olmuş olsa dahi, ağzını çok fazla açmayıp itaat etmenin en iyisi olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Ve Mustang itaat etmiyor. Kendimi kamusal alanda, radyoda, gazetelerde ifade etmeye başladığım andan itibaren, çok şiddetli reaksiyonlar aldım. Bunlara yönelik olarak kendimi yeniden konumlandırma sürecindeyim, bu yeni bir veri. Açık açık ölüm mesajları alan Nabil Hayouche’un durumunda olmasam da böylesine nefret mesajları almayı beklemiyordum.
Mustang’daki öğretmenin çok özel bir konumu var. Çocukluğunuzda böylesine ebeveyn yerine geçebilen bir eğitmen üzerine anılarınız var mı?
Türkiye’de ilkokullarda (CP ve CM2’ye eş değer) öğretmenler çocukları beş yıl boyunca okuturlar. Kadın öğretmenler bir tür "anne gibi" olur. Size her şeyi öğretirler: okumayı, saymayı… dört işleme kadar. Biraz mitik bir figürdür bu. Fransa’da öğretmenlerin işi çok zor olabiliyor, buna karşın Türkiye’de öğretmenlik hala çok saygın, soylu bir figür, bir totem.
Kızların birbirleriyle bağlantısında beş başlı bir canavarın mitolojik bir fügürüymüşler gibi inanılmaz bir simya ortaya çıkıyor. Oldukça organik bir şey var orada. Bunu yaratabilmeyi nasıl başardınız?
Bu başından beri kavramsallaştırdığım bir şey. Ama kızlar buna başka bir boyut ekledi. Lale karekteri, en genç olan, bir pruva figürüydü. Ama birleştikleri andan itibaren bir Mustang (Yabani at) karakterine bürünüyorlardı. Tekbaşlarına bir başkaldırı yapacak değillerdi. Bir düşmana karşı, arkadan dövüşürlerdi, kendi aralarında komplo tasarlar ve sonrasında gerçekleştirirlerdi. Bu neredeyse askeri tavırda çok güzel bir şeyler vardı. Bir kurguya karar verdiğimizde şaşkınlıktan şoka ve anlaşılmazlığa sürüklenseler de birden küçük Lale – Audrey Hepburn küçüklüğü gibi kuş tüyü kadar hafif, miniskül ve naif bir kimse aynı zamanda – en önde ilerleyip ve inanılmaz bir şekilde isyan bayrağını taşıyabiliyordu. Harikaydı. Diğer kızlar da kağıt üzernde yazandan çok daha önemli olan bu işbirliğini taşımayı bildiler.
Onları nasıl buldunuz?
Bunun için yoğun çalışmalar içine girmeyi istemedim. Les bêtes du Sud Sauvage’da başrolü bulmak için casting sorumlularının 4000 aktrisle görüşme yaptıklarını duyduğumda kendimi böyle bir araştırma için arzulu bulmadım. Özellikle, yaklaşımımda kapalı ebeveynleri incitmek gerekebileceğinden. neredeyse hepsi oynamaya istekliydi ve ben de oynanabilir bir tarzda olsun istedim.
Film müziklerine gelirsek, müthiş Warren Ellis tarafından yapıldılar. Ekranda açık şekilde sizin imgelerinizle onun müziğinin bütünleştiği görülüyor…
Aslına bakarsanız filmin müziklerini geleneksel Türk müziğiyle yapmak istemiştim. Ama bu yürümedi. Çünkü geleneksel bir kostüm giyerek filme makyaj yapıyormuşum gibi hissetim… Ve kızların şu "bok rengi" kıyafetleriyle gösteri yaparken kendimi bir westernde hissettim: kurşun sıcaklığı, biraz uyuşukluk, perde aralığından bakan insanlar… Bir tek rüzgarın etkisiyle caddelerde uçuşan saman topları eksikti. Aniden bu bana bir Western imgesi verdi ve bu imgenin üzerine Warren Ellis müziğini eklemek istedim. … Güzel bir tesadüf oldu… Biliyor musunuz ilk aşkım Avusturalyalıydı. Bu bizi çok eğlendirdi, sanıyorum birbirimizi tanıdık, her birimiz bir diğerine bir şeyler yansıttı. Bu işbirliğinde büyülü bir şeylerin olduğunu fark ettim. Türkiye, Kara Deniz ve Avusturalya’yı bir noktada buluşturup bir saydamlıkla tüm kültürleri karan. Aynı zamanda Mustang da kendi toprağını yaratıyordu. Neredeydik, kimse bilmiyordu.
Bazen hangi ülkede olduğumuzu bilmiyoruz… Her ne kadar bazı elemanlar bizi Türkiye’ye götürse de kurgusal, hayal ürünü bölgelerde olduğumuzu da düşünebiliyoruz. Sanki siz olmayan bir ülke yaratmışsınız gibi.
Biraz sanki Kar Kraliçesinin nereye gittiğini merak ediyormuşuz gibi… (Güler)
Ve Lale ve diğer kızlar perilerin tarafında yer aldı…
Evet, hepsi o tarafta.
Filminizin karşılaması çok olumlu, neredeyse hepimizin paylaştığı bir coşkuyu taşıyor gibi görünüyor…. Bunu nasıl yaşıyorsunuz?
Asla hayal edemezdim. Cannes’da olmak bir çılgınlıktı. Ama projeksiyondan sonra J+1’de olanları da hayal edemezdim. Şaka bile yapmıştım: " Salı filmi gösteriyoruz, Çarşamba basın toplantısı yapıyoruz, Perşembe unutuluyoruz." (Güler). Ama doğrusu hiç de öyle olmadı. Film üzerine böyle bir yoğunluğa hazırlanmamıştım. Film bir çok ülkede daha gösterime girecek, çok etkileyici. Bu sabah, heyecanlı ailelerin üniversite sınavına girecek çocuklarına eşlik etmeleri haberlerini gördük… Bana öyle geliyor ki Mustang da benim üniversite sınavına girecek, sonrasında evlenip çocuk sahibi olacak çocuğum… Bu büyük bir hayatın içine sıçrama. Gaspar Noé sıklıkla bu metaforu yapar ve sanıyorum bu gün de benim çocuğum için büyük gün…. Onu bu büyük banyonun içine bırakmak lazım. Yapacak başka bir şey yok… Bunlar heyecanlandıran zamanlar. Tıpkı FEMİS sınavlarına girdiğim zamanlardaki gibi. Bu süreci çok aktif bir şekilde geçirdiğinizde sonrasında sizi kocaman bir boşluk bekliyor… İkisi arasında durup, bir sonraki mücadelenin başlamasını bekliyorsunuz. Önceki gün Les Halles’deki gala sonrası çok heyecanlıydım. Çok merhametliyimdir. Karşımda titreyen çeneli birini gördüğümde hemen ağlarım. O akşam, salondan çıkan genç bir kız sıcak gözyaşları akıtan gözlerini durduramıyordu. Bu, beni darmadağan etti. Film, sanırım hemen herkes tarafından anlaşılabilir bir film ama umarım genç kızlar ve özellikle müslüman olanlar ondan etkilenecekler.
Mustang kendi büyük yolunda ilerliyor… Bundan sonra artık senelerdir sizi takip eden projeniz King üzerine odaklanacaksınız?
Hayır. Ondan önce başka bir film olacak. King arka planda kalacak. Bir sonraki film İstanbul’da geçecek.
Kaynak: http://www.lebleudumiroir.fr/deniz-gamze-erguven-entretien/