Azade Köker, Zilberman sanat galerisindeki Bir Katlin Provası isimli sergisinde konunun “kadın”ın yokluğu ve bunun sorgulanması olduğunu ifade ediyor ve ekliyor: “Kadın”ın kendisine ulaşamıyoruz onun duvar gibi imgelerle sarılmış bir imajı var. Etrafımızda kadın olarak gördüğümüz her şey kadın değil onun yaratılmış tasarımıdır. Gerçeğine ulaşamıyoruz. Kendisine ulaşamadığımız kimliğe yapılan şiddete de bu nedenle ulaşmak mümkün değil. Bu şiddeti anlamamız mümkün değil. Serginin asıl amacı kimliklerin sorgulanması.”
Anet Sandra: Eserlerinizdeki bedenin namevcudiyet temsilinin beni çok etkilediğini söylemek isterim. Formu olan bedenlerin yokluğu bedeni tahayyül etmemizi daha sonra o sıkça duyduğumuz ‘acı’ ile yüzleşmemizi sağlıyor. Biz sergi salonuna girmeden önce orada duran ve var olan birilerinin yokluğunu sizin yaratmış olduğunuz formlar üzerinden hissediyoruz. Sanatın bu temsil biçimi hakkında ne söylemek istersiniz?
Azade Köker: Hem hayatta hem de bilim ve sanatta köprüler kurmak ve bu köprülerle bir noktaya varabilmek zihnin soyutlama aşamasında ulaşması gerektiği en yüksek irtifa. Köprülerin zihinde inşası geçmiş ve gelecek arasında, olaylar, kişiler, kimlikler, kavramlar, elementler arasında gerçekleşiyor. Anlam taşıyan soyut işaretleri var. Birleştirerek bunların dışında ve bunlardan ayrı başka bir gerçeklik yaratmak yani. Yeni bir ifade, yeni bir kavram veya yeni kararlara ulaşmak. Bunlar olmadan yaşanılabilir; ama düz bir yaşanmışlık olur. Sanatların insanlara verebileceği en önemli katkı da bu yardımcı köprüler olmalı.
Çalışmalarımda böyle hibrit “form”lar elde etmek istiyorum. Ama ortaya çıkan hibrit meselenin verdiği mesajın başkaları tarafından anlaşılmasını isterim. Yani yeni bir gerçeklik; benim gerçeklik olarak sunduğum yeni bir anlatım. Bu sergimde konu “kadın”ın yokluğu ve bunun sorgulanması. “Kadın”ın kendisine ulaşamıyoruz onun duvar gibi imgelerle sarılmış bir imajı var. Etrafımızda kadın olarak gördüğümüz her şey kadın değil onun yaratılmış tasarımıdır. Gerçeğine ulaşamıyoruz. Kendisine ulaşamadığımız kimliğe yapılan şiddete de bu nedenle ulaşmak mümkün değil. Bu şiddeti anlamamız mümkün değil. Serginin asıl amacı kimliklerin sorgulanması.
A.S.: Üretimlerinizde kullandığınız malzeme doğa ile kadın arasında bir bağ kurmamızı sağlıyor. Daha önce de ‘doğa’ temelli üretimleriniz olduğunu düşünürsek, sizin tüm bu meseleleri birbirinden ayrılmaz/ ayrılamaz bir bütün olarak gördüğünüzü söyleyebilir miyiz?
A.K.: “Kadın”a yapılan şiddetle doğaya, hayvanlara ve başka ülkelere yapılan kapitülasyonlar arasında anlam köprüleri kurmak mümkün. Yüzyıllar boyu ataerkil zihniyet her şeyin sahibi olma içgüdüsüyle işgal hegemonyasını dünyaya dayattıysa bu konuları birlikte incelemek isabetli olur. Artık bugün feminizmin yol aldığı hedef de burada yatıyor. Yalnız kadın hakları değil, bütün işgal altındaki kimliklere, LGBT ve doğaya aynı perspektifle bakılabilirse sorunun çözümünde biraz yol alınmış olacağını düşünüyorum.
A.S.: Sergide kadın bedenini vitrin mankenlerini kullanarak biçimlendiriyorsunuz, bu aslında kadın bedeninin ve kimliğinin de dışarıdan bir dayatma ile oluşturulduğu eleştirisini de taşıyor. Toplumun bu biçimlendirme kodları hakkında ne söylemek istersiniz?
A.K.: Geçmiş senelerdeki yapma bebeklere veya vitrin mankenlerine bakıldığında onların bugünkülerden daha farklı tasarımlar olduğunu görürüz. Moda ile şekillendiği bir gerçek olan vitrin mankeni “kadın”a da olması gerektiği ölçüleri dikte etmiş yıllar boyu. Kadınların da bu mankenlere benzemesi modanın dayattığı bir unsur. Yani; erkek mankene benzeme diye bir zorunluluk eril kişilerde söz konusu değilken, kadının kadın mankenin ölçülerine uyma zorunluluğu bir yasam ölçüsü olmuş ve oluyor.
A.S.: ‘Babalar günü’ adlı kolajlarınızda faili, bir kültüre işaret etmeden imliyorsunuz. Siz aile olgusunun iktidar için önemi ve kadın ile ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?
A.K.: Bu çalışmalarda baba ve çocuk konusu var. Babanın çocuğa bakışı sahip olduğu veya olmak istediği mallar, arsalar, evler gibiyse ortada bir büyük sorun var demektir. Babaların çocuk hayatlara her istediğini dayatmak ve bunu hak olarak görmek gibi kültürel anlayışın hendeklerinden atlamak gençlikte her zaman kolay olmayabilir. Bedensel, düşünsel işgal durumlarının bireylerde kimliksiz veya çok büyük zorluklarla elde edilmiş ama yaralı kimlikler ortaya çıkardığını örneklerle görmek mümkün.
A.S.: Özellikle Türk Sanat tarihinde kadın imgesinin tasvirlerinin belirli aşamalarla gerçekleştiğini ve kadın sanatçılara ise eril bir dil üzerinden bir başarı atfedildiğini kısacası hayatın her alanında olduğu gibi “kadın”ın sanat alanında da bir “eril tahakküm”ün altında olduğunu biliyoruz. Sizce bugün bu koşullar altında bir sanatsal özgürlükten söz edilebilir mi?
A.K: Erkeklerin de Türk sanatında özgür olduğunu düşünmüyorum. Toplumun kendine güveni yerine gelince bu meselenin de düzeleceğini düşünüyorum. Kaldı ki ulusal sanat diye bir düşünce güncel sanatta bir yere varamaz. Ama sanatçılar uluslararası zincir firmaların ulusal temsilcisi gibi değil de içe dönük özgür düşünce ve formları ve varsa konuları dünyaya atabilirler. Yine de bu konuda bir yargım yok ve ahkam kesmek istemem. Çok saygıdeğer sanatçı arkadaşlarım var. Bu şartlarda sanat yapmak ne kadar mümkünse yapıyorlar, yapıyoruz.
A.S.: Bu sergide “femicide” kavramını dile getiriyorsunuz. Kadınlar üzerinde sistematik olarak uygulanmakta olan cinsiyetçi tutum ve şiddet sizin daha önceki sergilerinizde ve üretimlerinizde ele aldığınız kavramlar. Kadınların yıllardır süre gelen bir ötekiliğe maruz kaldığı aşikâr. Ancak son zamanlarda artan bu şiddet eylemlerinin yanında kadın hareketlerinin gerek Türkiye’de gerek tüm dünyada bir ivme kazandığını söylemek de mümkün. Siz, git gide ivme kazanan kadın hareketlerini nasıl yorumluyorsunuz?
A.K.: Tabii ki yetmişli yıllardaki İkinci Dalga feminizm batıda bilinç seviyesine çok fazla değişiklikler getirdi, ama gerçek şu ki: erkek ve kadın arasında eşit gelir dağıtımı hala gerçekleşmedi. Seksenli yıllar İkinci Dalga feminizmin gerilediği yıllar olarak görülüyor. Emansipasyon (özgürleşme) hareketleri “kadın”ı, çocukların bakımı, ev isçiliği gibi geleneksel yapıda ve bedeninin farkındalığı konusunda bilinç seviyesinde özgürleştirdi. Ama bu “mutlu evli kadın” özelliğini bırakmasıyla, kazandığı özne, zayıflama, genç ve güzel olma özelliğinin toplumda önem kazanmasıyla güzellik enstitülerin, yani kapitalizm diktasının altına kendi isteğiyle giren bir kadın tipine dönüştü. Kendine güveni az ve zayıf kalmak için açlık çeken, toplumsal güzellik baskısının altında kalmış olma durumu neredeyse politik bir ideoloji oldu. “Vitrin mankenleri”ne benzeme onun “kopyası olma” dediğim mesele bu yıllarda tekrar başladı. Tabağının kenarından dışarıya bakamayan bir kişilik halini aldı (Türkiye`de hala geçerli bir oluşum).
Bu yıllarda feminizm medyada artık alay konusu olarak ya da kadınların kendilerini kurban ettikleri bir hareket olarak yer aldı. Bilhassa mesleklerinde çok başarılı ‘singles’lar medyanın kaçınılmaz hedefi oldular. Medya feministleri şişko lezbiyen diye sınıflandırarak aşağılamaya başladı.
Seksenli yıllardan itibaren hala günümüzde geçerli bir görüş var: Feminizmin artık sonu geldiği ve yerini bundan sonra geleneksel “kadın ve ev” imajına bıraktığı söylemi. Naomi Wolf şu provakatif soruyu ortaya atıyor: “Neden bütün Batı kadınlarının ruh sağlığı bozuk?” Kendisi yanıtını verir: “Batının kadın hareketi toplumun iktidar dokularına müdahale edip, onları bir hayli değiştirdi ama bu defa kendisi kapitalizmin ‘güzellik ölçülerine uyma zorunluluğu’nun diktasının altına girdi.” Yani kendi olarak değil imajı olarak yaşamaya devam etti.
“Kadın”ın bir kopyadan ibaret ve gerçek olmayışı feminizmin reddi anlamına gelmez.
Öznenin kaybı, yani onun artık her şeyin özü olması özelliğinin kaybı, onun yokluğu değil, onun muhtelif formlar içinde kayganlığı, çözülmesi anlamına gelir. Bu görüş Foucault ve Delauze’ün başlattıkları yapıbozum (Dekonstruktivizm), Struktralizm kapsamında uzun uzun ele alınır. Post-feminizm bu dalgaların etkisi altına girer.
Doksanların ortasında post-feminist dalganın “kadın kimliğine yön vermesi” Foucault sayesinde oluyor. Denilebilir ki post-feminizm günümüzde iki kolla ilerliyor: Biri liberal feminist geleneğe göre kadınlar hala hayat şartlarını düzeltmek için mücadele ediyorlar, diğer taraftan kadın kategorisi tamamen kaldırılıp Gender meselesine konsantre olunuyor. Bu kısa feminist deneyimin geçmişi (ki ben bunu Berlin’de izledim) ve bugünü benim çalışmalarımda ve katalogdaki söyleşide tam yerini alır.