29 Kasım’da vizyona giren, başrollerini Alican Yücesoy ve Başak Özcan’ın paylaştığı “Küçük Şeyler” filmi, dünya prömiyerini Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali 2019’da gerçekleştirdi. Alican Yücesoy, Herceg Novi – Montenegro Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”ne layık görülerek filme ilk ödülünü kazandırdı. Ayrıca film 26. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Senaryo”, “En İyi Erkek Oyuncu” ve “Umut Veren Genç Kadın Oyuncu” ödüllerinin sahibi oldu. Filmin yönetmeni Kıvanç Sezer’le bir araya geldik ve süreci konuştuk.
Babamın Kanatları’ndan Küçük Şeyler nasıl üredi hatta türedi mi ?
Babamın Kanatları’nı yazdıktan sonra şunu fark ettim ki, orada ele aldığım inşaat işçileri inşaat tamamlandıktan sonra binanın kapısından bile giremiyor. Bütün aylar boyunca onların evine dönüşmüş yer bir anda yabancılaşıyor. Aynı şekilde oralardan evler alan insanlar için de bir süre sonra orası yabancılaşmaya başlıyor. Belki de binalarındaki asansörün boşluğunda bir işçinin cesedi var. Bunu bilemiyorlar. Belki de umursamıyorlar. Bu meseleyi düşünürken işte bahsettiğim ilişki hikayesi bir anda bir bağlam bulmuş oldu kendine ve ben kafamda bir üçleme yarattım. Buna ev üçlemesi diyorum hatta. Alt sınıf, orta sınıf ve üst sınıf bağlamında 2010’lar Türkiyesi’ndeki inşaat çılgınlığının insanların hayatını nasıl etkilediği, kapitalizmin nasıl bir yerde durduğunu anlatan bir konut üçlemesi.
Oldukça sosyolojik bir bakış açısı. Sosyoloji eğitiminiz var mı?
Sosyoloji eğitimim yok ama bu konuda çok kitap okurum. Mesela Marshall Berman’ın Katı Olan Her şey Buharlaşıyor ya da Richard Sennett’ın Karakter Aşınması kitabı. Bu tür okumalar bana yaşadığımız döneme, topluma ve insana dair çok büyük ipuçları veriyor. O yüzden kendimi bu tür konularda geliştirmeye çalışıyorum.
Kentselleşmeyle ilgili bu algınızın başlangıcı ne zamana dayanıyor?
Ben apartman çocuğuyum. Ankara’da doğdum. Sonra Malatya’ya taşındım ama orada da apartmandaydım. Hiçbir zaman bir köyüm olmadı. Bazı insanlar “Biz Karakovanlı Köyü’ndeniz” derler ya mesela. Orada bütün çocukluğunu tamamlamışlardır. Benim böyle bir aidiyetim hiç olmadı. Ben hep kentin içinde buldum kendimi. Buradan doğmuş olabilir bu algım. Ayrıca şunu da ekleyebilirim. On yıldır İstanbul’da yaşıyorum ve hâlâ burası beni hayrete düşürmeyi başarıyor. İçinde bulunduğu farklı mahallelerdeki, farklı sitelerdeki yapısıyla ürettiği saçma hikayeleriyle beni hayrete düşürmeyi başarabiliyor.
Koca binalar, yüksek siteler… Bu mülkiyet arzusu nereden geliyor?
Hayatı garantiye alma ihtiyacından doğuyor. Özellikle de bizim ülkemizde bu böyle. Hatta bu bizim meslek seçimimizi de etkiliyor. Mesela çok bilinen bir tablodur. “Anne ben oyuncu olmak istiyorum.” diyen çocuğuna “Önce bir doktor ol yanında yaparsın.” diyen ebeveyn çoktur. Çünkü hayatı yaşanılacak değil garantiye alınacak birşey olarak görme eğilimi yüksek olan bir toplumuz. Dolayısıyla insanlar da kira ödemek yerine ev sahibi olarak, sonra o evi de hırsızlardan vs korumak ve kendi gettoları haline getirecek şekilde davranarak aslında kendi köleliklerini başlatıyorlar.
“Bu coğrafyanın modern erkeğinin maço versiyonu”
Baş karakteriniz tüm bu kentselleşme hikayesi içinde çıkışsız kalıyor…
Ben de çıkışsız kaldım. Şaka bir yana, muhtemelen erkek olduğum için Onur karakterine daha çok yüklendim. Aklımda hep bunu bir büyüme hikayesi olarak, bir ergenlik meselesi gibi ele almak vardı. Çünkü Onur bir yetişkin olmasına rağmen aslında bir ergen gibi. Bir de biraz maçoluk meselesi üzerine düşündüm. Onur kendi meşrebince bu coğrafyanın modern erkeğinin maço versiyonunu oluşturuyor. Hayatını satıştan kazandığı için bu kimliğine de yansımış dev bir manipülatör. Dolayısıyla içinde bulunduğu durumu ya da en yakınında karısını da manipüle etmeye çalışıyor ve bu artık bir noktadan sonra içinde bulunduğu gerçekliğin duvarına çarpıyor. Fakat o bunu görmeyi reddettikçe işlerin daha da sarpa sardığını düşünüyorum. Sonuçta gerçeği reddedişi bir trajik halin doğumuna sebep oluyor.
Peki sizden de bir parça taşıyor mu Onur?
Evet taşıyor. Ama bunun kolay kolay anlaşılamayacağını şekilde senaryonun gidişini manipüle ettim.
Bazı şeyleri gizleyerek kurgulamak senaryoda bir başarı tabi. İyi bir senaryoyu nasıl tanımlarsınız? Nedir iyi senaryo?
Ben iyi senaryodan şunu anlıyorum. Meselesini dört dörtlük anlatabilen ve seyirciye vaadini yerine getiren senaryo iyi senaryodur.
“Mutlu son da yazdım ama vazgeçtim”
Küçük Şeyler’in senaryosuna farklı finaller yazdınız mı?
Evet. Mutlu son da yazdım ama sonra vazgeçtim. Çünkü benim mutlu son olarak gördüğüm şeyin başka bir perspektiften mutlu son olmayabileceğini fark ettim. Dolayısıyla bu filmin net bir mutlu sonu olamazdı, ancak muğlak bir sonu olması gerekirdi. Bir taraftan da bu filmin başka bir hikayeyle devam edeceğine dair bir hisle bitmesi gerekirdi. Çünkü Babamın Kanatları’nın sonu açık uçluydu. Bu da bir üçleme olduğu için artık üçüncü filmi kapalı bir sonla tamamlamayı düşünüyorum.
Sinemaya nasıl karar verdiğinizi merak ediyorum.
Ben üniversitede biyoloji mühendisliği çalışıyordum. Kanser üstüne çalışıyorduk hatta. Oldukça ilgi çekici bir konu üstüne çalışmama rağmen, ben insanlığa daha yararlı olmak adına filmler yapmak istediğimi fark ettim. Sonrasında İtalya’ya gittim. Orada sinema kurgusu üstüne bir okulda okudum. Okulu bitirince de İstanbul’a yerleşip kameraman ve kurgucu olarak çalıştım. Yaklaşık üç dört yıl bu şekilde çalıştıktan sonra kendimi hikaye anlatıcısı noktasına getirecek şekilde bir donanım elde etmeye çalıştım.
Sektöre ilk nerede çalışarak başladınız?
Özcan Alper’in filminde asistanlık yaptım. Onun Nar Film şirketi de benim ilk filmimin yapımcılığını yaptı daha sonra. Ayrıca televizyon kanallarında, belgesel kanallarında çalışmış oldum. Sinemadan önce televizyonda çalışmış oldum. Çok ayrı iki kulvar olduklarını bu şekilde görmüş oldum.
Şimdi atölyeler de veriyorsunuz. En çok neyi vurguluyorsunuz öğretirken?
Bir yazar yönetmen olmak istiyorlarsa kendilerini özel yapan şeyin ne olduğunu bulmaları gerektiğini vurguluyorum. O filmi kimin yaptığına dair parmak izi görülmeli diyorum. Özgün olma durumu burada devreye giriyor.
“Güzel aldırmazlık”
Filminize geri dönersek, diğer işsizlik temalı filmlerden de ilham aldınız mı?
Tam ilham mı bilmiyorum ama çok sevdiğim filmler var. Mesela Ken Loach’un “Ben, Daniel Black”i veya Fernando Leon de Aranoa’nın Güneşli Pazartesiler‘i.
Son olarak filmin ismine nasıl karar verdiniz?
Bu isimde bir ironi var. Yazmaya başladığım zamandan itibaren bu ismi düşünüyordum. Ama İngilizcesinin Little Things olması beni düşündürüyordu. Bu yüzden İngilizcesinde bir değişikliğe gittim ve anlamı güzel aldırmazlık olan psikolojide de kullanılan terimi kullandım. O sırada güzel aldırmazlığı da kullansam mı diye bir düşündüm ama biraz havada duyulacaktı, vazgeçtim.
Şimdi sırada üçüncü filmin ismini bulmaya çalışıyorum.
Nedir hikayesi üçüncü filmin?
İzleyenler hatırlayacaktır. Bu filmde evine baskın yapılmasından korkan bir müteahhit vardı. Üçüncü filmde onun hikayesi var.