…Bir flaneur niçin dünyayı dolaşır ve bu gezgin niçin her yeri bir görme nesnesine dönüştürür? Oğuz Yalım’ın “Flaneur” sergisindeki tüm işler sanki bu soruya bir cevap olarak ele alınmış. Şehir temasının defalarca işlendiği resimler, dış dünya gibi şekilsel farklarla birbirinden ayrılır. Dış dünyada, farkın hayati olması, bu farkın duyumsamayı ortaya çıkarması, onunla organik bir bağ kurulmasına da olanak tanır…
Modernizm, herkes için eşitlik vaadi üzerinden kendini var etti. Rönesans ile başlayan, imgenin de en az sınıfsal kastlar kadar toplumsal eşitsizliği beslediği eleştirisi, tabu olarak kabul edilen imgeyi yapı bozuma uğratma zemini hazırladı. Mutlak krallıklar göksel ve yersel olanı ve bilgiyi bir tür özel mülkiyet olarak görüyordu. Bu sahip olma durumu obskürantik ve dile getirilemeyen bir olguydu. Giotto, resimde tanrısal olanın insanca bir soyutlama ve duyum olduğu gerçekliğini, figürlerini gerçeğe yakın resmederek gösterdi. Tanrısal imgenin, figür ile sıradan insana yaklaşması, İtalyan Ön Rönesansı‘na evirildi. Giotto ile resmin teolojik bir gösterge olmaktan çıkmaya başlaması, belirtilmeyen daha doğrusu belirtilemeyenin daha çok gerçekliği barındırdığı fikri metafizik bilginin gelişmesine zemin hazırladı. Resmin, sokak gibi bir göstergeler dünyasına dönüşmesi, onu bir eşitlik talebi olarak ortak payları dağıtma misyonu da kazandı.
Modern, baskılanan her şeyi dile getirme ve bir yerde tekrar kurma süreci olarak işledi. Eşitsizliğin imgeden ve kastlardan kopararak diyalektik bir işleyiş kazanması ve farklı eşitsizliklere yönelmesi nihilist entropinin işlerliğini de ortaya koyuyordu. Bu eşitlik, her şey yolunda, giderse diyalektiğin sonu olacaktı. Bauhaus, böyle bir geleneğin somutlaşmış haliydi. Mimarlık, endüstriyel ürün tasarımı, ressamlık, heykeltıraşlık ve zanaatkârlığı iç içe geçiren bu ekol, binayı tüm sanatların birleştiği en üst nokta fikrine dayanıyordu. Herkes için şekillenen bu proje, mimari bir standart ortaya çıkarmak ve insanlara eşit imkanlar sunmayı hedefliyordu.
Oğuz Yalım’ın “Flaneur”ü Summart’ta
Guillaume Apollinaire‘in modern resim tanımlamasına, “müzik nasıl katıksız edebiyat ise, bu da katıksız resim olacaktır”, paralel olarak Piet Mondrian da resimde kendi şehirlerini kurmaya başlamıştı. Beyaz üzerine enine ve boyuna siyah çizgiler kesişerek farklı büyüklüklerde dikdörtgenler ortaya çıkarıyordu. Bu dikdörtgenler üç ana renge boyanarak şehri soyutluyordu. Şehrin iki parametre üzerinden, renk ve kesişen doğrular üzerinden dış dünyadan soyutlanması mimariye insandan bağımsız bir alan açtı. İçinde yaşamak için artık kurulmayan şehirler geleceğe dair bir gösterge olarak da şekillendi.
Summart Sanat Merkezi, Oğuz Yalım’ın “Flaneur” sergisine 10 Şubat – 10 Mart 2021 tarihleri arasında ev sahipliği yapıyor. İç mimarlık geleneğinden gelen Yalım, şehre dair tasarılarını, kübist unsurlar, geometrik şekiller, işaretler, biçimsiz lekeler, teknik çizimler, renk ve sanat tarihine göndermeler üzerinden tuvale aktarıyor. Bir gezginin seyir defterini hatırlatan resimleri gezi notları, anı ve rüya üzerinden inşa ederek farklı şehir deneyimleri sunuyor.
Bir flaneur niçin dünyayı dolaşır?
Peki bir flaneur niçin dünyayı dolaşır ve bu gezgin niçin her yeri bir görme nesnesine dönüştürür? Oğuz Yalım’ın “Flaneur” sergisindeki tüm işler sanki bu soruya bir cevap olarak ele alınmış. Şehir temasının defalarca işlendiği resimler, dış dünya gibi şekilsel farklarla birbirinden ayrılır. Dış dünyada, farkın hayati olması, bu farkın duyumsamayı ortaya çıkarması, onunla organik bir bağ kurulmasına da olanak tanır. Bu bağ, flaneur için duyulur olanın hafıza ve belleğe alınarak haritalandırılmasıdır. Bu harita duyumsanan her şeyin bir uzamıdır. Flaneur, şehre dair ikonografik yerleri görmek ile yetinen turist duyarsızlığının ötesinde, onu duyumsayan, içselleştiren ve kendi nostaljik göstergelerine dönüştüren bir maceracıdır.
Bu macera arama, kaybolma, keşfetme ve tanıyarak fethetme gibi pratiklere evirilir. Bir yerin tüm göstergelerinin tüketildiği bu alan rüyaya ve hazza açılan kapılardır. Milorad Paviç’in “Hazar Sözlüğü” kitabını anımsatan resimler, belirli bir başlangıcın olmadığı, her şeyin bir devam hali olma fikrine dayanıyor. Yalım’ın tanrı bakışı ile perspektif verdiği şehirlerde her şey iç içe geçer ve adeta dev bir binaya dönüşür. Bu bina için merkezi bir yer yoktur aksine amorf fraktal bölünmelerle görünen kadar görünmeyeni de duyumsal kılar.
Bu kurulum, Hollandalı ressam ve grafik sanatçısı Maurits Cornelis Escher sonsuz metamorfoz dizilimleri anımsatırken asla bir tekrara dönüşmez. Yalım, şehirleri kurarken resmin akışı içinde boyutlandırır ve bir süreklilik kazandırır. Belirli bir ilkeye bağlı olmayan bu kurulum adeta bir yumru gibi kendi kendini doğurur. Birbirine açılan bu yapılar sonsuz bir metamorfozu ama şekilsel olmayan bir sürekliliği beraberinde getirir. Sonsuzluğun bu kendini üretme hali, hatalarla, eksiklerle, yetmemeyle ve niceliksel farkın nitel bir özelliğe dönüşmesi ile bir devam haline dönüşür. Yaşananların, nitel bir veri olarak mahremiyetini kaybederek pornografik bir unsur olarak kayıt altına alınması bir sonraki macera için bir ön hazırlığa dönüşür.
Jacques Ranciere, “Yanlışın kalıcılığı sonsuzdur, çünkü eşitliğin doğrulanışı sonsuzdur ve her hangi bir polis düzeninin böyle bir doğrulanışa direnişi bir ilke meselesidir. Gelgelelim, yanlış düzeltilemese bile, bu, onun işletilip sürdürülemeyeceği anlamına gelmez” der. Yalım da şehirlerinde, duyulur olanın paylaşımı üzerinden inşa ederek süreklileştirir. Onun şehirleri yaşananların izlerini taşır. Şehir ile kurulan bu ilişkisel bağ, yaşananların bir göstergesi olarak mimariyi olduğu kadar, doğa ve dahası insan bilinci de soyutlar. Soyutlamanın nesnel ve doğal olandan kopması ve kendi düzlemini oluşturarak işlev kazanması farklı bir yaşam alanı ortaya çıkarır.
Oğuz Yalım’ın “Flaneur” sergisi 10 Şubat- 10 Mart 2021 tarihleri arasında, bağımsız ve kar amacı gütmeyen bir girişim olan Summart Sanat Merkezi’nde seyircisi ile buluşuyor.
İLGİLİ HABERLER
MAURIZIO CATTELAN’IN KOMEDYEN’İ ve PASOLINI SİNEMASINDA ABSÜRT