İstanbul’da açılan ilk modern sanat müzesinin yeni binasının mimari projesini üstlendiğinizi duyduk. Sizin bu projeyi üstlenmeniz, İstanbul için bir sanat kurumunun yapısını tasarlamanız bizim için sevindirici bir durum.
Biliyorsunuzdur, şehrin bu eşsiz sahil şeridi farklı alternatifler olmadan, bir yönetim planı hazırlanmadan, bu alanı yönetecek misyon odaklı bir kurumlaşma sağlanmadan, merkezi yönetimin görev verdiği bir yatırımcılar topluluğu tarafından dönüştürülüyor.
Şehrin tarihsel merkezini çevreleyen dış ticaret limanı, kıyı bölgesi yıllarca kapalı ve işlevsiz kaldı. Merkezi yönetimin haraç aldığı eski hali de bir felaketti. (Gemi yanaştığında gümrük vergisi iner, gemi kalktığında yükselirmiş. Yani devlet eliyle zengin ve yoksul yaratmaya hizmet edermiş!) Sorun bu merkeziyetçi işleyişin bugün de bu projeyle aynen devam etmesi. Kimsenin “eskisi gibi kalsın, çok memnunduk” diyeceği yok. Tam tersine yıllardır şehrin merkezini bir hapishane duvarı gibi kapatan, denizle ilişkisini koparan, bu alanın şehrin kamusal yaşantısına katabileceği zenginlikleri engelleyen, ayrıcalık yaratan, şehrin ekonomisini kıskacı altına alan bu merkeziyetçi yaklaşımı sorguluyoruz. Örnekler çok: Karar aşamasında farklı alternatiflerin ortaya çıkması, dönüşümün yalnızca piyasa odaklı olmaması hedefleniyor. Sonraki aşamada, eğer gerekiyorsa, yatırımcılar devreye girebiliyor. İstanbul’da uygulanan dönüşüm modeli ise bunun tam tersi. Her şeyden önce bu dönüşüm modeli tartışılmalı. Gündemde İstanbul gibi devasa bir şehrin son kamusal alanlarını elden çıkarmak var.
Buradaki sorun şehir adına karar verme yetkisinin, burada ne yapılacağının merkezi yönetim tarafından yatırımcıya devredilmiş olması. Oysa bu kararların şehirselleştirilmesi, yani kamusal nitelik taşıması için plan ve projelerin özgür bir ortamda geliştirilmiş olması gerekir. Hiç şüphesiz yatırımcılar, şirketler bu tür projelerde devreye girebilir. Onlardan hizmet alınabilir. Ancak profesyonel alanda özgürlükler olmadan mimarlık olmaz. Örneğin bu bölgede şehrin simgesel değeri olan önemli hafıza mekanları yok edildi. Bunları hiç tartışma imkanı bile olmadı. Yatırımcı imar alanını artırmak için kıyıya kazıklar çaktı. Bu yapıların altına katlar inşa etmek için yıktı. Şimdi taklitlerini inşa edeceğini söylüyor. Farklı dönemlerinin hafıza mekanları olan Paket Postanesi ve Yolcu Salonu ansızın yıktırıldı! Nedenini biliyor musunuz? Yalnızca daha fazla kar etmek için!
Şehrin simgesel değeri olan önemli hafıza mekanları yok edildi. Bunları hiç tartışma imkanı bile olmadı. Yatırımcı imar alanını artırmak için kıyıya kazıklar çaktı. Bu yapıların altına katlar inşa etmek için yıktı. Şimdi taklitlerini inşa edeceğini söylüyor. Dünyanın birçok yerinde işlevini yitirmiş antrepolar, endüstriyel alanlar, askeri bölgeler şehirlerin yaşantısını zenginleştirecek bilgi yönelimli deneyselliklere açılırken, yaratıcı fikirlerle dönüştürülürken, merkezi yönetimin araçsal bir mantıkla, sanki başka bir alternatif yokmuş gibi, bir daha geri dönülemeyecek şekilde şehrin bu değerlerini yok etmesi İstanbullulara karşı yapılmış çok büyük bir haksızlık.
Mimarlık böyle bir dayatma ile gerçekleşebilir mi? Bu projenin temel motivasyonu kendisini “köktenci” bir piyasa işleyişine teslim etmek. Bu da doğal olarak mimarlığı azami kar amacına doğru koşullandırıyor. Mimarlık böyle bir dayatma ile gerçekleşebilir mi? Profesyonel alanda özgürlükler olmadan mimarlık olur mu?
Sizden beklentimiz elbette ki “Don Kişot gibi değirmenlerle savaşmanız” değil. (Bu projede yer alan başka birçok mimar dururken, bunu yalnızca sizden beklemek çok büyük haksızlık olur.) Sonuçta bir “mimarlık şirketi” olarak, kârınızı artırmak, bir sanat müzesi için gösterişli bir iş yaparak rakiplerinize fark atmak isteyebilirsiniz. Sorun da burada başlıyor: Mimarlığın sanat kurumlarına hapsedilmesi.
Bu yazıyla bir mimar olarak Renzo Piano’ya seslenmek istiyoruz. Bu kişiliğiniz, yarım yüzyıllık bir birikim ve sorgulayıcı bir profesyonellik kariyeri oluşturuyor. Bu birikimi korumak, onun fırsatçı girişimlerle kullanılmasını engellemeye çalışmak öyle tahmin ediyoruz ki sizin için de anlamlı olacaktır. Aynı şekilde çok zor şartlarda hala İstanbul’un küresel sanat ortamlarında güçlü bir dinamik oluşturmak için çırpınan ve şehrin en önemli sanat kurumlarından biri olan İstanbul Modern‘i (ve şehirle ilişki kurmaya çalışan diğer sanat kuruluşlarını da) düşünüyoruz. Sizin gibi bu kuruluşların bu şehirdeki varlıkları da bizim için önemli. Sorun da burada. Bu kuruluşların şehirde hayırseverlik alanına izole edilmeleri. Neredeyse popülist siyaseti destekleyecek bir şekilde modernliğin bir yaşama stili, küçük bir mutlu azınlığın ayrıcalığı gibi gösterilmesi. Sanatın ve mimarlığın özgürlüğü, bağımsızlığı kendisine tanımlanmış olan hayırseverlik alanın dışına çıktığında bir anlam kazanır. Yoksa Marcuse’nin ta 60’larda işaret ettiği gibi “sınırlandırılmış bir alandaki özgürlük, tahakkümün bir aracı” halini alabilir.
Yatırımcıların mantığı, önceliği bellidir: Onlar kâr için çalışır, bunda da bir tuhaflık yok. Bu projede kimler yer alıyor? Merkezi yönetim var, yani devlet. Yıllarca şehrin bu alanını kullanarak, şehir ekonomisini kontrol altına aldı, ayrıcalıklar dağıttı. Bugün de bu misyonu sona erdiği için bu endüstriyel bölgeyi terk ediyor, kar amaçlı bir girişime teslim ediyor, aynı eşitsiz ilişkiyi sürdürerek. Diğer tarafta yatırımcı var, normal olarak onun da görevi bu alandan maksimum kar etmek. Bunda da bir tuhaflık yok. Bu projenin temel motivasyonu kendisini “köktenci” bir piyasa işleyişine teslim etmek. Bu da doğal olarak mimarlığı azami kar amacına doğru koşullandırıyor.
Siz neredesiniz, Renzo Piano olarak?
Yatırımcılar kâr etmek ister, hayırseverlik yaptıkları konuların ise genellikle yaptıkları iş ile bir ilişkisi yoktur. Bu yüzden öğrenmek istiyoruz: Siz neredesiniz, Renzo Piano olarak? İşbirliği yaptığınız İstanbul Modern bu işin neresinde? Mimarlık veya sanat, isterseniz yanına bir de “modern” sıfatını ekleyin, böyle bir şey mi? 19. yüzyılın neoklasik kapitalist dünyası ile bildiğimiz modern dünyayı ayıran şey, bir stil farkı değil, tam da mimarlık ve sanat gibi faaliyetlerin oynadıkları kamusal rol ile ilişkiliydi. Hayırseverlik alanına izole edilen sanat ve mimarlık ne yazık ki toplulukların kamusal alandaki ilişkilerini güçlendirmedi. Tam tersine, kamusal alandaki çatışmacı yönelimleri öne çıkardı ve bunun sonucu bir yıkım oldu.
Bu yüzden “bu projenin bütününden ben sorumlu değilim, bu sözleri onlara söyleyin” deyip, bu sorgulamadan kendinizi muaf tutmayacağınızı düşünüyoruz. Her şeyden önce piyasaya bırakılan sanat tıpkı angaje mimarların, sanatçıların işi gibi bir “devlet” sanatıdır. Bunu herkes bilir, ama en iyi (bu acıları yaşamış olanların, modernliği dönüştürmek için çaba göstermiş kurumlarında yetişmiş) sizin gibi insanlar bilir. Projeyi inşaat bittikten, panolar kalktıktan sonra görmek değil yalnızca sorun.
Asıl meselemiz şehirde sanatın, mimarlığın, fikir üretiminin anestezik bir nitelik kazanması. Şehir, yaşadığımız coğrafya 19. yüzyılın yıkıcı kapitalist mekanının bir karikatürüne dönüşüyor. Onun bir karikatürünü yaşıyoruz, ayakta kalması çok zor bu kamu anlayışının. Bu yüzden yaşadığımız sorunlarda yalnızca taraf olmak bile çok hafif kalıyor. Amaçların, mimarlığın, sanatın temellerinin tahribatı çok daha önemli.