Genel Yayın Yönetmenimiz Ayşegül Sönmez, 15 Haziran 2009’da Michel Maffesoli ile röportaj yaptı. Fransız düşünce sahnesinde postmodernizm kavramını kullanmaya Jean Baudrillard’la birlikte ilk kez cesaret eden sosyolog ile Beyoğlu’nun arka sokaklarında dolaştı. Birlikte manava girdiklerinde iyi kiraza Napolyon, iyi eriğe Papaz denmesine bayıldı Maffesoli.
Maffesoli, bu görüşmeden sonra Ayşegül Sönmez’in Sanatatak yayınlarından çıkan’Ben Ayşegül Sönmez Çağın İçinde’ kitabına önsöz yazdı. O önsöz şu cümleyle başlıyordu:
“Ayşegül Sönmez’i tam da lstanbul’da tanıdım; söyleşimizden de çok Beyoğlu sokaklarındaki gezintimizi anımsıyor, “o akıntıya kapılıp gidiş”teki (Gerçeküstücü ve Sitüasyonist anlamıyla “nesnel tesadüf”e denk gelen) seslerin, kokuların, biçimlerin anısına ithafen önsöz cümlelerini kağıda döküyorum.”
14-15 Kasım’da Sorbonne’da Michel Maffesoli’nin 80. yaşına ithafen bir kolokyum düzenleniyor. Patrick Tacussel, Pina Lalli, Denis Jeffrey, Federico Casalegno, Lionel Pourtau, Aurélien Fouillet, Jean-François Colosimo gibi isimlerin katılacağı etkinlikte Maffesoli’nin profesyonel ve akademik çalışmaları ele alınacak. Maffesoli’nin kapsamlı olarak ele alınacağı bu kolokyum vesileyle Ayşegül Sönmez’in Maffesoli ile olan röportajını yayınlıyoruz:
Ayşegül Sönmez: Neden Fransız filozofların postmodern kavramını kullanmasına alışık değiliz?
Michel Maffesoli: Tabii değilsiniz, çünkü Fransızlar moderniteyi geliştirdi. Dolayısıyla Fransızlarda nadirdir postmoderniteden bahsetmek… Bu bir nostaljiydi. Böyle bir ortamda, modernite içinde yaratılan büyük sosyal, siyasal sistemleri bir kenara iterek postmodernizmden bahsetmek cesaret isteyen bir işti. Bu kavramın Fransa’da kullanımında Baudrillard’la birlikte öncü olduk.
A.S.: Konferans konuşmanız çerçevesinde kalarak, çağdaş sanata yüklediğiniz anlamı sorabilir miyim?
M.M.: Sanat gerçeğin, gerçek hayatın öncüsüdür; genel olarak düşündüğüm bu. Dolayısıyla, gerçekle ilgili fikir edinmek istiyorsak çağdaş sanata bakmak, gerçeği anlamak için önemli bir ipucu…
A.S.: Eleştirel düşünce yoktur diyorsunuz, konuşmanızda da bunu yinelediniz. Çağdaş sanatın bir arzusu da eleştirel düşünceyi taze tutmak, hatta onun kendisi olmak… Bunda çelişki yok mu?
M.M.: İlk bakışta, eleştirel gelebilir, çağdaş sanat… Ama önemli ve kalıcı olan özelliği, gerçek hayata, toplumsal hayata kattığı öncülük… Sanat, bir taraftan eleştirel ama bir taraftan da geleceğe yönelik vurgular taşıyor. Dolayısıyla, sanatın eleştirel yönünü geçici, geleceğe dair yönünü kalıcı buluyorum. Örnek vermem gerekirse… Picasso, resimleri aracılığıyla burjuvaziyi kıyasıya eleştiriyordu ama sanatıyla daha o zamanlardan postmodernizmin öncüsüydü. Bunun adı o zaman çağdaş sanat değil, modern sanattı. Picasso ise bana göre avangard değildi. Avangard kavramını problemli buluyorum. Picasso, açı getirendi. Picasso’nun eserlerine baktığımızda, onun modernite denilen yapıyı yok ettiğini ve yeniden ürettiğini görürüz. İnsanlar eskiden tek kimliğe sahipti; postmodernitede ise çok kimliklerden bahsediyoruz…
A.S.: Lev Kreft Balkan bir estetikçi. Sanathayat dizisinden çıkan kitabına bir önsöz yazdı, Türkiyeli okurlar için. Kültürün toplumsallığı ve tarihselliği yeniden ürettiğine, sınıf kavramının yerini alan kültür kavramının sınıf çatışması yerine kültür çatışması yarattığına değiniyor, bunu sorunlu buluyor ve tartışmaya açıyordu. Siz kültürün, sanat dahil her kavramın yerini alması meselesine nasıl bakıyorsunuz? Sosyal ihtilafların yerini kültürel ihtilafların almasıyla kimliklerin kazandığı ve kaybettiği anlamlar üzerine neler söylemek istersiniz? Çok sorunlu değil mi?
M.M.: Hem evet hem hayır… İndirgemeci bir yaklaşımla kültürü hayatın dışında tutarsak, kültüre müzevari bir yaklaşımla yaklaşırsak, onu hayatın dışında bir olgu olarak değerlendirirsek, sorunlu… Sanatı, günlük hayatın dışında algılıyorsak, sergilenmesi gereken eserler olarak algılıyorsak, hayır. Ama kültürü müzeden çıkarıp hayatın içine katarsak, günlük yaşantımızı bir sanat olarak düşünürsek, ki ben öyle düşünüyorum, evet. Kültürün eski anlamı: Nasıl giyinmek, ne yemek, nasıl yemek, nerede yemek… Ama şu anki gençler bu kültürü sokaktaki günlük pratikler olarak algılıyor.
A.S.: Siyasetin de kültürleştirildiğini görüyoruz. Kültür özerkmiş gibi bir vurgu yapıyorsunuz, gençler öyle algılamıyor diyorsunuz ama hiç de öyle değil. Sanat da tam bu yüzden özerkleşemiyor.
M.M.: Günlük yaşamımız bir sanat. Günlük yaşamın kendisi sanat. Ayrı bir kategori değil sanat. Bakın… Premodern toplumlarda, günlük hayatlardaki objelerin, hepsinin birer estetik değeri vardı. Modern dönüşümle birlikte bu, banaliteye dönüştü. Postmodern dönemde ise yine bu premodern estetik kaygıya doğru bir eğilim olduğunu düşünüyorum.
A.S.: Ama Damien Hirst, sanat başlığı altında, pahalı mücevherler kullanarak ürettiği heykeller satıyor bir müzayedede… Bu merkezi alışverişten ne kadar bağımsız olabilir hayatın içindeki sanat? Tekno müziğe yüklediğiniz anlamı biliyorum. Onu günümüzün önemli bir ifade biçimi olarak gördüğünüzü… Sanatla tekno müziği aynı şekilde mi düşünüyorsunuz?
M.M.: Sanat bugün eskiden olduğu gibi, burjuva için bir sanat, elitler için bir sanat, halk için sanat gibi sınıflandırılamaz. Mozaik kavramına inanıyorum ben. Mozaik kavramını öne alıyorum ama elbette renk, biçim olarak farklı tipte sanatlar olduğunu göz önünde bulunduruyorum. Ancak bunlar şematik bir sınıflandırılma değil. Bir mozaiğin parçaları… Birlikte var oluyorlar. Hiyerarşi yok. Tekno müzikle Daniel Buren yan yana. Biri diğerinden önemli değil. Ya da Picasso’yla Mahler’i aynı şekilde görüyorum. İkisinin de kompozisyonları parçalardan, kendi içinde bağımsız modüllerden oluşuyor. İkisi de yapıbozucu. Mahler’in bugünkü tekno müziğinin öncüsü olduğunu görebiliyoruz.
A.S.: Eric Satie de öyle değil mi o zaman, ya da John Cage?
M.M.: Tabii ki . . . İkisini de sayabiliriz.
A.S.: Bu kültürel hiyerarşinin olmaması tartışmasız bir kültürel relativlzm yaratıyor ki bunu bir kültür emekçisi olarak tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Bu mozaik fikri, tıpkı modernitenin kendisi gibi, başarısızlığa uğramış bir proje gibi geliyor bana… Lakin görüyorum ki siz oldukça iyimsersiniz. Bu mozaikte hiç mi kayıp bir parça, bir defo yok bugün?
M.M.: Çok önemli bir soru… Burada önemli olan, evrenselliğin bittiğini kabul etmek. Bunu kabul etmekte çok zorlanıyoruz. Evrenselliğin bittiğini görmek gerekiyor. Görecelikten bahsederken değişik değerlerin ilişkilendirilmesinden bahsediyoruz. Tek değer yok. Birçok farklı değer var. Bu da çoktanrılı bir yapıyı getiriyor. Çoktanrılı bir yapının olması bizi şoke ediyor. Tektanrılı olmaya alışmışız. Bu yeni yapı bizi rahatsız ediyor.
A.S.: Tabii ki bu mozaiğe ben de inanmak istedim ama çoktanrılılık olarak bahsettiğiniz şey, maalesef bana göre, çok tiranlığı getirdi. Dolayısıyla hiç olmadığı kadar çok monarşik günler bu günler…
M.M.: Katılmıyorum. Monarşik bir düzen değil içinde yaşadığımız düzen, anarşik bir düzen… Anarşiden de kastım, devletin kendi kendini düzenleyen bir yapısının artık olmaması, devletin olmadığı bir düzen. İktidarın gücünün, değişik kabilesel güçlerle yer değiştirdiğini söyleyebilirim. Yani iktidar yerine artık değişik bir güçten bahsedebiliyoruz. Bu güç tepeden inme değil, aşağıdan geliyor. Kendi kendini düzenleyen, klasik anlamda monoteist ve ataerkil sistem yerine, çoktanrılı, farklı kabilesel güçlerin ortaya çıktığı bir güç var artık. Ve asla sizin dediğiniz gibi monarşik bir yapı oluşturmuyor bu; oluşturmayacaktır.
A.S.: Seyahat?
M.M.: Hayat… Hayat, bir yolculuk…
A.S.: Ulysses?
M.M.: Başlangıç.
A.S.: Apocalypse? Son kitabınızın ismi…
M.M.: Dünya güzelliğinin yeniden ortaya çıkması.
A.S.: Metropol?
M.M.: Modernite. Megapol, postmodernite.
A.S.: Feminizm?
M.M.: Feminizme karşıyım ama feminizasyona varım.
A.S.: Feminen?
M.M.: Kadınsallık. (Fiziksel ve kimyasal olarak erkek, fantazmik ve seksüel olarak kadın olabilirim…)
A.S.: Düşünce?
M.M.: Düşünce, disiplinlerin sınırlandırılmasının kapanmasının önüne geçecek tek şey. Disiplin derken sosyoloji, felsefe, antropoloji gibi disiplinleri kastediyorum. Onların ötesinde bizi düşünmeye sevk eden en temel olan şey düşünce. Sonuçta üniversitenin sorunu disipliner olması ama düşünceyi unutması…
A.S.: Nomad? (Göçebe)
M.M.: Sadece mekansal değil. Nomadizm, ideolojik, cinsel ve mesleki olabilir. Birçok kimlik bizi nomadizme zorluyor. Aynı inanışları, giyinme tarzlarını hayatımız boyunca sürdüremiyoruz. İdeolojiler arasında da bir göçmenlik söz konusu. Aynı hayat, ama farklı kimliklere geçiş yapmamızı gerektiriyor. Bu, cinsel tercihte de söz konusu olabiliyor.
A.S.: Kırmızı çoraplar?
M.M.: Kırmızı, Ortodoks dinin temsilcisi, mor ise Katolik kardinallik… Bazı anlarda derinlik, dış görüntüde gizlidir. Bu dış görünüş derinliği gösterir. Bu noktadan itibaren modayla ilgilenmeye başlarız. İşte koketlik gibi… Aynı şekilde, sokaktaki sanat gibi. Yaşam bir taraftan yüzeysel bir görüntü sağlıyor, bir taraftan da derinlerdeki yaşamı hayatla birleştiriyor. Eskiden, giyinme, moda, sadece kadınların alanı değildi. Bütün dünya giyimine önem veriyordu. Moderniteyle birlikte bu sadece kadınlara özgü bir tavra dönüştü. Günümüzde, daha önce de belirttiğim gibi, tekrar günlük estetiğe doğru kayış var. Tıpkı en eski günlerde olduğu gibi…
A.S.: Renk?
M.M.: Moderniteyi, Anglosakson bir zafer olarak düşünelim. Renk, gri. Postmodernite ise Akdeniz havzasının rövanşı. Griye karşı renk… Goethe’den peygamberce bir söz: Gri, bilgiyi sembolize eder. Yeşil ise hayatın altın ağacını…
A.S.: Picasso’dan başka kim?
M.M.: O kadar çok var ki… Tek birini seçmek mantıksız. Kişisel tercihlerim Matisse ve Cezanne…