A password will be e-mailed to you.

Marksist kuramcı Michael Hardt’ın 1970’lerin devrimci hareketleri üzerine çalıştığı kitabı ‘Yıkıcı Yetmişler’ Münevver Çelik’in çevirisiyle Otonom Yayıncılık’tan çıktı. Duke Üniversitesi’nde akademisyen olan Hardt, yeni tahakküm biçimleri karşısında özgürlükçü hareketleri incelemeye devam ediyor. Yeni kitabında açtığı ’70’ler’ tartışmasında, 70’lerin bir başlangıç olduğunu iddia eden Hardt, politik toplumsallıklar inşa etme kudretinin soybilimini yapmak gerektiğini savunuyor.

Otonom Yayıncılık tarafından Moda Sahnesi’nde organize edilen etkinlikle kitabı üzerine düşünmek için Türkiye’den okurlarıyla bir araya gelen Hardt’ın açtığı tartışmayı, -çevirmen Sinem Özer’in konuşma esnasında yaptığı ardıl çeviri sayesinde- Sanatatak okurlarıyla paylaşıyoruz. Söz Michael Hardt’ta:

Zor zamanlardan geçtiğimiz aşikâr. Ben, 70’lerin devrimci hareketlerine bugünün olanakları ve bugünün koşulları üzerine düşünmenin bir yolu olarak bakmak istedim. Yapmak istediğim şey buydu. 70’lerin devrimci hareketlerine bakarken elim geldiğince çok ülkeye bakmak istedim. Bunların arasında Şili, Kore, İran, Türkiye de vardı. Ülkelerdeki durumu daha net görebilmek ona uluslararası bir perspektiften bakmakla mümkün. Biraz bu açığa çıktı araştırmada. Türkiye’de ve tabi ki her ülkede bu araştırmayı yürütürken benden kaynaklı sınırlılıklar da vardı. O yüzden benim de düzeltilmeye ihtiyacım var aslında.

‘Şimdimizin Başlangıcı Olarak 70’ler’

Kitabın ilk hipotezi şuydu: 70’leri bugünkü durumumuzun, şimdimizin bir başlangıcı olarak görebilir miyiz? Küresel 1968 çok önemli bir dönem olmasına rağmen, 70’ler o dönemin de bir kapanışını ifade ediyor gibi gözüküyordu. Bunun böyle olduğunu en çok iktidar düzeyinde baktığımızda görüyoruz. Tahakküm biçimlerindeki dönüşümü izlediğimizde bu söylediğimiz şey tam yerine oturuyor. Çünkü sonuçta neoliberalizmin başlangıcı ya da fordizminden postfordizme geçiş tam da o dönemlerde, 1970’lerde oluyordu. Ama açıkçası ben tercihimi diğer taraftan bakmaktan yana kullandım. 1970’lerin özgürleşme hareketleri açısından bakmak istedim. Çünkü onların dönemi, bizim bugünkü dönemimizin de başlangıcını ifade ediyor. Onların o günkü politik problemleri, bizim de bugün hala politik problemlerimiz. Birazdan onların politik problemi olduğu halde bizim de bugün hala politik problemimiz olan konulara dair örnekler vermek istiyorum.

‘Kolektif Olarak Nasıl Kavram Üretiriz?’

İkinci hipotezim de şöyleydi: Hareketlerden neler öğrenebiliriz? Bu soruyla bakmaya çalıştım. Bir yanda entelektüeller ve hareketler üzerine düşünenler var. Diğer yanda hareketlerin içindeki eylemciler ve aktivistler var. Bu ayrımın dışında bir yerden bu soruya bakmak ve aksine bizim tam da hareketlerin içinde kolektif olarak nasıl kavram ürettiğimize dönüp bakmak… Önemli olan buydu, ikinci hipotez buna dayanıyordu. Bu hareketlere bakarken, onları bu kavramlar üzerinden tanımlayıp özgünlüklerini buradan da yakalamaya çalışıyorum. Üç örnek vereceğim: İlkini proje henüz devam ederken, araştırma sürerken fark ettim. Bugün bizim politik ufkumuzu tanımlayan birçok sorun da o dönemde ortaya konuyor. Bu kavramlardan bir tanesi ‘devrimci demokrasi’ydi. Ama burada demokrasi derken, bildiğimiz anlamda Batılı bir demokrasinin bir biçiminden ya da onun bir kopyasından bahsetmiyorum. Ya da ABD’de, şurada burada pazarlanan filanca ‘demokrasi’den değil; tam tersine aşağıdan örülen yeni bir demokrasi biçiminden bahsediyoruz. Bunun önemli örneklerinden biri Afrika’daki sömürgecilik karşıtı hareketlerin içinde gördüğümüz demokrasi kavramı. Gine-Bissau, Mozambik, Angola gibi ülkelerdeki demokrasi deneyimlerinden bahsedebiliriz. Özellikle Gine-Bissau’daki önemli teorisyenlerden Amilcar Cabral’ın icat ettiği ‘devrimci demokrasi’ kavramı, formüle edilmiş olan yeni demokrasinin önemli örneklerinden biriydi. Devrimci demokrasinin onlar için ne anlam ifade ettiğine dönüp baktığımda bu demokrasinin en önemli temelini meclislerin oluşturduğunu gördüm. Köylerde kurulan meclisler… Yeni bir demokratik kontrol biçimi yaratan bu meclislerle sömürgeci karşıtı mücadele el ele ilerliyor. Bu deneyimdeki harikulade şeylerden biri şuydu: Afrika’da Portekiz sömürgeciliğini koruyan askerlerin, subayların Portekiz’e geri döndüklerinde oradan öğrendikleri deneyimleri, Portekiz’deki yeni demokrasi biçiminin inşasında kullandılar, oradan ilham aldılar. Sömürgecilik karşıtı hareketin sömürgeci merkeze geri dönüşünün inanılmaz bir örneğiydi.

‘Yeni Bir Demokrasiye Duyulan Arzu’

Portekiz’de gördüğümüz meclisler yapıları üç boyutluydu: İşçilerin özyönetiminde görevi olan meclisler, mahallelerde kurulan meclisler -barınma sorununu çözen, boş yerleri işgal eden meclisler-, toprak işgallerini örgütleyen meclisler. Bu üçlü yapıda, sömürgecilik karşıtı hareketten öğrendikleri deneyimleri yeni bir demokrasi biçiminin inşasında kullanıyorlardı. Böylelikle sömürgecilik karşıtı hareketi bir demokrasi inşa etme sürecine dönüştürmüş oldular. Devrimci demokrasinin yeniden icat edilmesi sorunu bugün hala bizim problemimiz. Bunun bir örneği, 2011’de gelişen Arap Baharı… Arap Baharı’nda sadece otoriter liderlere karşı bir isyandan çok, yeni bir demokratik sürece duyulan arzuyu gördük. Bu hareketin en önemli esin verici yanlarından biri buydu. Sonu iyi gelmedi belki ama yeni bir demokrasiye duyulan arzu hala yaşamaya devam ediyor.

‘Endüstri İşçisinin Temsil Etme Kabiliyeti Sonlandı’

İkinci örneğim ise belki daha karmaşık ama benim daha önemsediğim bir sorun olan çokluk problemi. Çokluk sorunsalına yaklaşmanın yollarından biri, endüstri işçisinin merkeziliğinin sonunun gelmesi ile ilişkili düşünmek… Bu süreç elbette farklı ülkelerde farklı şekillerde gelişti. Ancak hâkim ülkelerde otomasyonla, üretim süreçlerinin başka yerlere kaydırılmasıyla birlikte endüstri işçisinin siyasi temelleri de aşındırılmaya başlanmıştı. Bu sürecin önemli yanlarından birisi -bunu okuyabileceğimiz yer-: endüstri işçisinin temsil kabiliyetinin aşınmasıydı. Siyasi temellerin aşınmasını böyle bir yerden anlayabiliriz. ‘Endüstri işçisinin temsil etme kabiliyetinin sonlanması’ şu demek: Endüstri işçileri sınıfı artık sadece çalışan sınıfları, farklı işçi sınıflarını değil; bütün bir toplumsal hareketleri temsil etme kabiliyetinden artık yoksundu. Özellikle ABD’de sürecin gelişimi böyle. İşçi sınıfının artık ne sınıfın diğer kesimlerini ne ırkçılık karşıtı hareketi ne de feminist hareketi temsil etme kabiliyeti kalmamıştı.  Bu durumun sonucu olarak iki türlü ufuk açıldı.

İlki, işçi sınıfının kendisinin çokluğuna dair ufkunun açılmasıydı. Yani artık sadece endüstri işçileri değil; hizmet sektöründeki işçiler, tarım sektöründeki işçiler, karşılığı ödenmeyen ev içi emek gibi işçi sınıfının kendi içindeki çoğulluğuna dair ufuk açıldı. İkincisi de devrimci hareketlerin kendi içerisindeki çokluğuna dair bir ufuk gelişti. Antikapitalist hareketlerin yanı sıra, patriyarka karşıtı hareketler, kuir hareketler ve ırkçılık karşıtı hareketler de bu çokluğun içinde kendini belli ediyordu. Bunu kesinlikle sınıf mücadelesinin kendisinin bir sorunu olarak algılamamak lazım, tam tersine sınıf mücadelesinin dönüşümünün bir parçası aslında bu açılan ufuklar. Bunun beraberinde getirdiği ikinci bir yön de bu çokluğun nasıl örgütleneceği sorunu… İkinci bir boyut da bu.

‘Çokluğun Kendi İçerisinde Eklemlenmesi’

ABD’de bu bakımdan en ilerde olan hareket feminist hareketti. Bu problematikle en çok uğraşan, en çok meşgul olan, buna dair de bir ufuk sunan önemli hareketlerden biri feminist hareket. Çokluğun örgütlenmesi sorununu, çokluğun kendi içerisindeki eklemlenmesinin nasıl sağlanacağı olarak da ortaya koyabiliriz. Bunun böyle ortaya konmasını ABD’deki feminist hareketlere borçluyuz. Bunun mantığının en çok somutlaştığı yerlerden biri kapitalist partiyarka kavramı… Nasıl ki bu iki sistem iç içe geçerek inşa oluyorsa, biz de aslında hareketlerimizi iç içe geçerek inşa etmeliydik. Fikir, problematik ve mantık bunun üzerinden işliyordu. Bunun işleyebilmesinin -beraber mücadele etmenin- önemli bir koşulu, hareketlerden birine diğerinden daha fazla öncelik tanımamak. İkinci koşul da bu önceliğin olmamasını stratejik bir karara dönüştürmekti. Birbirine öncelik vermemek üzerine çalışmak gerekiyordu ve bu stratejik bir karar niteliği taşıyordu.

Bahsettiğimiz bu iki problem bugün de problem olmaya devam ediyor. ABD’de görüyoruz ki ‘Siyah Hayatlar Değerlidir’ hareketi, aynı zamanda antikapitalist hareketlere, trans yaşamların değerli olduğuna, feminist hareketlere de hitap ediyor, onları da kapsıyor. Tersinden ilerici diyebileceğimiz emek hareketleri de yine bu hareketlere gönderme yapmak, onlara hitap etmek durumunda… Dolayısıyla asıl mesele, mücadelenin içinde bir çokluğu nasıl eklemleyebileceğimiz… Dünün ve bugünün politik problemi bu aslında. Benim Gezi’ye baktığımda gördüğüm şeylerden biri -Gezi’nin bence büyülü taraflarından biri, bu eklemlenme probleminin nasıl vücut bulduğu… Gezi’de Kürt hareketi, geleneksel sol hareketler, kuir hareket, feminist hareket; hepsi bir arada nasıl mücadele edilebileceğine dair bir deneyimi yaşadılar. Ben baktığımda bunu görüyorum. Sonrasında ne olduğunu belki siz bana anlatırsınız. Bu konuda tabi ki benim de düzeltilmeye ihtiyacım var. Bu anlamda bu eklemlenme probleminin ele alınışında Gezi birçok hareketten çok daha ilerdeydi.

‘Kutsal Metinler Marksist Mücadeleyi Geliştirmenin Aracına Dönüşebildi’

Üçüncü örnek ise özgürleşme teolojileri. Aslında burada benim konuşmamı bekliyorsunuz ama benim de ilgilendiğim ve size sormak istediğim şeyler var. Bu konuda sizleri dinlemem gerekiyor. Sizlerin anlatması gerekiyor belki de. Örneğin İran’daki devrimci harekete baktığımızda, 1979’dan sonraki süreç nasıl geliştiği ve o tarihten sonra neler olduğu benim çok ilgimi çekmiyor. Beni asıl ilgilendiren, o noktaya gelene kadar 70’ler boyunca devrimci süreç nasıl yaşandı ki bu süreç sonunda Şah’ın devrilmesine kadar varabildi. İran Devrimi’yle Nikaragua’da yaşanan devrimci süreci karşılaştırdığımda gördüm ki bu hareketleri birbirine yaklaştıran üç şey var. İlki kronolojik olarak birbirine yakın iki devrimci süreç olmaları. İkisi de 1979’a varmadan hemen önce gerçekleşti. İkincisi iki harekette de ABD destekli otoriter yönetimlere karşı bir isyan söz konusuydu. Üçüncüsü de her iki devrimci süreçte de dini öğelerin ve bileşenlerin, din eksenli örgütlenmiş grupların katkısı çok yüksekti. İran’a baktığımda, 1979’dan sonraki süreçte İslamcı güçlerle devrimci güçler arasında büyük bir çatışma yaşandı. İslamcı güçler, devrimci güçleri çok vahşice tasfiye etti. Bilmediğim şey şuydu: Halkın Mücahitleri örgütü üyelerinin hem Müslüman hem komünist olduklarını bilmiyordum. Bu araştırmada öğrendim. Nikaragua’da aslında çok benzer bir sürece tanık olduk. Orada Katolik rahipler devrimci süreçlerin içindeydi, liderlik pozisyonunda yer alıyorlardı. Katolik kutsal metinleri Marksist mücadeleyi geliştirmenin bir aracına dönüştürmüşlerdi. Bu metinler, yoksulların gücünün olumlanması için okunuyordu. Komünizmle Hristiyan teolojisi arasında çok derin bir kesişim yaşandı o devrimci süreçte. Siyasal İslam hem İran’da hem Türkiye’de elbette otoriter ve gerici bir güç. Ama Siyasal Hristiyanlık da benzer bir durumda… Yeterince otoriter ve gerici bir güç. ABD’de de görüldüğü gibi…

‘En Derinden Komünistim’

Sanmayın ki Micheal dindarlaşıyor. Öyle bir şey aklınızın ucundan bile geçmesin. Hala en derinden komünistim. Bu durum aslında bana bir soru sorduruyor: Bugün Türkiye’de de İslam’la özgürleşme siyasetleri arasında bir bağ/bileşim mümkün mü -ki yoksulları harekete geçirip onların gündelik yaşamlarında bir dönüşüme sebep olalım-? Belki de asla mümkün değil. Bunu biraz sizden dinlemeliyim. Ama 70’lerdeki devrimci süreçlerin özgürlük teolojileriyle ilişkisine bakmak bana bu soruyu kaçınılmaz olarak sorduruyor. 1970’lere geri dönüp bakmanın amacı geçmişi yüceltmek ve o dönemki devrimci mücadeleleri idealize etmek değil. Ama acaba o hareketler bugünü düşünürken bize farklı bir bakış sağlayabilir mi? Bugünkü politik problemlerimizi tanımakta bize yardımcı olabilir mi? Bu perspektifle bugünkü olanakları görmekte daha özgür olabilir miyiz? 70’ler bize bu özgürleştirici bakış açısını bugüne bakarken sunabilir mi?

’70’lerin Devrimcilerine Hayranlık Duyuyorum’

Ama şunu da hemen eklemem gerekiyor: 70’lerde yaşamış biriyim ama o zamanlar henüz çok gençtim. Pek de akıllı sayılmazdım. O dönemde politikleşmiş birisi de değildim. Ama tabi ki o zamanın eylemcilerine, devrimcilerine -zaman zaman yanılmış ve hatalar yapmış olsalar bile- büyük bir hayranlık duyuyorum. Sonuçta üzerine çalıştığım hareketlerle doğrudan ilişkilerim olmadı. 70’lerdeki devrimci hareketleri bugünle karşılaştırdığımızda onları daha üstün bir yerde algılamamın önemli bir nedeni o dönemki hareketlerin özgürleşme arzusu. Ona duydukları o güçlü istek. Oysa bugün baktığımızda birçok açıdan bizim hareketlerimizin hedeflerinin çok daha sınırlandığını görüyoruz. O dönem işçi özgürleşmesinden, gey özgürleşme hareketlerinden, siyah özgürleşme hareketlerinden bahsediyorduk. Feminist özgürleşme hareketlerinden bahsediyorduk. Ama bugün özellikle ABD örneğinde bakarsak; gey özgürleşme hareketinin eşcinsel evliliğin yasallaşması talebine indirgendiğini, siyah özgürleşme hareketinin ‘siyah hayatlar değerlidir’ hareketine indirgendiğini, feminist özgürleşme hareketlerinin toplumsal cinsiyet eşitliği hareketlerine indirgendiğini görüyoruz.

‘Kayıp Mı, Yenilgi Mi?’

1970’lerdeki devrimci arzunun cüretini ve cesaretini yeniden ele geçirmemiz gerekiyor. Bu arzuyu yitirdik demiyorum ama bu cüretkâr devrimci arzunun eskisi kadar hâkim olmadığını da teslim etmek gerekiyor. Son bir şey daha eklemek istiyorum. Kitabın el yazmaları tamamlandığında, Fredric Jameson benim için okuyup dedi ki ‘Michael çok güzel yazmışsın ama sonuçta biz yenildik’. İlk düşündüğüm şey, komünist hareketlerin tarihinin zaten yenilgilerle dolu olduğuydu. Ama daha iyi yanıt, başarısızlıkla yenilgi arasında bir ayrım yapmak gerektiğiydi. Başarısızlık dediğimiz şey, daha ziyade kendi kusurlarımızdan, kendi zayıflıklarımızdan kaynaklıdır. Başarısızlık, bir hareketin kendi içindeki sınırlılıklarından kaynaklanıyor olabilir. Halbuki yenilgi dediğimizde bizden daha üstün olan dış bir gücün varlığından, onun bizim üzerimizde uyguladığı baskının boğuculuğundan bahsediyoruz. Yenilgiler dediğimiz şey aslında öylece uçup gitmiyor. Tam tersi, yenilen hareketler arkada bize yeniden başlayabileceğimiz bir sıçrama tahtası, bir platform bırakarak kayboluyorlar. 70’lerdeki devrimci harekete bakarken ilginç olan soru şu: Hangi hareketler onların yerde bıraktığı, bizim yerden alıp kaldırabileceğimiz ve belki de daha ileriye taşıyabileceğimiz şeyler bıraktı? Hangi hareketler üzerine çalışacağımı bu soru belirliyor.

Daha fazla yazı yok
2024-10-14 16:27:45