A password will be e-mailed to you.

Oyun oynayan ama oyun alanından çıkmaktan da çekinmeyen öykücü: Mevsim Yenice.

Mevsim Yenice ile, 2014’ten itibaren başladığı öykü yayımcılığı macerasının 10. Senesinde, 3.  kitabı Fil Gözü ve yazarlığıyla ilgili konuşmak için bir araya geldik… Yenice ile nasıl yazmaya başladığını, bir fizik mezunu olarak nasıl öykücü olduğunu, konuşmadık! Yazarlığının bu yönünü merak edenler diğer beyanatlarını araştırabilir. Yazarlığında “oyun oynamanın” onun ve okuyucuyla kurduğu ilişki için ne kadar önemli olduğunu dile getirdiği söyleşimiz, daha çok Fil Gözü, kitapları arasındaki değişim ve sanatla ilişkisi üzerineydi….

Ebru Artaç: Kitaplarınızın ithafları hep çok çarpıcı; “Ablamın eltisinin dayısının küçük oğluna” ve “Mizar ve Alkor”dan sonra, Fil Gözünde ithafta “Şibumi” karşımıza çıkıyor…

Mevsim Yenice: Şibumi, benim kedim, şu an ciddi bir rahatsızlığı var. Aslında kitaplarda klasik ithaflardan kaçınıyorum, Şibumi benim için çok önemli ve bu sefer geleceğe dair, onu hayatıma nasıl mühürleyebilirim diye düşünerek, ona kitapta yer vermek istedim.

E.A.: Şibumi, aynı adlı kitabının dışında, Japonca sanatsal olarak basitlik-gizem-karmaşanın oluşturduğu mükemmelliyeti anlatan bir kelimeymiş.

M.Y.: Kedime ismini Trevanian’ın kitabındaki karakterden hareketle vermiştim; ama kendisi bahsettiğiniz bütün nitelikleri taşıyor.

E.A.: Dergilerde yayınlanmış birçok öykünüz var; Fil Gözü’nde eski öykülerinize yer verdiniz mi?

M.Y.: Fil Gözü’ndeki tüm öyküler yeni, bir tek “Solo Test” eskiydi, ama bu kitapta bambaşka bir öyküye dönüştü.

E.A.: Fil Gözündeki öykülerin ortak temasını kayıplar, onların yarattığı boşluk ve o boşluğun tam da oturmayan-zorlama ikameleri olarak okudum…Kitaplarınızın hepsinde temel olan aile unsuru, Fil Gözü’nde sanki boşluğun kaynağına, “ailesizliğe” dönüşmüş. Ne dersiniz?

M.Y.: Üç kitapta bir sürü tema var, ama dediğiniz gibi üçünü birleştiren bir ortak kavram düşünürsek bu aile. İlkinde uzaklık ve aile, ikincisinde aidiyet ve aile, üçüncüye geldiğimizde boşluk ve aile diyebiliriz. Bunun temelinde, çok Freudyen olacak ama, benim her şeyin aileden başladığını düşünmem yatıyor. Ancak kitaplar birbirinden çok farklı; bu ortak temanın etrafında tarz, atmosferler, mekânlar, karakterler çok ayrı.

E.A.: İlk kitabınızdan itibaren erkek ana karakter çokluğu beni şaşırttı. Daha önce Iris Murdoch’ın romanlarında bu kadar çok 1. Tekil kişi konuşan erkek karaktere denk gelmiştim. Bu şekilde, erkek anlatıcı aracılığıyla, Murdoch’un kendini “özgürleştirmeyi” başardığı belirtiliyor. Siz de bu yoruma katılır mısınız? Siz neden tercih ettiniz?

M.Y.: Çok benzer, öykü yazmak benim için kimseyi karıştırmak istemediğim bir oyun alanı. Ki ilk kitaptan sonra erkek karakter konusunda çok tepki almıştım. Öyküye başlamak için oturduğumda, en başta hangi oyuncakla oynayacağımı bilmiyorum. Kafamda sadece karakterin bir sesi, son cümle veya bir his oluyor. Başladıktan sonra o yolda kadın ya da erkek sesi kendini buluyor. Ben günler önceden tüm şablonu çıkarak yazanlardan değilim.

E.A. : Fizikçisiniz, öyle olmanız beklenir.

MY: Çok yatkınım aslında. Kısıtlı bir alanda hayatımı sürdürüyor olsam da iyi bir gözlemciyim, beynim işime yarayacakları kaydediyor, lazım olduğu zamanda oradan hızlıca çekip çıkarıyor. Zihnim alt metni hızlı toparlıyor, kurgu yapmaya çok müsait. O yüzden önceden karakterin cinsiyetini düşünmüyorum. İlk kitapta neden erkek karakter kullandım? “Ben” anlatıcıda karakterleri sizinle özdeşleştiriyorlar. Erkek olması gizlenmeyi, okuyucunun yazar-karakter özdeşleşmesinden uzaklaşmasını sağlıyor. Diğer taraftan, bu bir meydan okuma, bunu yapabiliyor olduğumu, oyunu zorlaştırarak, kontrol alanımdan çıkabildiğimi de göstermek istedim.

E.A.: Fil Gözü’ne geldiğimizde yine erkek karakterler var ama bazı karakterlerin cinsiyeti flulaşmış, Mesela Sifon’da sakal detayı vermeseniz o öykü bir kadın kahramanın anlatısı olarak da okunabilir. Bu öyküden hareketle çocuğunu kaybetmenin acısı anne ya da baba için fark etmez, acı evrenseldir, cinsiyetçi dili acı ile ortadan kaldırıyorsunuz diyebilir miyiz?

M.Y.: İlk kitap çok karakter yoğundu, ikinci kitapta bu dediğiniz, aidiyetin cinsiyetsiz olduğunu düşündüğümden, her öyküde çalışıyordu. 3. Kitapta da, tüm öykülerde olmasa da, temasına göre bazılarında, cinsiyet sadece küçük detaylardan anlaşılıyor.

E.A.: Dile gelirsek, ilk iki kitabınızda tercih ettiğiniz 1. Tekil kişi anlatımına, 3. Ve hatta 2. Tekil kişili anlatım eklenmiş. Burada yeni bir şeyler denediğinizi söyleyebilir miyiz?

M.Y.: Evet bu kitaba kadar denememiştim, tekil kişiden, konfor alanımdan çıkmak istedim. Sifon öyküsü, bir çocuğun kaybını anlatıyor; anlatının çok ajite olmaması duyguyu verip yine de mesafeli durmak için, denediğimde, “sen” anlatıcı tam olarak anlatıya uydu. Ajitasyon sevmiyorum, o yüzden de genelde ironiye kaçıyorum.

E.A.: Bu kitabınızda erkek sesi flulaşırken, çok etkilendiğim Buzda Balık Avında öykünüzde çok güçlü bir kadın sesi-deneyimi ile karşılaşıyoruz. Kadın karakterin fiziksel sıkıntıları, daha yumurtalığını dondurduğunu söylemeden, (şahsi deneyimime dayanarak) regl sancısını hatırlattı, kadınlığa-doğurganlığa dair, çok duyusal ve aynı zamanda gerçekçi bir metin. Ne dersiniz?

M.Y.: Bu konu, hayatımın tam da o kararı verip verme aşamasında; ben düşünmesem bile çevreden benim yerime birilerinin mesele ettiği bir yaşta olmamla ilgili.

E.A.: Buradan Fil Gözü’ndeki başka bir değişime geçmek istiyorum: İlk kitabınız Tekme Tokatlı Şehir Rehberi aile ve şiddet ve intihar gibi sert konular içerse de eksantrik karakterlerle ironik bir ton taşıyor, Bilinmeyen Sular’da bu ironi azalmakla birlikte kara mizaha rastlıyoruz. Ve genelde öyküler bir umutla bitiyorlar.  Fil Gözü’nde ise, eğlenceli bir ton yok, tam tersi çok dramatik ve hüzünlü: Terkedilmiş çocuklar, kaybedilmiş çocuklar ve en çok da bakıma muhtaç yaşlılar… Hatta ilk 2 kitapta da yer alan yaşlı, bakıma muhtaç insanlara Fil Gözü’nde 3 öyküde birden denk geliyoruz, Bu değişimi neye bağlayabiliriz?

M.Y.: Ben bunu düşünmemiştim, güzel yerden yakalamışsınız. Düşünerek yazmıyorum ve ister istemez hayatımda içinde bulunduğum veya çevrede gördüğüm-topladığım detaylarda bu tarz insanlar, sorunlar var. Bu kitapta, bahsettiğiniz örneklerde, aile olmanın sadece kan bağı ile değil, daha farklı şekillerde olabileceğini, ailenin tek bir formu olmadığını kurcaladım diye düşünüyorum.

E.A.: Kitaplarınız arasında gezen belirgin leitmatifleriniz var, mesela puantiyeli plastik şemsiye, emekli felsefe öğretmeni… Metinler arasılığı, karakteri ya da nesneleri sevdiğiniz için mi tercih ettiniz?

M.Y.: Her kitapta bir önceki kitaptan bir karakter ya da bir nesne koyuyorum. Aslında bu da oyunun bir parçası, başka bir öyküye oturduğunda sanki eski bir dostumla karşılaşmışım gibi bir mutluluk getiriyor.

E.A.: Genelde öyküleriniz kesit hikâye iken birkaç öykünüz roman yapısında. Geçmiş söyleşilerinizde bir novella yazdığınızı söylemişsiniz, ama yine bir öykü kitabı çıktı karşımıza… Yolda ne değişti?

M.Y.: Doğru söylüyorsunuz, bu kitapta daha novellaya göz kırpan öyküler var ve bir süredir novella yazmak istediğimi söylüyorum. 4. Kitap, tamamlayabilirsem, bu kitapta yer alacakken çıkardığım bir hikâyeden hareketle olacak umarım..

E.A.: Küçük detaylarla bazılarında hikâyenin mekânının İzmir’de olduğu anlaşılsa da, evet bir şehir ama neresi belirsiz… Bu mekânsız kurgu bilinçli bir tercih mi?

M.Y.: Benim kafamda o mekânın bir adı, bir resmi var, ama illa bir ismi olması gerektiğini düşünmüyorum. İpuçları ile okura da bir oyun alanı açılıyor.

E.A.: Gelelim editörlüğünüze. Yine Can yayınlarından yayınlanan Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un Diyaloglar kitabını yayına hazırlamışsınız. Bir de Can Kozanoğlu-Mirgün Cabas’ın İlk sayfası programını kitaplaştırmışsınız.… Bir podcast dinleyicisi olarak Diyaloglar gibi çok kıymetli bulduğum sohbetlere dair kayıtları kütüphanemde kaynak olarak tutmak bana çok iyi geldi. Editörlük çok farklı bir deneyim olsa gerek; nasıl başladınız? Devam edecek misiniz?

M.Y.: Diyaloglar etkinliğine dinleyici olarak katılmayı çok seviyordum. Sonra Cem Akaş bana teklif getirdi. Çok sevindim. Hatta hızlı bir şekilde tamamladım. Bir sorumluluk alınca iş bitmeden rahat edemiyorum; muhtemelen roman yazamamamın arkasında bu var.  Diyaloglar’ın 2.sini hazırlamayı düşünüyorum.

E.A.: Tam da başka yazarlardan bahsetmişken; kendinizi bir öykücü-edebiyatçı olarak, hangi yazarlara yakın hissediyorsunuz?

M.Y.: Bu kitap özelinde konuşursak, bu dönemde Anna Kavan ve Judith Hermann’ın öykülerini defalarca okudum. Zaten iyi bir öykü okuduğumda bana yazma hissi geliyor. Bu kitabın çoğu öyküsünü yazdıran 2 isim diyebilirim. 2. Kitapta Salinger, 1.sinde ise Kerret okuyordum. Bu kitaplarla ilişkim, oyuncu gibi baktığım için, esinlenme değil de “ben de okuduklarımı neye dönüşüyor?” noktasında.

E.A.: Tutkulu bir okursunuz kimin yeni kitabı çıkınca beklemeden hemen alırsınız?

M.Y.: Rahmetli William Genazino. Hatta yayıncısı bile, birkaç ay önceden yayınlanıyor diye bana haber verirdi.

E.A.: 10 senede bir yeniden okuduğunuz “özel” kitaplar var mı?

MY: Andre Maurois, İklimler.

E.A.: Edebiyat dışında sevdiğiniz alanlar var mı? Bilimkurgu, fantastik, polisiye, korku?

M.Y.: Bu saydıklarınız ilgimi çekmiyor, galiba ben tamamen edebiyat okuruyum. Ama deneme okurum; sosyoloji, antropoloji, psikoloji, sanat tarihi derslerine atölyelerine katılıyorum, oradan çıkardığım kendimi geliştirmek istediğim başlıklara dair makale-kitapları okuyorum.

E.A.: Bu röportajı Sanatatak adına yaptığım için konuyu sanata getireceğim. Sanata hem izleyici/dinleyici hem de deneyimsel olarak yakın olduğunuzu söylemişsiniz. Zaten Bilinmeyen sularda Pink Floyd şarkılarına, ilk kitabınızda Lucien Freud’un tablosuna, Fil Gözü’nde ise min tiyatrosuna direkt yer veriyorsunuz… Genel olarak müzik, görsel sanat, sahne sanatlarından kendinizi en yakın hissettikleriniz, neler?

M.Y.: Müzik ve resim. Müzik aileden gelen, edebiyattan bile önce gelen bir alışkanlık. “Görselliği metaforik olarak nasıl anlatırım”ın peşine düştüğüm için resim, sanat dalları arasında en çok ilham aldığım.

E.A.: Takip ettiğiniz sanatçılar var mı?

MY: Ekin Büyükşahin. Ben onun hayranıydım, o benim okurumdu., arkadaş olduk. Hatta ilerisi için edebiyat ve resmi birleştirebileceğimiz ortak bir sergi düşüncemiz var. Ve Jean Fabre, mümkün olduğunca yurt dışındaki sergilerini takip etmeye çalıştığım bir isim.

E.A.: En son hangi sergi, oyun, konser vs’ye gittiniz?

MY: En son bir Martı uyarlaması olan Treplev’i izledim, şiddetle öneririm. Ve Justine Triet’in sinematografisini tamamladım.  Önümüzdeki günler için de Megadeth ve Judas Priest’e bilet aldık.

Kitaplarını okurken Mevsim Yenice’yi, Sifon öyküsünün karakteri gibi bir kafede kitap okuyup arada camdan dışarı bakarken hayal ettim nedense. Ve de yazdıkları, tam da bir kahvede camın önünde okunup, sonrasında gelip geçenlere uzun uzun bakılarak üzerinde düşünülecek öyküler…

Son söz kitabımızdan:

“…ayaklarının altında duran rögar kapağını düşünüyorsun. Yağmur sularının aktığı ve atıklarımızın toplandığı, foseptiklere açılan o gizli geçidi. Dev bir sifonun çekilmesiyle hepimizin oraya aktığını hayal ediyorsun. Orada birleştiğimizi…. Eve dönemeyen herkesi birleştiren bir ana cadde örneğin, bir camekanın yansımasındaki 3 boyutlu bir birleşme anı, dev bir sifon ya da…” (Fil Gözü, syf 33)

Daha fazla yazı yok
2024-07-07 22:56:37