A password will be e-mailed to you.

 

Sevmek Zamanı’nın senaryosu yayınlandı. Madem öyle Yıldırım Türker’in Fol dergisinde çıkan 1996 tarihli efsanevi söyleşisinden bölümler yayımlamanın tam sırası dedik. 

 

-Benim bir âdetim vardır. Eleştirilere cevap vermem. Olabilir. Böyle bir laf söylemiştir. Bence ‘Sevmek Zamanı’nı anlamaya gücü yetmez. Şundan dolayı yetmez. Öznel bakışla bir film peşin olarak anlaşılmaz. Aslında ben filmlerimi açıklamam. Ama şunu ilk olarak söylüyorum; ‘Sevmek Zamanı’nı anlayabilmek için doğu ve batı masallarını, bilhassa doğu masallarını bilmek lazımdır.

 

-Batıda da böyle masallar var ama ille de doğu masallarını. Doğu masallarından da ‘Leyla ile Mecnun’u. Son günlerde bir terane tutturdum. Aslında fazla temasım yoktur insanlarla. Soruyorum, ‘Leyla ile Mecnun’u biliyor musunuz?’. ‘Evet, biliyoruz’ diyorlar. Anlatın, diyorum. İşte Leyla ile Mecnun birbirlerini sevmiş, diyorlar. Hayır, Leyla ile Mecnun’un hikayesi o değildir. Son derece müthiş vurgulama noktaları olan; lalettayin bir kızla bir oğlanın birbirini sevme hikayesi değildir.

 

-Türk sinemasını 1914’de ‘Ayastafanos Abidesi’nin Yıkılışı’yla başlatırlar. Ben de çıkıp dedim ki, Manastır’da Manaki Kardeşler var. 1911’de Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatini Selanik’ten Manastır’a kadar izlemişler. Bu 1911’de çekildiğine göre Ayastafanos’tan öncedir dedim. Birdenbire en kodamanlarından bir sinema tarihçisi kudurdu. Gazeteye bir açıklama yaptı. Ben de onları biliyorum ama yazmadım. Rum oldukları için yazmadım, çünkü konu Türk sinemasıydı. Şimdi, düşünebiliyor musunuz? Bu kadar saçma sapan, bilim dışı bir saldırıya cevap bile yermedim. O adamın Türk sinema tarihi kitabı var. Bu olaydan söz etmiyor. Biliyorum diye yalan söylüyor. Kronolojisi var. 1895-1914 arasındaki dünyadaki ve Türkiye ‘deki sinema olaylarını yazmış. Orada da yok. Demek ki evvela yalan söylüyor. Bu olayı bilmiyor. Bir de ırkçılığa sığınıyor. Bir kere Manaki’yle kardeşi Osmanlı-Türk uyruğunda iki tane adam. Yani bu iş Osmanlı topraklarında olmuş. Kaldı ki aynı adamın sinema sözlüğünü açıp bakın. Kriton îlyadis: Sinema operatörü yazıyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti tebaası, uyruğu olduğunuz zaman Türk film operatörü oluyorsunuz da Osmanlı uyruğu olduğunuz zaman Rum mu kalıyorsunuz? Düşünebiliyor musunuz siz, bir sinema tarihçisinin soytarılığını. Ben kendisine edep ve terbiyemle hiçbir şekilde cevap vermedim.  

 

-Devlet ve Türk sineması ilişkileri Susuz Yaz’dan sonra gündeme geldi. Türk entelijensiyası Susuz Yaz ile Türk sinemasıyla ilgilenmeye başladı ve akılları başlarına geldi, büyük bir korku içinde. Arkadan devlet ve Türk sineması ilişkileri ile ikinci bir kez sansür sorunu gündeme geldi. Aynı zamanda Türk sinemasının uluslararası arenada ilk kez ismini duyurdu. Aldığı armağan geri kalmış ülkelerden gelen insanlara da çok büyük bir onur getirdi. Kaldı ki Susuz Yaz’ın gözden kaçmış şöyle bir yanı da var: Ben Susuz Yaz’ı yaparken evvela bir sinema dili yaptım, film dili yaptım. Çeşitli şeyler düşündürüyor insana. Biri mülkiyet meselesi, daha hâlâ doğru dürüst filmlerini yapamadım. Mülkiyet meselesi çok ilgilendiriyor beni. Toprak mülkiyeti üzerine bir film yapmak istiyordum. Su üzerine yapayım dedim, çünkü garip bir mülkiyeti var suyun. Bir avuç su alın elinize, bu suyu ilânihaye tutamazsınız, ama toprağı tutabilirsiniz. Su gider muhakkak.

 

-Şöyle desem, Türk sineması kendi tarihini bilmediği zaman Angelopoulos yapıyor güzel filmi. Esasen Türk sinemasının yapması lazımdı. Neden Türk sineması bilmiyor. Gene o sinema tarihçisinin çıkarttığı kitapta ‘Türk sinemasının bütün bahtsızlığı’ diyor, ‘Karagöz’den ayrılamadığı, Karagöz mantalitesinde kaldığı içindir’ diyor. Biliyor musunuz burada korkunç bir yanlış yapıyor. Zira Yunan sinema kuramcıları da ne diyor biliyor musunuz? Yunan sinemasının 1922 Anadolu harekatından sonra Yunanistan’a göç eden Karagözcülerle başladığını söylüyor. Sonra da Karagöz’ü Yunanlılar elimizden almak istiyor diye şikayet ediliyor. Canım siz dışlıyorsunuz, onlar neden almasın. Aksine Karagöz iyi bilinseydi, Karagöz’den hareket edilseydi, Türk sineması müthiş bir sinema olurdu. Angelopoulos filminin içindeki en başarılı sahneler Karagöz’den esinlenerek yapılmış sahneler. Halbuki bir yazar, Brecht’ten esinlendiğini söylüyor. O zavallı da ne Brecht biliyor, ne de Karagöz. Türk sinemasının bugünkü durumun müsebbibi Türk sinema tarihinin bilinmemesi.

 

-Wuthering Heights, Emily Bronte’nin yazdığı. Bronte Kardeşler’in hayatını çekmek isterdim ben. Müthiş bir film olurdu. Hâlâ da Wuthering Heights’ı çekmek isterim. Müthiş bir roman. Yıllarca Türkiye’deki resmi parti komiserleri ‘canım işte bu veremli kızların okuduğu bir romandır,’ dediler. Sonra Andre Breton’un ‘yeni gerçekçilerin el kitabı olduğunu’ söylediğini okudum. Hatta Charles Dickens’in Bronte’lerin etkisinde kaldığı da söylenir.

 

-Scott Fitzgerald’de Great Gatsby’de mutlaka büyük etkisinde kalmış. Benim projelerimden bir tanesi de, iç içe olarak Madam Bovary ile Anna Karenin’i yapmak. Hem de şunu söyleyerek: Madam Bovary, Anna Karenin’den önce yazılmıştı. Tolstoy’un Madam Bovary’i okumamasına imkan yok.

 

-Aşktan ölümden başka bir şey kalmadı. Bana demin ‘nasıl tahammül ediyorsunuz sinemadan uzak kalmaya’ diye sormuştunuz. Galiba şöyle uzak durabiliyorum. Madam Bovary’i çekerken nasıl çekerim diyorum. Uzun uzun düşünüyorum günlerce. Great Gatsby’i okuyorum. Nasıl çekerim, diyorum. Hatta kendi çektiğim filmleri, tabii Sevmek Zamanı’nı nasıl çekerim diyorum, çeksem. Böyle talimler yapıyorum.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 18:30:44