A password will be e-mailed to you.

…Günümüzde yapılar, bahçeler, yerleşim alanları sanki karşımıza satın alınacak metalar olarak çıkıyor. Bu nedenle şehirliler geçmişte kalfaların, ustaların sundukları esneklikten, çeşitlilikten mahrumlar. Üstelik şehir planları da öyle. Tek seferde ideal bir durumu ortaya koymayı hedefler gibi hazırlanıyorlar. Böyle olunca da daha yapılırken gelişmeler üzerindeki etkilerini kaybediyorlar…

…Günümüzde yapılar, bahçeler, yerleşim alanları sanki karşımıza satın alınacak metalar olarak çıkıyor. Bu nedenle şehirliler geçmişte kalfaların, ustaların sundukları esneklikten, çeşitlilikten mahrumlar. Üstelik şehir planları da öyle. Tek seferde ideal bir durumu ortaya koymayı hedefler gibi hazırlanıyorlar. Böyle olunca da daha yapılırken gelişmeler üzerindeki etkilerini kaybediyorlar…

28 Mayıs’ta açılışı yapılan Venedik Mimarlık Bienali’nin küratörü Şilili mimar Alejandro Aravena’nın üzerinde durduğu kavramlardan biri de “peyderpeylik”. Bu kavram yaşam çevresinin, yerleşim alanlarının metalaşmış konutların piyasa koşullarında karşımıza bitmiş ürünler olarak çıkması yerine, fasılalar halinde inşa edilmesi anlamına geliyor.

Tıpkı, bir önceki bienalde Rem Koolhaas’ın bugün neredeyse piyasa mimarlarının yalnızca marka ve kod numaraları ile bildikleri yapı ögelerine (“Elements”) geri dönmeyi önermesi gibi: Bir zamanlar mimarlar hazır bulmak yerine, tasarladıkları yapıların detayları üzerinde de çalışıyorlardı. 

Aravena da sanki mimarlığın temel meselelerinden birini, piyasa mekanizmaları tarafından üzeri örtülen bir şeyleri hatırlamaya çağırıyor gibi geldi, bana. İstanbul gibi şehirlerde binlerce yıllık yapılar bulunuyor. Öyleyse ne demek “peyderpey yapmak?” Yapımı belli bir zaman alsa da, günümüzde yapılar, bahçeler, yerleşim alanları sanki karşımıza satın alınacak metalar olarak çıkıyor. Bu nedenle şehirliler geçmişte kalfaların, ustaların sundukları esneklikten, çeşitlilikten mahrumlar. Üstelik şehir planları da öyle. Sürekli gözlem yaparak, katılımla gelişmeyi düzenleyen değil, sanki tek seferde ideal bir durumu ortaya koymayı hedefler gibi hazırlanıyorlar. Böyle olunca da daha yapılırken gelişmeler üzerindeki etkilerini kaybediyorlar.   

Meslek alanını yalnızca bina resmi çizmek ve onaylatmak olarak gören mimarlar, bunun dışında kalanı “kaçak” olarak adlandırdılar ve dışladılar. Bilinmediği için öyle adlandırıldı. Yani yok saymak. Yalnızca yapılanlar değil, itirazlar da aynı statüde. Onlar da genellikle bir nesne olarak şehir hakkındaki üst-dilleri oluşturuyordu. Ama karşı taraf, yani iktidarlar bu üst-dilleri dil olarak okuyorlardı, onların gibi zahmete katlanmadan. Onları basitçe kendi kamu yararını temsil eden bir sivil toplum kesiminin görüşleri olarak. Bu durumda kapitalizmin yarattığı eşsiz kriz, karşıtlığın simetrisi ile dengeleniyordu. Sonunda bu çelişki değil, uzlaşma. 

Bugün tarihe, farklı yaşam çevrelerine baktığımızda arkalarındaki farklı üretim biçimini, emeği nesneleştirmeyen insani koşulları unutmuş gibi yapıyoruz. Tarih boyunca şehirler, binalar bir endüstriyel ürün gibi tek defada üretilmedi. Her zaman kollektif bir ürün olarak karşımıza çıktılar.

Hatta İstanbul’da gördüğümüz gibi, çoğu zaman mimarlar tarafından Cumhuriyet Dönemi içinde üretilmiş mimarlık örnekleri bile, kapitalist olmayan üretim koşullarını, örneğin dayanışma içinde yerel işgücünü, teknolojileri, malzeme teminini, insani değerleri ve bilgileri de mimari üretim süreci içine alabiliyordu. 

Mimarlık fakültesinde yaptığım ilk projede taşıyıcı sistemi kurulan ve gerisi kullanıcılara devredilen “bitmemiş” konutlardan oluşan bir yerleşim alanı önerisi hazırlamıştım. Kullanıcılar zaman içinde evlerini değiştirebiliyorlardı. Projede bu sürecin nasıl örgütleneceği hakkında da bazı fikirler vardı. Projede yerel yönetim sürekli işlev görecek bir destek ofisi açıyordu. Aynı zamanda elde daha önceki projelerden elde edilen bir deneyim bulunuyor ve her defasında bu birikim yeniden işleniyordu. O tarihlerde değişik okullardan öğrenciler olarak gecekondu bölgelerinde çalışıyorduk. Proje gecekondu bölgelerinde yaşayanlarla mimarlar nasıl bir ilişki kurabilirler sorusundan hareket ediyordu. Beklediğim gibi o zamanlar şehirde ne olup bittiğine ilgisiz kalmayan, dünyayı izleyen hocalardan bu proje için övgüler alırken, beyinlerinin büyük bir bölümü yalnızca apartman tasarlamak üzerine gelişmiş olan bazı hocalar da böyle bir şehircilik deneyimi öneren projeyle karşılaştıklarında çok şaşırdılar. Çünkü onlar için şehirlerdeki gecekondular kabul edilemez bir durumdu. Sabah akşam çarpık şehirleşmeden söz ediyorlar ve kendi tasarladıkları apartmanların, sitelerin çözüm olduğunu iddia ediyorlardı.

Böylece diyebilirim ki bütün öğrenciliğim çarpık şehirleşmeden şikayet eden ve planlı şehirleşmeyi savunan uzmanlar ile bunun karşısında yer alan popülist siyasetçiler arasındaki mücadeleyi anlamakla geçti. Meslek eğitiminin bir gereği olarak, birinci grupta yer almak gerekirken almadığımız için meslek odasında cetvelle çizilen şehirleri planlı zanneden kişiler bana ve arkadaşlarıma “gecekonducular” adını takmışlardı. Sanki gecekonduda yaşamayı savunuyormuşuz gibi. Yoksul insanları dışlamak ve görmezden gelmek yerine onlarla ilişki kurulsaydı belki daha sonra şehrin büyük bir bölümü kaçak apartmanlarla dolmaz, insanlar daha güvenli ve sağlıklı bir yaşam çevresine kavuşurlardı. Belki de bu disiplinci kamu modeli karşısında popülizm bu kadar palazlanmazdı. Sonuçta şehirlerin akıl ve bilim ışığında tasarlanabileceğini varsayan 1930’lardan kalma idealler sona erdi ama yapıyı bir meta olarak algılayan piyasacı mimarlığın kendisi bunun farkında olmadığı için geçmiştekilerden çok daha büyük bir felaket ortaya çıktı. 

Bu piyasacı mimarlık, modernleşme sürecinin başındaki ve sonrasındaki entelektüel geçmişinden, kökenindeki sorunsaldan uzaklaşarak sınıfsal şiddeti, simetrisizliği karşıtlıkla simetrik bir mutenalaşma hareketine dönüştüren iktidarla neobarok bir koalisyon ortağına, ya da hortlağına dönüştü. Bu nedenle metalaştırıcı ve metalaşmış mimarlık çoktan öldü. Ama o hâla öldüğünü, tarihsel rolünün bittiğini bilmediği için yaşamayı sürdürüyor ve dünyayı mahvediyor. Bu yüzden ölmesine yol açan sorunun ne olduğunu unuttuğu için ona birilerinin öldüğünü hatırlatması lazım!

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 08:17:22