A password will be e-mailed to you.

Sanatçı Mehmet Ali Boran’ın 13 farklı çalışmadan oluşan “Dudakların Benden Başka Hiç Kimsenin Toprakları Değildir” isimli solo sergisi 19 Mayıs Perşembe günü Mardin’de açıldı. Sabancı Kent Müzesi’nin karşısında açılan sergi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupalı bir askerin cepheden sevgilisine yazdığı mektupta geçen bir cümleden hareketle kurgulanarak, günümüzdeki tahribatlara ve teknolojik evrimlere dikkat çekiyor. Mehmet Ali Boran ile “Dudakların Benden Başka Hiç Kimsenin Toprakları Değildir” üzerine konuştuk.

 

Sinem: Mehmet Ali merhaba. “Dudakların Benden Başka Hiç Kimsenin Toprağı Değildir” isimli sergini 5. Mardin Bienaline paralel olarak açtın. Sergideki işlerin Mezopotamya coğrafyası ile direk ilişki içerisinde ve üretim sürecinin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Yola çıkış öykünü merak ediyorum aslında.

M. Ali: Küçücük şeylerin düşündürdüğü ya da yönelttiği kocaman hikâyeler yaşamlarımızın dört tarafına serpilmiş halde duruyorlar. Bu küçücük hikâyeler, meseleler, durumlar vs. herkesin gözünün önündeki kocaman anlatıların içerisinde de saklı veya açık seçik bir şekilde bulunabiliyorlar. Bu küçücük olana dair yönelimlerimin beni yönlendirdiği araştırmalardan ortaya çıkan devasa anlatılara giden araştırma halleri sıklıkla izlediğim bir metot oluyor. Aslında gayet basit bir formül; kocaman bir ip yumağının onlarca düğümünü açmaya başlamak için bazen en küçük düğümü bulmanız gerekiyor ve bu küçük düğüm geride kalan her şeyin açılmasını sağlayan şeye dönüşüyor.

“… deneyimler, üzerinde yaşadığınız kara parçasının tikel uzantılarıdırlar ve sanat üretimi hiç olmadığı kadar deneyimler ve tecrübelerle sınanıyor”

Mezopotamya, coğrafi bir nitelemeden çok mitolojik ve tarihsel göndergelerle tanımlanan bir kavram. Bana coğrafi bir alan ya da bölgeyi çağrıştırmıyor. “Z“, “P“ ve “T“ harflerinin bir arada kullanıldığı bir kelimenin kulakları iyi dolduran fonetik halleri. Şunu da belirteyim, ben içerisinde bulunduğum zaman dilimine somut etkileri bulunmayan olay, mesele, vaziyet, kavram vs. şeylere meyil etmiyorum.
Evet, deneyimler, üzerinde yaşadığınız kara parçasının tikel uzantılarıdırlar ve sanat üretimi hiç olmadığı kadar deneyimler ve tecrübelerle sınanıyor. Yanı sıra yeni dönem güvenlik sistemleri bu deneyim ve tecrübelerimizi istediği gibi yönlendirebiliyor. Bunu yaparken de coğrafyanın temel donelerini baz alıyor. Bu sebeple ele aldığım anlatılarda coğrafyaya dair birçok konuyla karşılaşırsınız ve bu konular binlerce yıllık meselelerden ziyade en fazla yüzyıllık bir zaman diliminde geçer.
“Dudakların benden başka hiç kimsenin toprakları değildir.” Bu cümle Birinci Dünya Savaşı’nı konu alan bir belgeselde Avrupalı bir askerin cepheden sevgilisine yazdığı bir mektupta geçen bir cümleydi. Bu söz dışında o belgesele dair başka bir şey hatırlamıyorum. Nerede izlemiştim? Yönetmeni kimdi? Belgeselin adını ne koymuşlardı? Ya da nasıl fotoğraflar vardı vs. Fakat gençlik yıllarından bu yana benimle dolaşan, uyuyan ve bende büyüyen bu küçücük cümle dev imgesi ile Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerini, sebep olduğu yıkımları, arzu etmenin kabarttığı milliyetçilik silsilesini benim için çok güzel özetleyen bir cümle olduğundan o belgeselde unutmadığım tek şey olacak ki hep benimle kalmış diye düşünüyorum. Bu cümle döndü dolaştı ve gelip uzunca bir zamandır hayata geçirmek istediğim Mardin’deki bu serginin ismi oldu.

Sergi, ‘savaş gibi büyük anlatıların olmadığı zamanlarda yıkım ve tahribat kavramları yaşamlarımızın arasında hangi tür ve şekillerde gerçekleşir veya var olur?’ sorularından hareket ediyor. Mardin’deki Gül Mahallesi’nde şiddetli yağışlardan dolayı istinat duvarının yıkılmasıyla başlayan bir süreçte “tahribat” konusunda kendime sorduğum sorular çoğaldı. Aynı yıl içinde, sonrasında ve öncesinde Gül Mahallesi’nde tıpkı bu istinat duvarında olduğu gibi kayma sonucu gerçekleşen birçok yapının yıkıldığını fark ettim. Bu yıkımların son zamanlarda artması ve hatta ardarda gelmesi tesadüf müydü?
2018 yılında Mardin’de hiç olmadığı kadar ardarda ve sert bir şekilde görülen yağışlı hava hareketleri bu heyelanların gerçekleşmesini hızlandıran temel etken oldu. Yani dengesini bozduğumuz tabiatın kendisi için doğal fakat bizim için afet diye tanımlanan bu hava hareketleri Gül Mahallesi’nde birçok kültürel mirası yerle bir etmişti. Eğimi çok fazla olan bir dağın güneşe bakan tarafında kurulmuş olan Mardin kalesinin dibinde bulunan kayaların bazılarının yuvarlanarak şehrin içerisine düşmesi ve daha da düşebilme riskini taşıyor olması da yine bu şiddetli hava hareketleri ve tetikleyici heyelanlarla ilgilidir. Ve hatta kayıtlarda bir evin tepesine bir kayanın düştüğüne dair bilgi de mevcut. Bir önceki sene Kültür Varlıklarını Koruma Vakfı’ndan eriştiğim bir harita Gül Mahallesi’nin bir afet bölgesi olduğunu pembe renkle belirterek ortaya koyuyordu. Bu haritanın bilgisinden de anlaşılacağı üzere Gül Mahallesi’nin tamamı yakın bir zamanda ya da gelecekte yıkım riski ile karşı karşıyaydı. Bu, yüzlerce kültürel mirasın bu şekilde yıkılacağının kanıtıydı. Ve bu kanıt benim için çok hüzünlüydü.

 

Sinem: Dünyada büyük tahribatlar bırakan savaşlardan (I. Dünya Savaşı) birinde Avrupalı bir askerin sevgilisine yazdığı bir mektuptan yola çıkan ‘Dudakların benden başka hiç kimsenin toprakları değildir’ serginin adı olmakla beraber bunu sen bir üretim (eser) haline getirdin. Bu mektupta geçen bir cümle aslında. Peki, sen bu mektubu kime gönderdin? Biraz hikayesinden bahseder misin?

M. Ali: Askerin yazdığı mektubu, artık Mardin’de olmayan Atamyanlar ailesinin bir ferdi olarak kurguladığım Nofe Atamyan’a gönderilmiş bir mektup haline getirdim. Nofe, sevgilisinden aldığı mektubu okudu ve o mektuba cevap olarak yazdığı mektubunu postaneye ulaştıramadı. Önce babaları İskender Atamyam’dan bir yıl sonra da ailenin hiçbir ferdinden haber alınamamıştı. Hemen akabinde gasp edilen konakları Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın müttefiki olan Alman ordusuna karargâh olarak peşkeş çekiliyor. O mektup bir zarfın içinde ve şu an devam eden sergimde bir müze envanteri gibi camdan kutunun içerisinde sergi süresince durmadan titreyerek gösterilmeye devam ediyor. Bir mekanizma aracılığıyla mektubun maruz kaldığı titreşim Nofe’nin kaygılarını, endişelerini, korkularını içerdiği için aynı zamanda Nofe’nin neler yazmış olabileceğini de bizlere durmadan okutan bir titreşime dönüştü.

 

Sinem: Yine aynı işle devam edersek ben işin özüne odaklanarak şunu sormak istiyorum. Bütün bu yıkımlar, savaşlar sömürgecilik şeklinin bir örneği aslında. Peki, sen de kötülüğün artık sıradanlaştığını mı düşünüyorsun?

M. Ali: Evet…

 

Sinem: Günümüz dünyasında ayrımcı politikalar ve yaşanan adaletsizlikler fazlasıyla yükselmiş durumda. Diğer yandan doğa insanlığa bir çeşit dersini de vermek ister gibi… Hatta hoyratça yaşamın üzerine çullanan, büyük salgınlarla bize cevap veriyor. Ekoloji konusunda tüm toplumlar, etik olarak bir sorumluluk yüklenmek zorunda artık. Kendini poşete sarıp rüzgâra bıraktığın işi buradan okuyabiliriz sanırım?

M. Ali: Toprak kaymasına maruz kalan bir zakkum ağacı için heyelan nasıl bir felakettir acaba? Bu zakkum ağacı bahçelerin istenmeyen ağacı olmasından erozyonun oluşturduğu şiddetten daha büyük bir şiddete maruz kalmıyor mu? Acaba hangisi onun için daha büyük bir şiddet eylemi?
Tabiat için doğal olan bu hava hareketlerini yapıp ettiklerimize karşı bir cevap gibi de görebiliriz. Şiddetli bir rüzgâr karşısında, şeffaf bir naylon poşetin içerisine girerek tabiatın bizler için şiddet ihtiva eden hareketlerine karşı kendimi koruma altına almaya çalıştım. Fakat petrokimya ürünü bu malzeme bedenimin üzerinde fütursuzca dans ederek ekolojik tahribatın raddesini beni hırpalayarak gösterdi.

Mehmet Ali Boran, Zakkumun Kökü

Sinem: “Ekoloji biz insanlara şiddetle mi cevap veriyor” diyorsun. Sence tahrip edilen ekolojinin yanında kültür için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

M. Ali: Bu sergimde yer verdiğim “Epizot hikâyeler“ adındaki suluboya kurgularım, Dara Antik Kenti’nde bulunan köy yerleşim yerine, faaliyetlere, ekonomik ilişkiler, mimari, altyapı, ulaşım, doğasındaki bitkiler, yabani otlar, mantarlar, hayvanlar ve insan ilişkilerine odaklandığım 2021 yılında gerçekleştirdiğim 14 parça A4 ebadında resimlerden oluşmaktadır. Bu yerleştirmemde, arkeolojik bir alanda kültürel miras dışındaki şeylere bakmaya çalışmıştım. Bu suluboya resimlerden bir tanesinde Dara arazisinde bahar aylarında türeyen Domalan mantarına yer vermiştim. Son altı yıldır değişen hava hareketleri nedeniyle hiç türemeyen Domalan mantarını toplamaya çıkmak bahar aylarının vazgeçilmez etkinliği ve daha da önemlisi ekime ihtiyaç duymayan doğal yiyeceğiydi. Şehirden kırsala doğru bu mantarı aramaya çıkan insanların kültüre dönüşmüş bu aktivitesi değişen hava şartları sonucu uzun zamandır rastlanılmaması nedeniyle geçekleşmeyen ve eskiyen bir kültürel hikâyeye dönüşüyor. Dolayısıyla evet doğadaki tahribatın insan eksenli kültüre de dolaylı ve direkt etkileri olacaktır.

 

Sinem: ‘From Old Times’ işinde Foucault’un bedenlerin disiplin ve denetim altına alınmasındaki biyopolitika teorisine gönderme var. Ayrıca burada kullandığın nem böceğini, Matrix filminde Neo’nun vücuduna yerleştirilen robottan esinlenerek ürettiğini söyledin. Neo’nun vücuduna yerleştirilen ve hatta onunla bütünleşen bu böcek aygıt, onu seçilmiş kişi haline dönüştürdü. Bu sana da bedenin terbiyesi, yeteneklerin artırılması, güçlerinin ortaya çıkarılması ve yararlılığıyla itaatkarlığın koşut geliştiğini, böylece Foucaultcu deyimle iktidarın biyo-politika hatta anatomo-politikasını çağrıştırmıyor mu? Yani aslında burada Neo gerçekten kurtarıcı mı yoksa terbiye edilecek seçilmiş bir beden mi?

M. Ali: Wachowski kardeşler tarafından 1999 yılında çekilen “TheMatrix” bilim kurgu filmi Matrix serisinin ilk filmiydi. Distopik bir kurgu da kurgulanarak işlenmiş olan bu kült sinema yapıtı denetim ve güvenlik mekanizmalarının erişeceği merhaleyi işliyordu. Dört seriden oluşan dizinin ilk serisinde ajanlar başroldeki Neo‘nun göbeğinden bedeninin içerisine bir robot salmışlardı. Nemli ortamlarda çokça türeyen rutubet böceği adındaki bu hayvan ‘The Matrix’ filminde denetim ve kontrol mekanizmalarını sağlayan robot olarak kullanılmıştır.
Filmde kullanılan bu böceğin robotunu galvaniz malzeme ile yeniden şekillendirip üzerine epoksi dökerek onu dondurdum. Bunu denetim ve güvenlik mekanizmalarını işleten araçların sürekli olarak kendini yenileyen hallerine istinaden gerçekleştirdim.
Sorunun kendisine gelecek olursam; başroldeki Neo nihai bir özgürlük için bir kurtarıcı ve dolayısıyla kurtarıcı olan kişi de maharetleri vesilesiyle zihnen ve bedenen terbiye edilmesi gereken kişidir.

M. Ali BORAN, ‘Column’, Enstalasyon
Fotoğraf: Tahsin BARAVİ

Sinem: Biyopolitika kavramında gidecek olursak eğer, işlerinde gördüğümüz ayrımlaştırılmış nesneler aslında iktidarın stratejilerini incelemiş gibi. İktidar ise bütün stratejilerini bütünleşmeye yani birleştirmeye yönelik inşa etmiş. Fakat ayrıştırma yapabilmek için bir bütünleşmeye ihtiyaç var mı sence de? Yani burada mevcut yapıyı değiştirmek için dışlamak yerine zıddı olan bütünleşmeyi kullanmak politikası, tahakküm altına almak yöntemidir. Bu noktada senin (ayrı nesneleri bir araya getirdiğin/kolon 2022) işlerin teknik ve içerik olarak kavramla nasıl ilişkileniyor?

M. Ali: Tahakküm kurmak, tarihsel deneyimlerle şekillenerek bugünlere kadar ilerleyip gelmiş bir iktidar meselesidir. İlerleyen zamanlar içinde bugünkü iktidar deneyimleri birer tecrübe olarak geleceğe referans teşkil edecektir. Yani her defasında kontrol, denetim ve gözetim mekanizmaları gücü daha güçlü bir merhaleye taşımak için işlemeye devam edecektir. Biyopolitika çok uzun zamandan beri iktidarların toplum üzerinde tahakküm kurmak için işlettikleri bir mekanizma oldu. Bu mekanizma güvenlik kameralarıyla, ciplerle ve kurumlar aracılığıyla hiç olmadığı kadar da iyi işledi. Ancak bulduğu her delikten içeriye doğru sızmayı başaran denetime ve kontrole maruz kalan kişiler ya da kitleler iktidarı, bir delik bularak ya da oluşturarak onu aşındırmayı yeniden başarmaktadırlar.

“İktidar lokal metotlarla yerelleşmektedir”

İktidar ise boşluk fikrinden nefret edendir. Bu boşlukları kapatmak adına biyopolitikanın ayrıcalıklarının da kullanıldığı, bir yerin mimari, coğrafi, kültürel ve sosyo-ekonomik tüm donelerini kullanarak yeni dönem iktidar metoduyla işleyen bir politika mevcut. Dağ, orman, yol, akarsu, köy, şehir, ev ve her neyse o, o şeyin tüm detaylarından faydalanarak güvenlik ve kontrol ağını işleten bir yapıdır bu. Tam da bu metot ile son yedi yıldır işleyen yeni dönem güvenlik mekanizmaları bir bedeni, grubu veya kitleleri gözetim ve kontrol altında tutmak yerine, o bölgede yaşayan canlı ve cansız her şeyi her an denetleyebilecek/gözetebilecek bir mekanizmada konumlanır. Yani iktidar bu anlamda hiç olmadığı kadar lokal metotlarla yerelleşmektedir.

Mardin ve muadil şehirlerde uygulanan yeni dönem hükmetmee biçimleri

Bu sergide yer alan eserlerimin temel donesi, yeni dönem güvenlik sistemleri oldu. Bilhassa soruda bana yönelttiğin “Kolon“ adındaki 5 metre yüksekliğindeki enstalasyon çalışmam, sergiyi gerçekleştirdiğim mekanda bulunan malzemelerle kurdum. Bir tabure, camdan bir levha, kar küreği, masalar ve sandalyeden oluştu. Üst üste bindirerek tabandan tavana doğru incelen, kırılgan,amorf yapısıyla mekânın bir afet bölgesinde bulunmasından kaynaklı oluşabilecek herhangi bir çökme riskine istinaden sergi mekânına / yapıya ilave bir sütun oluşturdum. Metodum, son yedi yıldır Mardin ve muadil şehirlerde uygulanan yeni dönem hükmetme biçimlerinin metotları oldu. Mekânın içerisinde bulduğum değişik form, malzeme ve nesneleri kendi bağlamlarından çıkarmayarak onları tek bir amaca hizmet eden yeni bir işlevle bütünleştirdim. Duchamp’a referansla kar küreği ve tabureye de yer verdiğim bu düzenlemede kolonun tavana temas ettiği yerde tavanda bir çatlağa denk gelmiştik.

M. Ali BORAN, ‘Bir Anadolu Parsının Hüzün İçindeki Arayışları’, Video Art
Fotoğraf: Tahsin BARAVİ

Sinem: Coğrafya ve bellek nerdeyse tüm çalışmalarının çıkış noktası olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle ‘Bir Anadolu Parsı’ işinde bunu çok hissettiriyorsun. Bize biraz Pars’tan ve onu oluşturduğun zaman içerisindeki motivasyonundan bahseder misin?

M. Ali: “Bir Anadolu Pars’ının Hüzün İçindeki Arayışları“ adındaki bu videom soy tükenme ve iyileşme meseleleri arasında gidip gelen bir canlının Dersim coğrafyasını, animistik öğelerini odağına alan bir video çalışmasıdır.
Muğla’da yaşayan Mantolu Hasan adındaki bir avcı parsları iyi avlamak gibi bir marifete sahip olduğu için meclis tarafından ödüllendirilerek plaket veriliyor. Resmi belgelere göre en son Beypazarı’nda son pars 1974’ öldürülmüştü. Bu tarihten sonra herhangi bir yerde görülmeyen bu hayvan yaklaşık 40 yıl sonra 2013’te Diyarbakır-Çınar’da uzunca bir aradan sonra kendini insanlara göstermişti. Eşsiz güzellikteki bu canlı maalesef görüldüğü ilk yerde tüfekle öldürülmüştü. Bu haberle birlikte ben böyle bir hayvanın varlığından, soyunun tükenmiş olduğundan aslında tükenmediğinden yeniden iyileşmiş olduğundan gibi kimi kurmacalarla bu hayvanı ve ilginç hikâyelerini düşündüm durdum.
Uzunca bir zamandır bu canlının hüzünlü hikâyesi ile ilgili bir anlatı sergilemek gibi bir derdim vardı. Birçok defa bu anlatıyı hayata geçirmek için tasarılar ve taslaklar organize etsem de bu tasarılar benim için eskizlerden öteye gidemediler. İlk olarak 2015‘te Pars’ın vurulmuş olduğu anına dair görüntüyü bir halıya baskı şeklinde dokumak için çalıştım. Devamında çizgi roman olarak düşünüp daha sonrada resmini yapmaya çabalamıştım. Fakat dediğim gibi bunların hiçbiri bu canlının hikâyesini anlatmam için yeterli gelmiyor gibiydi. Ortada bir canlının insanlara görülmemesinden çok daha katmanlı etkenler ve nedenler olduğu çok açıktı.

Pars’ın öldürüldüğü Çınar kırsalında final

Soy tükenme meselesi de, faili de, tahrip edilen şeylerin büyüklüğü de belliydi. Yeryüzü insanın kontrolü altına uzun zaman önce girmişti. Pars için yeryüzü ile temas halinde yaşamaya devam etmek neredeyse imkânsızlaşmıştı.
Bir Parsın yaklaşık 7 metre büyüklüğünde uçurtmasını yapıp onu gökyüzünde uçurarak son 100 yıldır bu canlıların yaşam alanlarına verdiğimiz tahribatları özgür bir şekilde Parsın uçurtmasının ağzından anlatmasını istedim.
Soyunun tükenme riski ile karşı karşıya kalmasını sağlayan tahribatlar, biz insanların konforlu bir yaşam yolu demekti. Madenler, asfaltlar, yeni dönem güvenlik sistemleri, egzozlar, uçakların yeryüzüne bıraktığı patlayan nesneler, hidroelektrik santralleri, orman yangınları, TOKİ’ler… Tüm bunlar Pars’ın gözünden bizlere aktarılan imajlar oluyorlar.
Dersim’den havalanan uçurtmanın Elazığ, Diyarbekir, Mardin, Cizre, Hasankeyf semalarında dolaştığını videodaki imajlardan anlıyoruz. Yol güzergâhının son noktası ise 2013’te vurulan Pars’ın öldürüldüğü Diyarbakır’ın Çınar kırsalı oluyor.

 

Sinem: Son olarak 5. Mardin Bienali, konu ve içerik olarak bu sergiye neler kattı?

M. Ali: Sanat profesyonellerinin Bienal vesilesiyle şehri ziyaret etmeleri sergiyi daha geniş bir kitle ile buluşturmamı sağladı.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 11:18:17