Kanadalı çağdaş sanatçı Marcel Dzama, Türkiye’deki ilk kişisel sergisi “Ay Işığıyla Dans” ile Pera Müzesi’nde izleyiciyle buluşuyor. Hayal gücünün sınırlarını zorlayan eserleriyle dünyaca ünlü sanatçı, izleyiciyi hem masalsı hem de politik bir yolculuğa davet ediyor. Sergi afişlerinde olduğu gibi sergi alanında da “Arkadaşı Raymond Pettibon’dan küçük bir yardımla” ibaresine sıkça rastlıyoruz.
Dzama’nın kendine has evreninde dans eden figürler, maskeli karakterler, fantastik yaratıklar ve tiyatral sahneler arasında kaybolurken bir yandan günümüz dünyasının adaletsizliklerine, ekolojik yıkımına ve toplumsal ikiyüzlülüğüne dair güçlü eleştirilerle yüzleşiyoruz. Dzama’nın işleri, bir yandan klasik sanat tarihine göndermelerle doluyken diğer yandan sürrealist ve dadaist gelenekten besleniyor.
Pera Müzesi’nin üç kata yayılan sergisinde, Dzama’nın çizimleri, heykelleri, kuklaları, kostümleri, kısa filmleri ve video işleri yer alıyor. Marcel Dzama’nın sanatında yalnızca bireysel hayaller değil, kolektif kabuslar da var. Doğa ile insan arasındaki kırılgan ilişkiden ilham alan sanatçı, iktidarın şiddetine karşı sanatı bir direniş alanı olarak konumlandırıyor.
Marcel Dzama’ya sergisinin İstanbul’da olmasına ilişkin sorularımız vardı ama bunun yanına bir de siyasi iklim eklendi. Dzama konuya ilişkin, “İstanbul eski ve tarihe dayalı bir şehir. Hem mimarisi hem de dokusuyla oldukça ilham veren bir yer. Bunun sergiye de yansımaları oluyordur. Aslında serginin ABD gibi siyasi garipliklerin olduğu bir yerden uzak olmasını olumlu buluyorum ama bugünün de farkındayım tam serginin gerçekleştiği dönemde duyduklarım üzücü. Normalde tüm siyasi ikiyüzlülüklere, toksikliğe, yolsuzluğa yönelik geriye dönük, retrospektif bir bakış sunsun isterdim ama sergi, tam tersine tüm bunların eş zamanlı olarak yüzümüze çarptığı bir dönemde gerçekleşiyor.” Marcel Dzama’nın içten yorumu bu ülkenin vatandaşları olarak bizi de sarsıyor.
“SERGİ TÜM SİYASİ İKİYÜZLÜLÜKLERE, TOKSİKLİĞE, YOLSUZLUĞA YÖNELİK RETROSPEKTİF BİR BAKIŞ SUNSUN İSTERDİM AMA…”
“Ay Işığıyla Dans” sergisi, izleyiciye hem bir görsel şölen hem de düşündürücü bir manifesto sunuyor. Sergiye ve kişisel tarihine dair merak ettiklerimizi konuşmaya devam ediyoruz.
Farklı disiplinlerde (çizim, heykel, video, sahne tasarımı) üretim yapıyorsunuz. Bir fikrin hangi formatta hayat bulacağını nasıl belirliyorsunuz?
Başlangıç noktam her zaman çizimdir. Hangi mecra için çalışırsam çalışayım ilk etapta çiziyorum. Bu sergide gördüğünüz her şeyin de başlangıç noktası o, benim kafamda bir hikâye akışı oluyor. Heykel, seramik hatta video bile çalışsam önce çizimini yapar nasıl görüneceğine karar veririm.
Eser isimleriniz oldukça detaylı hatta çoğunlukla uzun isimler tercih ediyorsunuz. Çerçeveden önce eserin ismi mi şekilleniyor zihninizde?
Bu değişiyor, bazen aklıma ilk isim geliyor ve bu esere ilham veriyor bazen de tam tersi oluyor. Benim “kötü şiir” yazma gibi bir alışkanlığım var. Müziğe de ilgiliyim. Şiir yazdığımda onu bir müzik ile beste haline getirmek istiyorum. O kesitler şarkı sözü olarak iyi tınlıyorsa onlardan birkaçını alıp eserlerime isim olarak seçebiliyorum.
Genellikle geceleri çalıştığınızı söylüyorsunuz. Hayal ile gerçeği bir araya getiren bu eserler gece çalışmanın bir ürünü olabilir mi?
Gece çalışmak avantajlı, dikkatinizi dağıtacak neredeyse hiçbir şey yok. Gece çalışmak, bilinçaltınızın da eser yaratım sürecine dahil olmasına olanak sağlıyor. Yani hem bir gerçeküstülüğün hem de realitenin dahil olduğu bir yaratım süreci ortaya çıkmış oluyor.
“EGOMUZU EVDE BIRAKARAK SANAT ESERİ ÜRETMEK GEREKİYOR”
Raymond Pettibon ile iş birliğinizin dinamikleri nasıl gelişiyor? Ortak imzalı işlerde özne kim ve bu durumu nasıl yönetiyorsunuz?
Doğru söylemek gerekirse iş birliğinde egomuzu evde bırakarak sanat eseri üretmek gerekiyor. Tabii şöyle bir durum var, mesela Raymond’la yapmış olduğumuz çizimlerden örnek vereyim herkes bir nebze kendi kimliğini yansıtan şeyleri çiziyor. Ben burada yarasaları, dalgaları çizerken biraz daha esnek davranabiliyorum. Bakan kişi hangi çizginin kime ait olduğunu görebiliyor. Böylece her iki tarafın egosundan beklenen şeyler de esere yansıtılmış oluyor.
Günümüz sanat dünyasında sizi heyecanlandıran veya endişelendiren gelişmeler var mı?
Türkiye’deki durum için net bir şey söyleyemem ama ABD özelinde yanıt verecek olursam genellikle ihmal edilmiş sanatçıların sanat dünyasına daha fazla etkilerini görmeye başlıyoruz. Burada söz ettiğim kadın sanatçılar, siyahi sanatçılar, azınlıklar olabilir. Yıllar içinde eserleri göz ardı ediliyordu, eserlerinde verilen mesajlar tam yansıtılmıyordu. Tam olmamakla birlikte biraz daha sanat dünyasında etkilerini görmeye başlıyoruz. Bu beni heyecanlandıran pozitif bir durum. Aynı konu özelinde bu trendleri geriye çekmek isteyen kişiler ve kurumları da negatif bir gelişme olarak adlandırabilirim.
“ONLINE HAYATLARIMIZ VAR VE ORADA MUTLUYMUŞ GİBİ YAPIYORUZ”
Sergi alanındaki pasajların birinde, türümüzün dünyayla arasındaki doğal ilişkiye geri dönmesi gerektiğinin altı çiziliyor. Sizce bu ilişkiyi zedeleyen faktörler neler, neden dünyayla bağımız koptu ve bu bağı sağlamak için neler yapmalıyız?
Hepimizin artık bağımlılık düzeyinde kullandığı, bilgi akışını elde ettiğimiz teknolojik cihazlar var. Bunun güzel yanları olmasına rağmen kötü yanı da var. Yani neredeyse hayatta olan gerçek bağımız kopmuş durumda. Böyle baloncuklar içinde yaşayan kabileler gibiyiz. Birbirimize göstermemiz gereken nezaketi gösteremiyoruz. Hatta daha da vahimi fiziki hayatımızı yaşayamıyoruz, sadece online hayatlarımız var ve orada mutluymuş gibi yapıyoruz. Bundan kurtulmamız gerekiyor.
Sergiyi gezerken sergi ikiye ayrılıyor hissi hakim. Ay Işığıyla Dans çatısıyla çok yönlü çizgiler arasında birden Trump’ı bambaşka formlarda görüyoruz. Serginin o bölümünde savaş karşıtı bir manifesto var sanki.
Siyasi mesajları doğrudan vermiş olduğumuz eserler var sizin de dediğiniz gibi ve çevremizde gerçekleşen siyasi iğrençlikleri eserlere yansıtıyoruz. Orada biraz daha direkt bir anlatım var. Bununla beraber doğayla ilişkimizi yansıtan ayrı bir bölüm de mevcut. Biraz karma olduğunu kabul ediyorum.
Çalışırken genellikle tekrara aldığınız albümler veya şarkılar olduğundan söz ediyorsunuz. İstanbul’da çalma listenize yeni bir isim/parça eklendi mi?
Maalesef grubun ismini hatırlayamıyorum ama İstanbul’da bir albüm satın aldım. 1960’lar müziği, saykodelik gitar olur ya, o tarzı sevdim. Büyük ihtimalle eve dönünce çalma listeme de ekleyeceğim.