"Oradaki her şey insanlık dışı, tarih öncesi devirlere ait gibiydi. Kendimi hiç işlemediğim bir suçtan dolayı hapsolmuş hissettim."
1960 yılı sonlarında Marilyn Monroe artık dağılıyordu. Yılın çoğunu onun son filmi olacak The Misfits’in çekimleri ile geçirdi. Arthur Miller’ın kaleme aldığı The Misfits kendisinden çokça yaşlı bir adama aşık olan güzel ve kırılgan bir kadın hakkındaydı. Yani senaryo açıkça onun Monroe ile olan sorunlu evliliğine dayanıyordu. Yapım çok zor koşullarda hazırlanıyordu. Çekimler Nevada çöllerinde gerçekleşiyor, sette sıcaklık düzenli olarak 100 derecenin üstüne tırmanıyordu. Yönetmen John Huston çekimler sırasında çoğu zaman aşırı alkollü oluyordu. Çekimler bittikten neredeyse bir hafta sonra yıldız Clark Gable ani bir şekilde kalp krizinden öldü. Ve Monroe eşinin sette, fotoğrafçı Inge Morath’a aşık oluşuna tanık oluyordu. Özgüveni eksik ve olanları umursayamayacak kadar vurdumduymaz olamayan Monroe bu süreci depresyon ilaçlarıyla geçirdi. Monroe ve Miller 11 Kasım 1960 tarihinde de ayrılıklarını duyurdu.
Birkaç ay sonra duygusal olarak tükenmiş hale gelen film yıldızı, psikanalisti Dr. Marianne Kris tarafından New York’daki Whitney Psikiyatri Kliniğine gönderildi.
Monroe oraya rehabilitasyon için gönderildiğini düşünüyordu ancak bunun yerine hastaların kendisine zarar vermemesi için tasarlanan, zemini ve duvarları yumuşak dolguyla kaplı bir hücreye götürüldü. O akıl hastanesinde geçirdiği dört gün hayatının en can sıkıcı, üzüntülü günleri oldu.
Bırakılmasının ardından bir başka doktoru olan Ralph Greenson’a yazdığı altı sayfalık perçinli mektubunda korkunç deneyimini detaylı bir şekilde anlattı:
‘’Payne-Whitney’de hiçbir şekilde empati yoktu, çok kötü bir etkisi vardı. Beni çok rahatsız depresif hastalar için yapılmış çimento bloklardan ibaret hücreye koydular. Oradaki her şey insanlık dışı, tarih öncesi devirlere ait gibiydi. Kendimi hiç işlemediğim bir suçtan dolayı hapsolmuş hissettim. Neden mutlu olmadığımı sordular. Her şey kilit altında; elektrik anahtarları, komodin, çekmeceler, banyo, dolaplar, pencerelerin üstündeki parmaklıklar…
Kapılarda küçük pencereler vardı ki hastalar her daim gözetlenebilsin, ayrıca eski hastalardan kalan korku ve izler hala duvarlarda görülebiliyordu. Şöyle cevapladım: ‘’Burayı sevmek için delirmiş olmalıyım.’’
Monroe hızla umutsuzlaştı
"Yatağa oturdum ve şunu düşündüm eğer bu durum bana oyunculuk doğaçlaması sırasında verilseydi ne yapardım. Düşündüm ki bu yağlanacak olan gıcırtılı bir tekerlek gibi. İtiraf etmeliyim bu yüksek sesli bir gıcırtı. Aklıma bir zamanlar çektiğim ‘’Don’t Bother to Knock’’ filminden bir fikir geldi.
Hafif bir sandalye aldım ve onu çarptım, bunu yapmak benim için zordu çünkü hayatımda daha önce hiçbir şey kırmamıştım, kasıtlı olarak onu cama doğru fırlattım. Küçük bir cam parçası elde edene dek birçok kere çarpmak zorunda kaldım. Elimde gizlediğim cam parçası ile sessizce yatağa oturup onların gelmesini bekledim. Geldiklerinde onlara dedim ki ‘’eğer bana deliymişim gibi muamele ederseniz ben de deli gibi davranırım.’’ İtiraf ediyorum bu yaptığım çılgıncaydı ve ben bunu filmde jiletle yapmıştım. Beni dışarı bırakmazlarsa kendime zarar vereceğimi söyledim. Halbuki o anda aklıma gelen en son şey görüntüme zarar verecek bir şey yapmaktı. Dr. Greenson bildiğiniz üzere ben bir oyuncuyum ve kendime asla zarar vermem ama o derece çaresizdim."
Orada geçirdiği dört gün boyunca, zorla banyoya sokuldu, mahremiyetini ve kişisel özgürlüğünü tamamen kaybetti. O ağladıkça ve daha fazla direndikçe doktorlar onun gerçekten psikotik olabileceğini düşündü. Monroe’nun ikinci eşi Joe DiMaggio tarafından personelin itirazlarına rağmen klinikten çıkarıldı.
Mektubun tamamını (aktristin Sigmund Freud’un mektuplarını okuduğundan da bahsettiği) Letters of Note’ta okuyabilirisiniz.
Kaynak: Marilyn Monroe Recounts Her Harrowing Experience in a Psychiatric Ward in a 1961 Letter