Ünlü Viyanalı ressamı geçtiğimiz günlerde kaybettik. Hakkının geç de olsa teslim edildiği bir yılın sonunda. Maria Lassnig öldüğünde 94 yaşındaydı. 52. Venedik Bienali’nde boy gösterdikten hemen sonra New Yorkluların karşısına bugüne kadar onunla ilgili yapılmış en kapsamlı retrospektifle çıkmayı başarmıştı. Ünlü kadın ressamı hem Thomas Micchelli’nin yazısı, Ezgi Altun’un çevirisi hem de öğrencisi Sedef Hatapkapulu’nun cümleleriyle anıyoruz.
Maria Lassnig’in MoMA PS1’de yer alan retrospektifi, eserlerine dair Amerika’da açılmış en geniş inceleme. Kaprisli ve hazırcevap kendine has bir sanatçının, özellikle sonraki eserlerinde, belirli bir noktaya kadar inatçı ve hatta sapık hissedebileceğini gösteriyor.
Sonra da, metrodaki bir delinin kıyamet işaretleri gibi, gorgonları, uzaylıları ve ucubeleri kullandığı tabloları, keskin ve tedirgin edici bir anlama ulaşıyor. Lassnig Nazi işgalindeki Viyana’da sanat öğrencisiyken, Rembrandt gibi resmetmesi söylenmişti.
1945’te, daha 26 yaşındayken, eserleri dışavurumcu oldu, ve sonraki yetmiş yıl resimin düzenine sabırsızlıktan başka bir şey göstermedi.
Kendisininkiler dışında hiçbir kuralı takip etmedi.
1948 yıllarının başında, Lassnig, retrospektifteki duvar etiketlerinden birinde “kendisini tarafsız olarak aynalarda ve fotoğraflarda göründüğü gibi resmetmek yerine bedensel duyularını resmetmeyi amaçladığı öznel resim yaklaşımı” olarak açıklanan “vücut farkındalığı” konseptini geliştirdi.
1950’de, soyut olmayan, bunun yerine kendisinin ve tanıdığı insanların abstract portreleri olan abstract serisinde, Kopfheiten ya da “kafalık” arayışıyla tuval boyunca temiz ve sessiz renk örnekleri yaydı.
Daha sonra, 1960’ların başında, daha derine indi, vücudunun içinin nasıl olduğunu hayal edebilmek için, portrelerin keskin boyasını ve ihtiyatlı paletini, sert fırça darbeleri ve sıcak, zarsı renklerle değiştirdi.
Yakın zamanda, dikkatini vücudun içinden ziyade dışına çevirecek, resimi yaparken tuvalin üstüne diz çökerek ya da uzanarak sürecine bir performans elementi de ekleyecekti.
Sonrasında, 1968 yılında, 49 yaşında, Görsel Sanatlar Okulu’nda film yapımı ve animasyon çalışmak için New York’a taşındı. (Tam vücut çıplaklığı bulunan animasyon sekanslı filmleri, yan galeride bulunabilir.)
Elbette bu, Amerikan sanatında, resime eleştirel bir dikkatin olduğu dönemdi, ve özellikle biçim, en düşük zamanlarındaydı. Lassing, bu ihmali bir meydan okuma olarak almış gibiydi ve hemen biçimsel dışavurumculuğa karşı olan uzak duruşuna yöneldi.
Bu çalışmalardaki yağlı boya aracı –kullanımı ve tarihi- ile genelde rahatsız edici içerik arasındaki bağlantısızlıktan söz etmek gerekir.
Peter Saul (80 yaşında olmasına rağmen Lassnig’ten on küsür sene daha gençtir), Judith Linhares ve Dana Schutz gibi Lassnig’in daha genç Amerikalı meslektaşlarında, resmin ele alınışı, genelde parlak, çarpıcı renklerin kalın ve geniş darbeleriyle mübalağalı bir konunun parçası olur. Diğer yandan, Lassnig’in renkleri ise genelde heyecanlandırıcı ve korkunçluktan bir adım uzaktadır ve darbeleri sürekli olarak berrak, neredeyse dışavurumcu ışığın servisindedir. Biçimsel tablolarının ilklerinden biri, duvar etiketi başlığı her ne kadar “Yeni Ben.” Olarak çevirilse de aslında “Üçlü Oto-Portre” anlamına gelen vurucu “Dreifaches Selbstporträt” (1970- 72) eseridir. Tabloda, Lassnig kendisini çıplak olarak Paris Muhakemesi’nin tüm üç adayıymış gibi resmetmektedir. Yeşil renkli kristal bir gölgeye batırılmış sağdaki ve soldaki personalarının ön tarafı seyirciye dönüktür. Ortada ise, profilden kendisini resmetmektedir, vücudu dikey olarak ışığa ve gölgeye bölünmüş, iki bölüm de turuncu, sarı, kırmızı ve mor renklerinin zengin tonları ile verilmektedir. Üçlü otoportre, aslında dörtlüdür: ortadaki figür, bir tanesi hareket halinde yakalanmış gibi biraz daha önde duran üstüste bindirilmiş iki vücuttan oluşmaktadır.
Bu görüntü ne ile alakalı olabilir? Duvar etiketi bunun “Lassnig’in durgun oturaklı biçiminden dik duran ve iddialı biçimine dönüşümünü” anlattığını söyleyerek öz edimsel bir duruş katıyor, ancak bu, özünü kıran ve onunla dalga geçen tasvirler ile dolu bir estetikle beraberdir. Burada gösterilen kırk yıllık tabloların hiçbiri a + b = c formülüne indirgenemez.
Resmin en ilgi çekici bulduğum detayı sağdaki çıplak vücudun sol elinde tuttuğu sigaraydı. Hollanda tarzı resimden Kübizm ve Alman dışavurumculuğuna kadar gelen sigara içenleri sanatta gösterme geleneğine rağmen, Lassnig’in sigarasında tamamen yeni bir şey, vahşi bir şimdilik var.
Tuvalin her iki tarafındaki figürler o kadar klasik bir şekilde sunulmuş ki, resim gerçekten Paris’in Muhakemesi gibi hissettiriyor ve bu nedenle Mozart ya da Wagner operaları modern kıyafetler ile sergilendiğinde oluşan şoku yaşatıyor: geçmişteki bir idealin günümüz sıradanlıkları ile bozulması. Bu etki Lassnig’in, “Kleines Sciencefiction Selbstporträt” (Küçük Bilim Kurgu Otoportre) (1995) ve “Fröhlicher Marsmensch” (Mutlu Marslı) (1998) gibi ya da acı dolu “Prothesenselbstporträt” (Protez Otoportre) (2000) ya da adı çıkmış “Du, oder Ich?” (You, or Me?) (2005) – 86 yaşındaki Lassing’in birini kendi tapınağına diğerini size, izleyiciye doğrulttuğu iki silahı kullandığı çıplak otoportresi- gibi bilimkurgu resimlerinde uç noktalara taşınmıştır.
Bu resimlerde Lassnig, görsel sanatta ironi olmaksızın nadiren yön verilen fikirlerle uğraşıyor. Yazarlar ve film yapımcıları, uzaylı yaşamın, kaçış teknolojilerinin ve ahlaksız şiddetin metaforik içeriklerini düzenli olarak üstlenirken, bir ressam için bu tarz konuları Lassnig gibi kullanmak – bir mizah anlayışıyla, evet, ama aynı zamanda hem resim hem de görüntü deneyimini olabildiğince gerçek ve katı yapan ölümüne ciddi bir gözle – bize kancadan kurtulmamız için pek bir şans vermiyor. Resimleri her ne kadar zor olsa da, önlerinde geçirilen birkaç dakika bizi sıvı, yoğun fırça darbelerinin ve asitli renklerinin parlaklığının içine daha da derin çekiyor. Nadiren olan teklemeleri dışında (düşünce ve duygunun karmaşık bir birleşimi yerine sanat tarihine gönderme yapan 1976 yılından “Woman Laocoön” gibi), Lassnig’in resimleri yaşanmışlıkların söylenmeyen derinliğini barındırıyor, tuhaf oluşları, onun tüm gördüklerinin uç noktalarına ayna tutuyor, ve 94 yaşında, her şeyi görmüş olmalı.
(Bu makale Thomas Micchelli tarafından yazıldı. Hyperallergic sitesinde 3 Mayıs, Lassnig’in ölümünden tam 6 gün önce yayınlandı.)
Ressam Sedef Hatapkapulu, Viyana’da öğrencisi olduğu
hocası Maria Lassnig’i ilk kez
Ayşegül Sönmez’e anlattı:
Sen(Ayşegül Sönmez) benim için yazdığın bir yazıda kendi bedenime referanslar veren Maria Lassnig’in öğrencisi demiştin; benim içini o referanslar nasıl bir şeylerse, onlara bakamıyordum çünkü o referanslar ete değiyorlardı.
Sanki kusmuğa bakmak gibi.
Kendi resmime karşı da oluyor bu..
Küçükken kaka bana bakıyor der kendi kakamı görünce bakamaz ağlarmışım.
Şimdi de bazı resmime bakınca ağlamasam bile aynı karşılaşma anına tekabül ediyor.
Lassnig de böyle yapıyordu resmiyle, bana da tüm öğrencilerine de bunu iyi öğretti.
İyi bir tuvalet terbiyesi veren anne gibi.
Zaten o yüzden tüm öğrencileriyle ölene kadar kopmadı.
En son 2008’de Viyana, Heiligenkreutzhof ta bizimle With Their Own Eyes ( MIT EIGENEN AUGEN) sergisini açtı.
Resim yapmak böyle bir şey.
Bok gibi, kusmuk gibi demek istemiyorum. Ama ‘O’ öz, essence gerçekler gibi demek istiyorum.
Boku bilmek (en gerçeği), onu tualde çıkarmak… Öz gerçeğini, sinonimini. O gerçeğin sinonimini resimde bulmak. Gerçek hayatın en esas bokunu essence gibi gerçeğini tahammül edebileceğin/ başa çıkabileceğin alana ‘surface’ e taşımak.
Maria Lassnig’in resimlerine de kendi resimlerime de, Lassnig atölyesindeki arkadaşlarımın resimlerine, işlerine bakınca bok gibi bir gerçekle karşılaşıyorum o yüzden.
Gerçekten daha gerçek de ancak bok gibi bir gerçek olabilir.
Maria Lassnig vasıtasıyla gerçeğin dibindeki gerçeği aramayı öğrendim.