A password will be e-mailed to you.

Kumbaracı50, sezonu Ekonomania ile açıyor… Altıdan Sonra Tiyatro/ Kumbaracı50-Teather an der Ruhr ortak yapımı olan projenin yazarı Yiğit Sertdemir ve yönetmeni Roberto Ciulli ile konuştuk… 

 

"Tiyatro dilinde, bütün insanların anlayabileceği evrensel bir dil gizlidir."

Roberto Ciulli

Özlem Ünaldı: Ekonomania ne demek?

Roberto Ciulli: ‘Mania’ bir tür çılgınlık hali. İnsanın bir anlamda manyaklaşması. Ekonomania olarak ekonomi kavramıyla bir araya getirerek bizim kast ettiğimiz şey, her şeyin ekonomi ile tercüme edilmesinin bir tür ‘mani’ haline gelmesi.

Ö.Ü.: Bu projeyi başlatan ‘şey’ neydi?

Roberto Ciulli: Bence bütün tiyatro projelerinin kökleri yaşadığımız dünyanın halidir.

Özellikle bu proje içinse; her şeyin ekonomi ile tercüme edilir hale gelmesi, bunun bir çılgınlığa dönüşmesi, globelleşmeyle de birlikte dünyanın bugün geldiği hal

Ö.Ü.: Nasıl bir araya geldiniz?

Roberto Ciulli: Seviyoruz birbirimizi.

 

Ö.Ü.: Oh! En güzel cevap!

Yiğit Sertdemir: Akrabayız biz; ağabey-kardeş, baba-oğul filan gibiyiz.

Roberto Ciulli: Birbirimizi seviyoruz derken, birbirimizin işlerini çok sevdiğimizi ve giderek birbirimize olan saygımızın arttığını kastediyorum…

 

Ö.Ü.: Bu sevginin seyirciyi çok mutlu edeceğini şimdiden görür gibiyim.

Roberto Ciulli: Olabilir ama çok kızdıracağımız kişiler de olacak.

 

Ö.Ü.: Eğlenceli tarafı da bu değil mi zaten?

Roberto Ciulli: Öyle…

Ö.Ü.: Oyun yazmaya doyma lütfen!

Yiğit Sertdemir: Tamam, söz… Elimden geldiğince yazmaya devam edeceğim. Başıma bir iş gelmezse… (Tahtaya vurmalar…)

Ö.Ü.: Bu oyunun temel metnini sen yazdın ve sonra tamamı nasıl şekillendi?

Yiğit Sertdemir: Aslında bu projenin gelişiminde ilk adımları ‘temalar’ attırdı bize. Biz çok gidip geldik Theater an der Ruhr’a. Festivaller nedeniyle yakın bir iletişim oldu. Partner tiyatro olduk zaten birbirimizi tanıyıp sevdiğimiz için. Beraber ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık, Roberto Türkiye’ye geldiğinde birlikte bir atölye yapmayı önerdik ve Roberto atölye yerine bir proje yapmayı önerdi. Yapmak istediğimiz şey zaten bu olduğu için hemen çalışmaya başladık. Önümüzde 1,5 sene olduğunu da düşünerek oyunu benim yazmama karar verdik.  Böyle bir buluşma çok cazip ve heyecan verici geldi hepimize. Bunun üzerine nasıl bir tema olacağı hakkında konuşmaya başladık: Türkiye’de durum ne? , Almanya’da durum ne? sorularıyla başladık. Tiyatroya bakış açısı olarak birbirimizi tanıyor ve biliyoruz aslında; biribirimizin eserlerini takip ediyoruz ve seviyoruz. Ne kadar ben daha genç olsam da anlayış olarak çok yakınız. (Gülüşmeler)

Temalar ve gündemler hakkında konuşup, hepsini birleştirdikten sonra Roberto’nun önerisiyle iki fikri birleştirdik. Prendello’nun ‘Dağın Devleri’ diye tamamlanmamış bir oyununun üzerine bugünkü durumumuzdan çıkan fikirleri ekleyerek yola çıktığımız yeri görmüş olduk ve ben yazmaya başladım. Yazım aşamasında sıkça paslaştık. Ben Almanya’ya gittim, Roberto geldi, yazıştık vs… Metin ortaya çıkınca prova için Almanya’ya gittik ve orada dramatugla, yazımın yeni bir aşamasına geçtik; dramaturgumuz Helmut Schafer yeni fikirler ve oyunun yapısıyla ilgili önerilerle dâhil oldu sürece.

Ö.Ü.: Yani dramaturgi çalışması ile ilgili bir ilk yaşadığını söyleyebilir misin?

Yiğit Sertdemir: Kesinlikle. Metinde tasarlanan şeyle sahnede oluşan şey arasında farklılıklar ve aynılıklar var mesela. Dramaturgi tamamen fikri kuvvetlendirmeye ve geliştirmeye yönelik yollar açtı bize; hem de ‘öneri’ lerle, inanabiliyor musun? Benim için çok önemli bir süreçti. Genelde ben yazıp yönettiğim için bu ölçüde dönüşümlere şahit olmuyordum oyun çıkana kadarki zaman diliminde. Bu çok acayip bir deneyim oldu. Çok verimli bir dramaturgi çalışmasının oyuna ne kadar büyük bir katkısı olduğuna hayranlıkla şahit oldum. Tamamlanmış bir metnin bir dramaturg ve başka bir yönetmenin eliyle bambaşka bir dünyaya dönüşmesi çok etkileyici bir dönüşümmüş, yeni kavramlarla tanıştığımı hissettim. Çok değerli bir şey.

Roberto Ciulli: Bence böyle bir hikaye, böyle bir proje tiyatro insanlarının her birinin yazar olma iddiasını gerçekleştirebileceği bir imkan sunuyor. Tiyatronun rejisörü vardır, tasarımcıları, atölyeleri, dramaturgu, oyuncuları, zanaatkârları özetle çok fazla bileşeni vardır… Bence bu bileşenlerden biri ‘yazar’ olmalı; yaşayan bir yazar. Ölü yazarlarla çalışmayı da tercih ederim tabii ki, çünkü itiraz edemezler… (Gülüşmeler…) Şaka bir yana, ölü bir yazar tercih ettiğimde O’nu canlandırmaya çalışıyorum. Tiyatromuzun 30 yıllık tarihinde yaşayan bir yazarla çalıştığımız bir örnek daha oldu; düşümüz her gün bizimle çalışacak bir yazar olmasıydı. Yiğit bu düşümü gerçekleştirdi. Bu düş aynı zamanda, edebiyata bağımlı olmayan, edebiyat düzleminde gün be gün, tiyatro çalışması içinde üreten bir tiyatro düşü…

 

Ö.Ü.: Bundan sonra yazacaklarına etkisi olacak mı bu çalışmanın sence?

Yiğit Sertdemir: Mutlaka…

Ö.Ü.: Fotograflardan anladığım kadarıyla, makyajıyla, kostümüyle, boyut farklarıyla görsel algımızı çok şenlendirecek bir oyun Ekonomania. Tasarımlar nasıl bir süreçle bu hâle geldi?

Roberto Ciulli: Bu biçim, her projede olduğu gibi sahneleyeceğimiz şeyin içeriğiyle bağlantılıydı. İçerik bizi bu tercihlere kendi götürdü diyebilirim.

 

Ö.Ü.: ‘Dil’ giderek önemini kaybediyor… Artık dünyalı, başımızdan geçenlerle oluşan ortak bir dil gelişti… Siz de bu oyunda Türkçe ve Almanca’yı bir arada, üst yazısız kullanarak bunu ispatlıyorsunuz. Bu karara nasıl vardınız?

Roberto Ciulli: Theater an der Ruhr için bunun uzun bir tarihi var. 1983’ten bu yana ‘tiyatrodaki farklı diller’ sorunsalını ele aldık. Mesela karşınızda bir örnek oturuyor: Recai Hallaç… 1980’li yılların sonunda, 90’larda Brecht’in ‘Şehrin vahşi çalılıklarında’ oyununu yaptığımız zaman sahnede bir karakter ürettik: Bu bir köpekti ve her iki dili de konuşabilen bir köpekti. Bunun arkasında da büyük bir ihtimalle şöyle bir gerçek yatıyor: Tiyatro dilinde -konuştuğumuz ulusal dillerde değil- tiyatro dilinde bütün insanların anlayabileceği evrensel bir dil gizlidir. Sonuçta içinizde, insanların bir şey anlayacağını düşündüren bir güven varsa diye söylüyorum: Ben tiyatroda her şeyin anlaşılmamasından yanayım. Mesela ben dilini anladığım oyunları izlediğimde çok daha fazla can sıkıntısı yaşarım, dilini anlamadığım oyunlara nazaran. Çünkü söylenen şeyi anlamadığım zaman başka şeyler görmeye başlarım ve genellikle görünen şeyler söylenenlerden çok daha ilginçtir. Şimdi Almanca bilmeyen biri Ekonomania’yı izlediğinde anlamadığı bazı Almanca konuşmalar duyacak, kelimeleri anlamayacak ama şöyle bir deneyim söz konusu: Dili anlamayan biri, anlayan birine nazaran çok daha fazla şey anlayacak. (Hayretli gülüşmeler…) Aynı zamanda bir insan anlamadığı bir dilin tınısı duyarken ve buna katlanmayı sürdürmesi, insanın sahip olması gereken ‘hoşgörü’nün bir parçasıdır. Bütün bunların arkasında elbette politik bir duruş da yatıyor…

 

Ö.Ü.: Kelimelerden kurtuluyoruz yani… Heyecanlandığımı itiraf edeyim, oyundan önce oyunun fikriyle tanıştım; çok merak ediyorum.

Roberto Ciulli: Tiyatroda her şeyi rasyonelleştimemek lazım. İlla ki söylenen her şeyin anlaşılması, anlaşılmıyorsa yazıyla anlatılması vs… gerekmez. Çünkü içinde bilmece kalmamış bir tiyatro ölür.

 

Ö.Ü.: Bu söyledikleriniz çok etkileyici… Bu bakış açısı sadece seyirciyi değil oyuncuyu da özgürleştiren bir yerde. Harika!

Roberto Ciulli: Ben de buna inanıyorum…

 

Ö.Ü.:Yazım için özel bir teknik tercih ettiniz mi?

Yiğit Sertdemir: Noktalar ve virgüller kullandım… (Gülüşmeler)… Belli bir yazım türü ile ya da tanımlanmış bir teknik rehberliğinde çalışmadım. Yazdığım diğer oyunlara nazaran farklı olan, bu projede deneyimlediğim şeyler var tabii: Hayale ve çift dile yer açmak gibi… Roberto’nun eserlerini bilmek, bu projeyi nasıl yöneteceğini, nasıl bir yaklaşımı olacağını hissetmek beni çağrışımlara müsaade eden bir metin yaratmaya doğru götürdü; iyi de oldu bence. Bu oyunun bir türü yok kısacası; sadece ‘hayal’ diyebiliriz…

 

Ö.Ü.: Tanımlanmış yaklaşımlara dahil olmak zorunda kalmadığımız, özgür bir dönemin başladığını görüyorum aslında; bunca ‘alay ve küfür sağanağı altında’* … Yazdığın oyunların hepsini izledim neredeyse; senin artık kendi dilin var zaten değil mi? Kendi dilimizi geliştiriyoruz… *Mayakovski

Yiğit Sertdemir: Aynen…

Ö.Ü.: Sahneleme için bir teknik tercih ettinizi mi peki?
Roberto Ciulli: Bu oyun gelecekte geçiyor, geleceğin bir toplumu içinde. Ancak bu ‘geleceğin toplumu’ dediğimiz sosyolojik yapı şimdiden görünür hale gelmeye başladı bile. Mesela şimdi gördüğümüz ve gelecekte daha da artacağını düşündüğümüz olgulardan biri dilin tahrip olması; bunun işaretlerini parlamentolarda yapılan konuşmalarda da görüyoruz, sokakta da görüyoruz. Bu, giderek artan ve güçlenen bir sürecin bir yerlerinde olduğumuzu gösteriyor bize.

Oyunun ilk kısmında oyuncuların sadece konuşma diliyle değil, bütün bedenleriyle -beden dilleriyle de demek daha doğru olur- konuşuyor olacak. Artık dil sadece sesle oluşan bir şey demek değil; bütün vücutla şekillenen ve çok şey anlatan bir iletişim biçimi; vücudu ve objeleri araç haline getiren bir iletişim biçimi.

Her şeyin ekonominin bir parçası haline gelmesi fikrinden yola çıkarak söylüyorum; insanlar yedikleri şeye dönüşmeye başladı; dönüşmüş hatta! Yedikleri şey gibi görünüyor, yedikleri şey gibi konuşuyor herkes.

Ö.Ü.: Öleceğim meraktan.

Roberto Ciulli: Lütfen oyunu izlemeden ölme, o kadar emek verdik.

(Gülüşmeler…)


Ö.Ü.: Farklı kültürlerden gelen, farklı hikayeleri oyuncular bir arada; bunun işleri kolaylaştırdığı/zorlaştırdığı anlar oldu mu?

Roberto Ciulli: Kumbaracı 50 ile Theater an der Ruhr ‘un kendi tarihlerinden de kaynaklanan bir şey bize çok yardımcı oldu. Bu oyuncular kendilerini Alman oyuncu, Türk oyuncu diye görmedi. Ben İtalyanım mesela… Ama kendimi İtalyan olarak görmüyorum. Benim bir tek vatanım var, o da tiyatro. Kumbaracı 50’nin de, Theater an der Ruhr ‘un da oyuncularının vatanı tiyatro olduğu için aramızda bir yabancılık duygusu yaşanmadı. Dillerin ve kültürlerin ayırıcı etkisini hiç yaşamadık. Bu söylediklerim elbette bütün tiyatrolar için, çok dilli projelerin geneli için söyleyebileceğim bir şey değil. Özel bir durum. Ama tabii ki tiyatronun evrensel bir dile sahip olabilmesine güzel bir örnek…

 

 

Ö.Ü.: Türkiye seyircisiyle ilişkiniz nasıl?

Roberto Ciulli: Çok zor bir soru… Ben bir Türk tiyatrosunu, Türkiye’de çıkan projeleri Almanya’ya davet eden ilk kişiyim… Hakikaten buna kafa yormak lazım. Çünkü Almanya’da çok sayıda Türk yaşıyor olmasına rağmen, 2. dünya savaşından 1980’li yıllara kadar, hiçbir Türk tiyatrosu Almanya’ya gelmedi. Hiç! Göçmenlerin kurduğu tiyatrolarda Türkçe tiyatro yapıldı, evet… Fakat İstanbul, Ankara, İzmir ve sürekli oyun üreten onca şehirden hiç bir proje Almanya’ya ulaşmadı. Biz davet edene kadar…

Ayrıca Theater an der Ruhr Türkiye’de Almanca oyun oynamış ilk tiyatro. Sadece büyük şehirlerde de değil, Mersin’e kadar gittiğimiz yoğun bir turne programıyla çok sayıda şehirde oynadık. Bunu 80’lerden bu yana sürekli yapıyoruz. O yıllarda Almanya’da şöyle söylemiştim: ‘Her Alman tiyatrosu ayda en az 1 kez Türkçe oyun oynamalı.’ …Bu bir provakasyondu… Bugün şükürler olsun ki çok şey değişti…

Yani Türkiye’li seyirciyle de, Türkiye tiyatrosuyla da çok yakın ve özel bir ilişkim var aslında.

80’li yıllarda İstanbul’a ilk geldiğimde, hiç bir kuşku duymadan anladığım bir şey oldu: Avrupa’nın başkenti Istanbul… Paris değil, Roma değil, Londra değil… Istanbul. Hem de hiç şüphesiz…

Benim bu ülkeyle ve bu şehirle olan ilişkim, kişisel tarihimde; Türkiye tiyatrosu ve burayla ilgili yaptığım her proje de biyografimde çok önemli bir anlam taşıyor…

 

Ö.Ü.: Ekonomania seyircimize yeni bir şeyler getiriyor, hissediyorum. Peki size yeni bir şey getirdi mi?

Roberto Ciulli: Umarım dediğin gibi olur seyirci için… Bana gelince… Elbette… Öncelikle yaşadığımız süreç benzersiz benim için. Yazarla iç içe giden bu çalışma dönemi yeniliklerden biri…

Tiyatro her zaman bir yolculuktur. Her yeni oyun yeni bir yolculuk… Bizim için de öyle, emin ol seyirci için de öyle…

Yolculuktan döndüğümde, yolculuğa çıkarkenki halimi aynen muhafaza ediyorsam, yolculuk boyunca yeni hiç bir şey görmemişsem, o nafile bir yolculuk olmuştur.

Tiyatronun en büyük iddiası her zaman seyircinin yolculuğunda bu yenilenmeye neden olmak olmalıdır…

Ö.Ü.: Bu oyunu Kumbaracı50 nin güzel yolculuğunun neresine koyarsın?

Yiğit Sertdemir: Bu oyun daha önceki ortak yapımlarımızdan çok daha farklı bir yerde duruyor. Uzun zamandır vakit geçirdiğimiz bir tiyatroyla, birlikte ürettiğimiz ve aşamaları birlikte yaşadığımız bir proje bu… Kumbaracı 50 için çok önemli bir yerde olduğu kesin. Hayatımızın, kaynakçamızın önemli bir yerinde, yıldızlarla duracak bir değer oldu.

Ö.Ü.: Bu proje birlikte yapacağınız işlerin ilki mi?

Yiğit Sertdemir: Bilmem. Birlikte, yaşayarak göreceğiz… Birlikte üretimlere daha açık bir hale geldiğimiz aşikar. Birbirimize çok şey katabildiğimizi düşünüyorum ve benim için en önemlisi de bu zaten.

Ö.Ü.: Nasıl bir takvimi var oyunun?

Yiğit Sertdemir: Eylül’de Istanbul’dayız, Kasımda Almanya’dayız, Aralık’ta tekrar Istanbul’dayız… Şİmdilik net olan takvim bu…

Ö.Ü.: Teşekkür ederim… Koş sevgili seyirci, bu oyun hepimize özel bir deneyim yaşatacak; koş ve izle…

"Yeni sezon hepimize hayırlı uğurlu olsun" demek için çok güzel bir zaman bence; tam da bu projeyle… Sevgimle… Bir koca teşekkür de çevirmene:

Recai Hallaç’a çeviri için çok teşekkürler…

 


EKONOMANIA :

Yazan / Autor: YİĞİT SERTDEMİR

Yöneten / Regie: ROBERTO CIULLI

Dramaturg / Dramaturgie:: HELMUT SCHÄFER

Müzik ve Ses Tasarımı / Komposition: MATTHIAS FLAKE

Dekor Tasarımı / Bühnenbild: GERHARD BENZ

Kostüm Tasarımı / Kostüm: HEINKE STORK

Işık Tasarımı / Licht: RUŽDI ALIJI

Makyaj Tasarımı / Maske: CANDAN SEDA BALABAN, HANNA BETTGES

Oynayanlar / Es spielen: Aslı Can Kortan, Dagmar Geppert, Ferhat Keskin, Gülhan Kadim, İsmail Sağır, Matthias Flake, Peter Kapusta, Petra von der Beek, Recai Hallaç, Rupert Seidl, Sinem Öcalır ve Steffen Reuber

 


Daha fazla yazı yok
2024-11-05 05:29:24