"İki yıllık Mağrip maceramın dökümünü yaparken, geriye dönüp baktığımda görüyorum ki insan korkutucu bir hızla her şarta, her yere uyum sağlıyor."
İki yıllık Mağrip maceramın dökümünü yaparken, geriye dönüp baktığımda görüyorum ki insan korkutucu bir hızla her şarta, her yere uyum sağlıyor. Uyum sağlamakla kalmıyor, yeni alışkanlıklar ediniyor, alışkanlıklarını bağımlılığa dönüştürüyor. Eski öğrendiklerinin, sevdiklerinin izinden giderek kendini dönüştürmeye devam ediyor.
Elhamdülillah Comandante: Mağrip’teki ilk günlerimde henüz aile tamamlanıp, ev tutulmadığından, Hammamet’te otelde kalıyordum. Her sabah otelden fabrikaya giderken kayıt düğmesine basılı bir kamera gibiydim. Geçtiğim küçük köylerin kahvelerini sabahın seher vaktinde dolduran ve bacak bacak üstüne atmış yolu seyrederken, kahvelerini içen erkeklerin önünden geçip, tarlalara gitmek için yollara dökülen kadınları görünce utanırdım. Köylerinden üç-beş kilometre ötedeki kasaba okullarına ulaşmak için çamura bata çıka ilerleyen Mağrip bebelerini görünce servis otobüsüne binmemek için kaçan bizim site çocukları aklıma geliyordu. Baharla birlikte yeşillenen ovalara bakıp nasıl bir ülkeye geldiğimi anlamaya çalışırdım. Bir sabah önümdeki enginar kamyonetinde Che’nin bilindik rölyefinin yanında “Elhamdülillah Comandante” yazısını gördüm. Elimi cep telefonuna götürmeye fırsat bulamadığımdan kişisel tarihim açısından önemli olan bu anı belgeleyemediğim için hayıflanarak yola devam ettim.
İlerleyen günlerde Che rölyefine kamyonlarda, minibüslerde, mobiletlerde, lokanta menülerinin üzerinde, işçilerin çoraplarında, liselilerin sırt çantalarında, yasemin demeti satan delikanlıların tişörtlerinde rastladım. Her seferinde fotoğraflarını çekip Twitter’da “Elhamdülillah Comandante” serisinde paylaştım. Konuşma fırsatı bulduklarımın çoğunun Comandante’den bihaber olduklarını görünce üzüldüm. Bir süre sonra Comandante rölyefini görmek sıradanlaştı, fotoğrafını çekmekten, paylaşmaktan vaz geçtim.
Ephémérides: Mağrip’teki en büyük yoldaşım “Mağrip Radyosu”. Resmi adı RTCI, Radio Tunis Chaine Internationale. Nerdeyse yüz bin kilometre yol yaparken hep yanımdaydı. Bu yüzden yoldaş payesini sonuna kadar hak ediyor. Beş dilde yayın yapıyorlar, ama ağırlık Frenkçede. Devlet radyosu olmasına rağmen devletinin güdümüne girmeden yayın yapabiliyorlar. Sabah altıda milli marş ile açılıp haberlerle devam eden yayın her gün farklı dj’lerin kendi meşreplerine göre çaldıkları müziklerle devam ediyor. 83 kilometrelik yolun tam ortasında, Romalıların, Zaghouan kaynak suyunu Tunis’e taşımak için inşa ettikleri su kemerlerinin kalıntılarının olduğu Aquaduc mevkiine ulaştığımda saat 06:45 oluyor. Fonda, “les éphémérides de RTCI par Ahlem Ghayaza” anonsu duyuluyor.
Ephémérides’in kelime olarak kökeni, Latince “günlük” demek olan “ephemeris”den geliyor. Edebiyat profesörü Ahlem Hoca, su gibi akan Frenkçesiyle tarihte o gün olanları ardı ardına sıralamaya başlıyor. Kâh Perikles’in Perslerle yaptığı savaşı, kâh Mongolfier Kardeşlerin balonu uçurmalarını, kâh ilk tuşlu telefonun kullanımını, kâh Troçki’nin beyazları yenip Sen Petersburg’a girişini hatırlatıyor. Her seferinde mutlaka o gün doğmuş, ölmüş, ilk albümünü çıkarmış bir müzisyenden bahsediyor.
Üç dakikalık Mağribi saatli maarif takvimi bittiğinde hayatın gailesinden, taşkalasından, koşturmacasından uzaklaşmış, aslında yaptığım işin, makamın ve mevkiinin çok da önemli olmadığını bir kez daha anlamış olarak arabayı El Fahs istikametine sürmeye devam ediyorum.
http://www.rtci.tn/rtci/sounds/ephemirides/eph22112013.mp3
Dünya Dönüyor: Her Cumartesi sabahı uykulu gözlerle arabaya binip mahallenin fırını Chopain’den baget ekmekleri alıyorum. Chopain ismi, Chopin ile Frenkçe sıcak ekmek demek olan “Chaud Pain”den geliyor. İsmi bile müşteri olmaya yeter. Eve döndüğümde masa, aşağı yukarı kurulmuş oluyor. Memleketten getirilen sucukların tavada çevrilmesi, zeytinin, limonunun, yağının dökülmesi gibi son rötuşlardan sonra haftanın tek birlikte kahvaltısını uzatarak yapıyoruz.
İlk sigaraları yakıp, sade kahveleri içerken; internetten Açık Radyo’ya bağlanıp Naim Abi’nin sesini beklemeye başlıyoruz. Eskilerden, yenilerden, popçulardan, rockçılardan, Kürtlerden, Türklerden, Lazlardan şarkıları, aramızdaki konuşmaları en az indirgeyerek soluk almadan dinliyoruz. Yayın bittiğinde hiç karşılaşmadığımız, görüşmediğimiz ama artık hiç çekinmeden “abi” diyebildiğimiz ailemizin parçası olmuş ustaya Twitter’dan teşekkür edip güne devam ediyoruz.
Hafta Sonu Gezmeleri: Yıllarca İstanbul’da ikamet ederken hafta sonları şehir dışına pek çıkmazdık. Yaptığımız en çılgınca faaliyet, günübirlik Edirne’ye gidip, ciğer yemenin ötesine geçmemişti. Burnumuzun dibindeki İznik Gölü’ne gitmek için bile yıllarca plan yaptık. Hâlâ plan aşamasında durmakta.
Mağrip’teki günlerimiz başladığında, nasıl olduğunu bilemediğim şekilde bu değişti. Her Cuma gecesi, sanki buraya hafta sonu tatile gelmiş turistler gibi haritada deniz kıyısı şehirlerinden, Roma harabelerinden, doğal güzelliklerden “Cap Bon pek güzel görünüyor, Oudna’daki amfiteatr şahaneymiş, sen yokken Dougga’ya gittim mutlaka görmelisin” gibi diyaloglar eşliğinde hedefler belirledik. Unesco’nun dünya mirası sitesini ve gezi rehberlerini hatim ettik.
Cumartesi sabahı radyo programının ardından arabanın kontağını çevirip tekerleri hedefe doğru döndürdük. Mağrip’in yüzölçümünün Ege Bölgesi kadar olması birkaç saatlik seyahatle menzile ulaşmamızı sağladı. Luke Skywalker’ın doğum yeri Matmata’yı görmek için 18 saatte 1100 kilometre yol yapmamız biraz yorucuydu, ama Berberi köyü Toujane’nin tepesine çıkıp aşağıya baktığımızda önümüze serilen Gabes Körfezi ile tepenin eteklerine gömülmüş mağara köylerinin zamandan ve mekândan kopmuş görüntüsü, yollarda atlattığımız tüm tehlikeleri, direksiyona sımsıkı yapışmaktan kollarımızın ağrılarını unutturdu.
İki yılın sonunda Mağrip haritasını önüme açıp baktığımda ve tanıtım videolarını izlediğimde göremediğim yer kalmamış gibi geliyor. Buralı insanlarla konuşurken ve onlara gezilecek görülecek yerler hakkında bilgi verirken yakalıyorum kendimi. Her seferinde memleketteki turistler için “Yahu bunlar memleketi bizden daha iyi biliyor” dediğimiz çocuk konuşmalarımızı hatırlıyorum.
El Fahs – Nadhour Yolu: İşim gereği, iki Mağrip kasabası arasındaki 45 kilometrelik yolu haftada birkaç kez kat etmek zorundayım. Dar ve tehlikeli yollar, sürrealist şekilde yüklenmiş saman kamyonları, sürekli yola fırlayan insanlar ve en umulmadık yerde önüme çıkan kocaman çukurlar nedeniyle ilk zamanlarda elimden geldiğince bu seyahatleri seyrekleştirmeye çalıştım. Ancak zamanla yollara ve Mağribi araba kullanma tarzına alışmaya, alıştıkça sağıma soluma bakmaya, baktıkça yolu sevmeye başladım.
Zamanla bu sevgi, o yolu gün ortasında sığınılacak bir mabet haline getirdi. Toplantılardan, hayhuydan kaçmak istediğimde, bir bahane uydurup yola vurdum kendimi. Afrika kıtasında olduğumu unutturacak kadar sulak ve bereketli olan topraklar, mart sonuna kadar yemyeşil oluyor. Nisandan sonra yeşil, giderek sarıya çalmaya başlıyor. Mayıstan ekim ayına kadar Van Gogh tablolarından fırlamış gibi bir manzaranın ortasında, sanki kendimi Orta Anadolu bozkırlarında gidiyormuş gibi hissederdim. Bu hisle memlekete ilk gittiğimde Neşet Ertaş CD’sini yanımda getirdim. Artık Nadhour’a değil de Hacıbektaş’a gidiyordum.