A password will be e-mailed to you.

Bu kadar kahramanlık hikâyesi varken mağluplar nerede? Madem tarih kahramanların tarihi, o halde geride kalanların hikâyesini kim anlatacak? Gaye Boralıoğlu, Mübarek Kadınlar’da işte bu görevi üstlenmeye çalışıyor.

Güzide ülkemiz üç tarafı nefret cinayetleriyle çevrili bir yarımada. Nefret cinayeti kurbanı kadınlar, LGBTİ’ler; göz göre göre canlarını yitiren işçiler… Bunlara bir de meşru polis şiddetinden nasibini alan direnişçi ölümlerini ekleyin. Türk-Müslüman-Sünni zihniyet içinde eritilmeye çalışılan etnik ve dini gruplara yönelik ayrımcılıklar ve nefret söylemleri de cabası. Gerçi bu topraklarda yaralanmadan, örselenmeden kalanlar elbet var. Herkes gitse de onlar baki. Kimler mi? Egemen ideoloji ve onun taraftarları. Doğal olarak tarih de onların tarihi; edebiyat da onların kahramanlık hikâyeleriyle dolu. Şimdi asıl önemli soruya gelelim.

Bu kadar kahramanlık hikâyesi varken mağluplar nerede? Madem tarih kahramanların tarihi, o halde geride kalanların hikâyesini kim anlatacak?

Gaye Boralıoğlu, Mübarek Kadınlar’da işte bu görevi üstlenmeye çalışıyor. Amacı, çoğunluğa göz kırpmadan azınlığı anlatmak. Odağında ise kadın hikâyeleri var.

Mübarek Kadınlar çok geniş bir yelpazede kadın hikâyelerinin toplandığı bir kitap. Hikâyelerin ortak noktası olan ‘azınlıkta olma’ durumu ise illa etnik, dini veya dilsel farklılıklardan kaynaklanmıyor. Kendi kabuklarında yaşam mücadelesi veren kadınlar da bir ölçüde azınlıkta ama onlarınki daha çok baskın erkek egemen yapıdan dolayı.

Bu kitapta her bir hikâyenin çıkış noktasında isyan var. Bu isyan baştaki hikâyelerde daha çok bireysel ama sonra giderek artan bir şiddetle katmer katmer tüm topluma yayılıyor.

“Pilavcı Karısı” hikâyesi iki duvar arasına sıkışmış bir hayatın özeti gibi. Hayatı boyunca tavuk diden bir kadının sorgu sırasında anlattıklarından oluşuyor.

Aslında bu açıdan Dario Fo’nun Kadın Oyunları ’ndaki “Yalnız Kadın” monoloğuna benziyor. Tıpkı oradaki gibi kapitalist sistemin kadını da erkeği de nasıl baskı altına aldığı gün gibi ortada. Kadının maruz kaldığı psikolojik ve fiziksel şiddetin yine kadının kendisi tarafından trajikomik bir dille anlatılması iki eserin de ortak noktası. Hikâyenin buraya kadarki kısmı bir hayli tanıdık ancak asıl vuruş sonunda geliyor. Karakterimiz şimdiye kadar anlatılan kadından beklenmeyecek bir şekilde isyan ediyor. Pilavcı karısı kocasından da onun dört duvar arasına hapsolmasına vesile olan insanlardan da intikamını alıyor. Hem de mağduriyet anlatısı kurmadan mağrur bir kadına dönüşerek bunu yapıyor.

Sonuçta, bütün hikâye mağduriyet sınırında geçiyor; sonunda mağrur ya da mazlum olmak Boralıoğlu’nun elinde ama o mağrur olmayı seçiyor. Böylelikle pilavcı karısı mağdur ama edilgen olmayan kanlı canlı, gerçek bir karaktere dönüşüyor.

“Pepuk Kuşu” ise Dersim’in kayıp kızlarından birinin yıllar sonra dile gelmesinin hikâyesi. Yaşanan kıyımın, dökülen kanın nasıl da unutulmayacağının, hafızanın bin kat da altında olsa bir gün su yüzüne çıkacağını hatırlatıyor. Dersim’den bir subay tarafından muhtemelen besleme olsun diye katliamdan kurtarıp Çanakkale’ye getirilen Xece hayatının son deminde gerçek adını hatırlıyor, ana dilinde dile geliyor. Boralıoğlu bu hikâyede en ağır hastalıkların bile unutturamayacağı geçmişin hesabını soruyor.

Ancak…

Kitapta “Pilavcı Karısı”, “Pepuk Kuşu” gibi Boralıoğlu’nun ‘azınlıkta olma’ derdini çok iyi anlatan hikâyelerin yanında, aynı niyeti taşımasına rağmen rotadan şaşan hikâyeler de var.  Bu hikâyeler rotadan şaşıyor çünkü Boralıoğlu onlara egemen zihniyetin yaptığının aynısını yapıyor. Azınlıkta olanları, çoğunluğun karşısında edilgen, mağdur, tek boyutlu figürlere dönüştürüyor. Yani tam da çoğunluğun istediği bir biçime bürüyor onları. 

Örneğin; “Ali’nin Gözleri” hikâyesinde askerdeki kocasının bacağı kopan kadın, askeriyenin militarist yapısı içine yedirilen bu şiddeti hiç sorgulamıyor. Kocasının gerek psikolojik gerekse fizyolojik yaralarını sarmaya çalışıyor. Sonra bu da yetmiyor, ‘aşk’ adı altında kocasına yaklaşmak için kendi bacağını kesiyor. Kadın nedense asıl tersliğin kocasının askere sağ salim gidip tek bacakla dönmesinde olduğunu görmüyor.

Aslında bu tam da egemen zihniyetin istediği şey değil mi? Nerede azınlığın anlatısı? Nerede askeriyede intihar süsü verilerek öldürülenler? Nerede askeriyedeki Türk-Müslüman-Sünni zihniyet içinde eritilmeye çalışılanlar? Boralıoğlu’nun ne yazık ki bu sorulara verecek bir cevabı yok. Ya da var ama cevaplar iktidarın camlarının arkasına gizlenmiş. Ne kadar bakarsak bakalım bakışımız hep çoğunluğun, iktidarın bakışı.

Başta her ne kadar mağlupların, geride kalanların hikâyesini kim anlatacak dediysek de, onların hikâyesini sadece derlemek yetmiyor. Aynı zamanda onları, iktidarın bakışından uzakta, en az ‘kazananlar’ kadar kanlı canlı figürler olarak anlatmak gerekiyor. Boralıoğlu’nun “Pilavcı Karısı”,”Pepuk Kuşu”, “Ninni” gibi hikâyelerindeki tutumu kitabın geneline yansımayınca iyi niyeti havada asılı kalıyor.

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 01:46:12