Psikiyatrist Alper Şahin, Louise Bourgeois eserleri karşısındaki izleyicinin psikanalizini yapıyor:
"Bu sarsıcı deneyimin kişide oluşturduğu boşlukla baş etmek için izleyenler satın alınacak nesnelere sarılmıştı. Peki bu boşluk da neyin nesi?"
Bir sanatçının eserlerini yorumlamanın, hatta eserlerinden yola çıkarak sanatçıyı yorumlamanın fazlasıyla iddialı bir tutum olduğu düşünülebilir. Diğer yandan sanatçının izleyicide yarattığı duyguları anlamaya çalışmak kişinin kendini daha farklı düzeylerde yorumlamasını sağlamak için bir olanak sunar.
Kohon[1] (2016) bir sanat eserinin izleyicisinde yarattığı yabancılaşma hissi üzerinde dururken bu durumun izleyicinin kendi ruhsallığını farklı bir şekilde ele alabilmesi için bir olasılık oluşturduğunu belirtir. Bu yabancılaşma deneyimini Freud’un “Tekinsizlik” makalesi bağlamında ele alan Kohon, sanat eserinin bir yanıyla kişiyi açıkça temsil ederken diğer bir yanıyla da izleyicide yabancılık duygusu yarattığını, bunun da hem tanıdık hem yabancı olan bir nesne karşısında yaşanılan kaygıyla ilgili olduğunu vurgular. Bu durum, izleyicinin bilinç dışını sanat eserinde fark etmesinin yarattığı tekinsizlik duygusudur.
Louise Bourgeois’nın eserleri, Stockholm’de kendisine ait sergiyi ziyaret eden izleyicide bu tekinsizlik duygusunu derinden yaratır. İzleyici sergiyi gezmeyi bitirdiğinde bir çok karmaşık duyguyla birlikte ortada kalmışlığı hisseder. Müzenin mağazasından bir çok şey satın almak için uğraşan kalabalık adeta kendilerini sakinleştirmek istemektedir. Sergide görülenler hiç bilinmeyen şeyler değildir ancak duygusal olarak hazmedilmesi son derece zahmetlidir. Bu sarsıcı deneyimin kişide oluşturduğu boşlukla başetmek için izleyenler satın alınacak nesnelere sarılmıştı. Peki bu boşluk da neyin nesidir?
Yas ve Melankoli[2] makalesinde Freud, kayıp nesne karşısında ruhsallığın verdiği iki yanıt üzerinde durur. Kayıp karşısında nesnenin yas süreci aracılığı ile ruhsallığa entegre olabilmesi ya da kayıp nesnenin ruhsallığa entegre olamadığını sanki yutulmuşcasına kişinin ruhsallığı içinde varlığını sürdürdüğü melankoli durumu. Melankoli kelime anlamıyla “kara safra” demek olduğu kadar, “kara öfke” anlamına da gelir. Freud burada kaybedilen nesneye karşı duyulan öfkenin öznenin kendisine yönelerek suçlayıcı saldırılarda bulunduğunun altını çizer. Kaybedilen nesneyle özdeşleşen Benlik, narsistik yatırımını nesneden yas aracılığı ile yavaş yavaş çekerek başka nesnelere yatıramaz ve nesneyle birlikte benliğin bir kısmı da kaybolmasın diye nesne ruhsallık içinde neredeyse mumyalanır. Melankolik süreçteki nesneyle olan aşk ve nefret ilişkisinde adeta aşk nesneye yönelmişken nefret öznenin kendisine, Benliğine yönelmiştir. Dolayısıyla, mumyadaki gibi kayıp nesne hep ideal durumda kalabilir. Bu durum Benliğin zayıf, çaresiz aşağılanmış, fakir ve pasif bir halde kalmasına yol açar. Halbuki, yas sürecinde eksilen fakirleşen Benlik değil çevredir. Dolayısıyla çevre ile özne arasında bir süreliğine uzaklaşma olur. Bu uzaklaşma belki de hakikate yakınlaşmanın da göstergesidir: her şeyin bir sonu vardır.
Bourgeois’nın eserlerinde belki de izleyicinin hissettiği buydu: eksik beden parçaları, boşluklar, biçimsiz olanın yarattığı belirsizlik ve belki de tekinsizlik. Her bir eser bir yandan tanıdık bir yandan yabancı: Kohon’a göre sanat eserinin işi de budur. Bilinmedik boşlukların geri dönüşü gibidir sergi. Melankolinin tekinsizlikle işlenmesiydi adeta bu sanat eserleri.
“Kayıp Nesneler”[3] isimli makalesinde Chabert önce Freud’un Yas ve Melankoli makalesine geri dönerek Melankolinin bir yandan yas özellikleri taşıdığını vurgulayıp narsistik yapısının üzerinde durur. Öyle ki bu narsistik yapı nesneyi içeride tutma pahasına kendini yok etmeye bile giderken içinde derin bir utanç da taşımaktadır. Bu noktada sağaltıcı olan düşünebilme kapasitesinin tekrar işleve kavuşabilmesini sağlamaktır. Diğer bir değişle melankolinin kara öfkesi ile kuşatılmış ve zayıf düşmüş Benliğin işlevini tekrar kazanabilmesi ancak düşünce aracılığı ile ruhsallıkta nelerin olduğunu anlama çabasına girişmesi sayesinde olacaktır. Chabert, melankolinin nasıl edilgen bir saldırganlık içerdiğini belirtir; unutmamak gerekir ki psikanalitik çalışma bu yoğun öfkenin dışa vurulmasını da içerir. Sadece psikanalitik çalışma mı? Sanırım sanat da bu işlevi görüyor ve gösteriyor. Sergideki eserlerden izleyiciye geçen çaresizlik, bedene işlemiş olan ruhsal acı, o derin boşluk hissinin uyandırdığı öfke sanki izleyiciye tekrar ve tekrar çarpıyordu.
Chabert’in makalesinde yer alan edilgenlik konusu. Abraham ve Torok [4] tarafından melankoliyi kavramakta farklı ancak tamamlayıcı bir şekilde ele alınır. Kitaplarında Abraham ve Torok yasın bir entojeksiyon yani içe atma süreci olduğunu belirterek kayıp nesnenin adeta yenip tüketilerek öznenin ruhsallığının içine nüfuz etmesinden bahsederler. Diğer yandan ise melankolide kayıp nesne ya da nesneler enkorpore edilmiştir, yani bedenin içine alınmıştır. Melankoliyi incelerken yazarlar edilgenliği ve saldırganlığı kendine yönelmiş bir Benliğin aynı zamanda “utanç” taşıdığını da belirtirler. Diğer bir deyişle melankoli, kaybedilen nesneye dair bir utancı da içinde barındırmaktadır.
Bourgeois’nın “memeden akan süt”, “erkeğin karnındaki bebek” çizimleri, Abrevaya’nın “Kadınlığın uzun ve dolambaçlı yolu”[5] kitabında Miriam Alizade’den yola çıkarak bahsettiği kadın bedeninden salgılanan sıvıların kadınlık imgesini oluştururken erkekler için ise enseste dair bir kaygıyı tetiklemesi, sergiyi izleyenlerin kendi bedenlerine dair imgeleri tekrar sorgulamasına sebep olur adeta. Bu sorgulama bu denli bilinen ve bir yandan da bilinmeyen ve kabul edilemeyene ait olan bedendir.
Bu noktada Freud’un önemli başka bir kavramını yine Chabert’den yola çıkarak ele alabiliriz. Chabert makalesinde iki önemli meseleye dokunur, bunlardan ilki kayıp nesneler konusudur, diğer bir deyişle özne sadece bir nesneyi kaybetmemiştir; belki de bir çok nesnenin Benliği üzerindeki izlerini kaybetmemek için nesneleri adeta yutmuştur. Dolayısıyla bu kayıpları anlayıp birleştirebilmeye gereksinim vardır. Bunu da Chabert’in ele aldığı diğer mesele ile anlayabiliriz. Bu, düşüncenin kırık dökük parçalarını bilinç dışı malzemeyle birleştirerek düşünebilme işlevlerini oluşturmaktır. Aslında bu nokta daha 1937 yılında Freud tarafından Analizde İnşaalar[6] makalesinde ele alınır. Freud psikanalitik çalışmayı arkeolojik bir kazıya benzeterek farklı katmanlardaki tarihi eser parçalarının bir bütün haline getirme çabası olarak betimler. Bu çalışma kaçınılmaz olarak bilinç dışından gelen malzemenin bilinçte işlenmesi ile yani düşünülebilir hale gelmesi ve düşünceyle işlenmesiyle anlam kazanacaktır. Anlam yaratabilmek dürtülerle daha etkin bir şekilde başetmeyi sağlayacaktır. Bu yüzden düşünme süreci bir inşa süreci olarak farklı meseleleri bir bütünlük içinde ele alarak kaotik olanı kosmos’a dönüştürerek bir düzen sağlayabilecektir.
Louise Bourgeois ise adeta kayıp nesneleri bütünleştirebilmek, bir araya getirebilmek üzere adeta onları bir tarihi eser kalıntılarıymışçasına izleyicinin önüne serer. İzleyiciler bu sayede düşünceleri ile bu ruhsallığın arkeolojik alanında kayıp parçaları bir araya getirebilirler. Sanırım sanatseverin de görevi budur sanat eserinde kendine ait olanları bulup birleştirebilmek.
[1] Kohon, G. (2015), Reflections on the aesthetic experience, Routledge, London.
[2] Freud, S. (1917) SE14, 2001, S.243-258, Vintage London
[3] Chabert, C., (2012) “Objets Perdus” s.15-35,
[4] Abraham, N. ve Torok M., (2009), L’écorce et le noyau, Champs essais, Paris
[5] Abrevaya, E., (2013), Kadınlığın uzun ve dolambaçlı yolu, Bağlam, İstanbul.
[6] Freud S., (1937), Constructions in Analysis s.257-269, SE 23, Vintage, London