Müzik yazarımız Alain Matalon, hayranı olmadığı Lou Reed’i yazdı…
Lou Reed, neredeyse bir tek rock müzik dinlediğim yıllarda bile en az ilgilendiğim kült/efsanevi müzisyenlerden biriydi. Sanırım sebeplerinden biri –her ne kadar çelişkili gibi görünse de- çok fazla sayıda albüm çıkartmasıydı. Ama Reed’e bağlanamamış olmamın temel nedeni müziğindeki soğukluk ve dinleyiciyi hep bir şekilde dışarıda bırakan havası. Bir müzisyenin üretken olmasında ne yanlışlık olabilir, öyle değil mi? Nedense bana üstünkörü bir Lou Reed dinleyicisi olunamazmış gibi geldi hep. Herkesin bildiği klasiklemiş şarkılarını ben de biliyordum ve ara ara dinliyordum tabii, ama Reed kafamda tıpkı David Bowie gibi sürekli takip edilmesi, “acaba bu sefer ne yapmış?” diye sorulması –hatta merak edilmesi- gereken bir müzisyen olarak yer etti. Nedense David Bowie, Tom Waits ya da Bob Dylan gibi uzun soluklu ve üretken müzisyenlerin kariyelerini yakından izlememe rağmen, Reed ile yıldızlarımız bir türlü barışamadı. Sanırım casual bir Reed dinleyicisi olmak yerine dinleyicisi olmamayı tercih ettim. Lou Reed’in az çıkışlı kariyerine baktığımda bu seçimimde pek de yalnız olmadığım açık: dinleyicilerin çoğu onu Perfect Day ve Walk on the Wild Side (ve peki, biraz da The Velvet Undergound) ile tanıyor. Tabii bu onun rock müzik tarihinin en devrimci müzisyenlerinden biri olmasının yanı sıra, The Rolling Stones’dan Jim Jarmusch’a kadar sayısız sanatçıya ilham vermiş olduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Bir kaç amatör denemeden sonra profesyonel müzik hayatına 60’larda kurduğu The Velvet Underground ile giriş yapan Lou Reed’in, pek bir ticari başarı kazanamamasına ragmen rock müzik peyzajını neredeyse tamamen değiştirmeyi başaran grubu ile birlikteliği çok uzun sürmedi. Müzisyenin, The Velvet Underground sonrası kariyerini nerdeyse tamamen solo çalışmalarla sürdürmesinin ve belki daha da önemlisi hiçbir zaman ana akıma dahil ol(a)mamasının kökenini VU’nun ilk üç albümünde görebiliyoruz: Grubun Andy Warhol klanından Niko ile kayıt ettikleri ilk album her ne kadar avant-garde pasajlar içerse de büyük oranda Reed’in sanatsal vizyonuna uygun ve toplamda melodik ve ritmik bir çalışmaydı. İkinci albümleri White Light/White Heat’ta ise kontrolün John Cale’e geçmesiyle deneysel, nerdeyse dinleyiciyi bilinçli olarak yabancılaştıran (ve Reed’i memnun etmeyen) bir sound ortaya çıktı. Üçüncü albümde ise Reed’in Cale’i gruptan uzaklaştırılması ile birlikte, sanatçının solo kariyerine de damga vuracak olan melodik ve hatta yer yer gelenekselci şarkılara yer verildi. Grubun kreatif kontrolu kendisine geçmesine ragmen, Lou Reed The Velvet Underground’u 1970 yılında terk etti. Sadece kendi istediği müziği yapacaktı ve hiçbir muhalif ses istemediği gibi dinleyicinin ne düşündüğü de fazla umrunda değildi. Reed, 1972’de çıkarttığı solo albümü Transformer ile birlikte kendine kategorileştirilmesi zor bir diskografi oluşturmaya başladı. Toplamda 22 stüdyo, 12 tane de konser albümü yayınladı. Bu albümlerden Transformer ve Sally Can’t Dance dışında neredeyse hiçbiri fazla ticari başarı yakalayamadı. Metal Machine Music’in müzik piyasasının büyük çoğunluğu tarafından gülünç bulunmasına, veya 1980’lerdeki The Blue Mask ve Legendary Heart gibi albümlerinin ciddiye alınmamasına aldırmadı bile. Lou Reed’in kendine ve müziğine olan aşırı güveni ve hatta zaman zaman dinleyicilerine karşı olan küstahça yaklaşımı (birden çok defa “Ben müziğimi okuma yazma bilen insanlar için yapıyorum” demişliği var kendisinin) onu bir nevi “müzisyenlerin müzisyeni” yaptı. Her zaman kült ve kemikleşmiş takipçileri olsa da, Reed müzisyenlerden gördüğü saygıyı dinleyicilerinden hiçbir zaman göremedi. İşin doğrusu benim de Lou Reed’e olan kişisel ilgim Transformer (hatta daha çok Berlin) albümü dışına çıkamadı. Hayranlığım ise etkilediği müzisyenler ve yaratılışına büyük katkı müzik akımları ekseninde kaldı. Hatta itiraf edeyim, son iki üç sene içerisinde hiçbir albümünü baştan sona dinlediğimi sanmıyorum. Gene de gerçek şu ki, müzik dünyası punk, punk-rock, art-rock, glam, avantgarde gibi bir çok müzik türünün doğuşuna öncülük eden Reed’e çok şey borçlu. Gene de keşke rahmetlinin son albümü Lulu olmasaydı.