Koca 1 Maleviç beyazı vardı karşımda. Gotik, Barok ve Rokoko sebzeler bu beyazın içinde başka bir espası çağırıyorlardı.
Üzerinize afiyet, biraz et oburumdur. Geçenlerde etinin kalitesine güvendiğim butik bir restorana giriverdim. Siz de farkındasınızdır; kentin Moda, Cihangir gibi semtlerinde birbiri ardına açılan "steak" dükkanlarının farkındasınızdır. Adını vermeyeyim işte onlardan biriydi. Siyahi minimalist ahşap mekanlardan…
Ben acıkmış iştahla ızgara etlerimi beklerken, bir de ne göreyim bir sanat eseri var karşımda. Bayağı stil kesilmiş küçük ekmek parçaları, Rokoko marul kıvrımları, ekspresif bir narinlikle dağıtılmış incecik sos silüetleri. Barok kesim havuç ve salatalık. Nazikçe yanına konmuş hafiften ‘kiç’, minnacık bir biblo… Tam ortadaysa neredeyse mikroskopla görebileceğim iyi parça ızgara etim duruyordu. Ve bütün bu yaratıcı estetiğin yayıldığı kenarları bombeli kare, bembeyaz bir tabak.
Bir ressam gibi hafifçe geriye kaykılıp, gözlerimi kısıp karşımdaki yapıtı kesip, kalın peçetelerin üçgeni içine sarılmış çatal-bıçak takımına uzanmayı düşündüm.
Kare tabağın büyüklüğü ve beyazı o kadar büyüktü ki, yemeğim tam ortada daha bir çekici görünüyordu. Koca bir ‘Maleviç’ beyazı vardı karşımda. Gotik, Barok ve Rokoko sebzeler bu beyazın içinde başka bir espası çağırıyorlardı. Beyaz dinlendirici ve büyüleyiciydi.
Neyse bu etkileyici paspartuya bakmaktan vazgeçip tekrar asıl amacım, iyi marine edilmiş, ızgara etime baktım. Tam kıvamındaydı, kenarlarından hafifçe taşan yağ tabakası iştah uyandırıyordu. Amerikan sos şişeleri de… Yeşil acı sos bile vardı.
Tabii bir Antepli olarak yemedim. Bir kez daha vurguluyorum: Yemedim!
Sinirlenerek garsonu çağırdım. Çünkü menüden okuduğum fiyata sıkı 2 porsiyon iyi kalite kebap yiyebilirdim. Bu nedir?dedim… Sanat galerisinde miyim? diye sordum sertçe…
Garson şaşırmıştı…. Belli ki ilk defa karşılaşıyordu böyle bir tepkiyle. Kibrit kutusundan hafifçe iri parçaları göstererek "Nasıl doyacağım" dedim. Garsonun yapabileceği bir şey yoktu. Beyefendi gak guk…. İşyerinin standartları… Baksanıza memnun müşterilere, biz buranın en beğenilen mekanıyız falan… Gak guk işte!
Diğer müşterilere dikkat ettim hemen… Herkes mutluydu… Şık çatal-bıçak hareketleriyle minik parçaları didiklemeyi ve sohbet etmeyi sürdürüyorlardı…
Son kez Maleviç karesi tabağıma baktım, ekmek ve soslara da…. Bu kadar vereceksem en azından ekmeğe banabilirdim… Ama ekmek minnacık…
Hışımla kalktım, tek lokma dokunmamıştım… Yüklü hesabı ödeyim dışarı çıktım..
Bu anlattıklarım bazı abartmalar dışında fazlasıyla gerçek. Elbette sizin de yaranıza dokundum eminim.
Neo-liberalizmin diğer adının tasarım kapitalizmi olduğunu biliyoruz. Tasarım, malzeme ve işlevin hatta ergonominin ötesinde bir işlev görüyor artık. Şık tasarımlar, üretimin kirini, güvencesizleşmeyi gizlemeyi iyi biliyor. Son yıllarda benim “gıda soylulaşması” dediğim süreç bu tasarımla beraber yürüyor işte. Kentin soylulaştırmaya açık mekanlarda göreceğimiz, yeni orta sınıfı ve üst sınıfları hedefleyen restoranlar doğal sebzeyi, lezzetli eti, miktarı az ama tasarımı bol bir şekilde masanıza getirmeyi iyi biliyor. Çoğunun adı Kassab, Lö Dükkan ya da Hayal-Et gibi düzenleme stratejiyle tabelalanmış bu mekanlardan doyup kalkmak neredeyse imkansız. Aslında yüksek fiyatlara tasarımın, espasın kendisini yiyip çıkıyorsunuz. Göz doyuyor ama mide asla. Gıda soylulaşması eğer yaygınlaşırsa halkın çoğu hatta çiftçiler bile ellerindeki organik gıdaları yüksek fiyata satıp, BİM’den nohut ve tavuk almak zorunda kalacak. Geçmişte her köy ve kasabada rahatça yiyebileceğimiz doğal gıda yavaş yavaş yüksek fiyatlar ve bol tasarımla üst sınıflara kayıyor.
Bize ise beyazı ve tasarımı yiyip, ceplerimiz boşalmış bir sosisçi ve tavuk dönerci aramak kalıyor.
Maleviç, Le Corbusier ya da Miro göze iyi gelse de mideye iyi gelmiyor.
Yer miyiz? Yemeyiz tabii…
Bu arada yazıdaki görseller temsilidir. White Cube ya da Maleviç beyazları ise gerçek.