Leylâ Gediz’in son kişisel sergisi “Denizens” The Pill’de 10 Kasım’a dek izlenebilecek. Sergiye ismini veren denizen kavramı, herhangi bir bağlılığı olmaksızın bir yerde ikamet eden kişi, diğer bir anlamıyla “yerleşik yabancı” olarak tanımlanıyor. Bu tanımla ilişkili olarak, sergi de izlediğimiz her nesne ve resim diasporik bir varoluşun fısıltılarıyla önümüze çıkıyor. Sergiyle eşzamanlı olarak yayınlanan Aslı Seven’in yazdığı “Yabancılar Arası Uzun Süreli Samimiyet” adlı makale de sergiye eşlik ediyor. Sanatçının son sergilerinden başlayarak bu zamana kadarki pratiğini inceleyen makale, sergiyi sanatçının pratiğinde bir bütün olarak okumamıza imkan veriyor. Aslı Seven, öyle samimi bir dille bunu yapıyor ki sergiyi ve sanatçıyı anlatmak adına başka bir cümle kurmaya çalışmak manasını yitiriyor.
“Leylâ ile sözünün söylenemezliğinden bahsediyoruz, ki burası acının fay hattıdır, etkilenmediğini ise hiç kimsenin iddia edemeyeceği.”The bloody catalog of oppression.” Mülksüzleştirme yoluyla insan bedenlerinin, kültürlerin ve toprağın tahliyesinin tarihinde biz tam olarak neredeyiz?”
Aslı Seven – Yabancılar Arası Uzun Süreli Samimiyet
Röportajlarınızdan birinde “Bu eser ne anlatıyor?” tarzı soruların izleyiciye de sorulmasını dilediğinizi söylemişsiniz. “Denizens”in şimdiye kadarki pratiğiniz içinde nerede durduğunu ve izleyiciyle nasıl bir bağ kurduğunu merak ediyorum.
Samimiyete dayalı vurgudan çekinmiyorum; insan neden hoşlanıyorsa onu yansıtıyor sanıyorum. Aşk böyledir. Kimileri blöften, tehlikeli oyunlardan, hinliklerden haz duyar, bense dolambaçsız biriyim. Sıkıcı bile sayılabilirim. Aslında her yerde güven telakkisi arıyorum. Sanatım da böyledir. Gördüğümün, idrak ettiğimin telakkisidir. Yalnız benim için dümdüz, apaçık olan bir ilişki veya bariz bir uçurum bazen karşı taraf için bir izah gerektiriyor. Ben de bunu anlamaya çalışıyorum: Nerede eksik yaptım? Yoksa izleyici reklam diline çok mu alışmış? Hikâyeyi derhal kavramak mı istiyor? Yıllarca resimlerimi anlatmaktan bıkkınlık geldi bana. Varsın görmesin. Ben kaybolmaktan yanayım. Bunun için söz diziminde bir boşluk kalmalı. Boşluktan haz alanlar benim ideal izleyicilerimi oluşturuyor. Onlar sergi(leri)mi, o veya bu parçasıyla değil, bir bütün olarak algılıyor ve seviyorlar. Bu sergim için de pek çok kişiden, bu yönde olumlu geri dönüşler aldım. Fakat beni geliştirecek yorum zor çünkü sergi zamanı kimse kimseyi açıkça eleştirmez! Belki daha sonra gelir diye umuyorum.
Sergileriniz hayatınızla paralel giden süreçleri hem oldukça kişisel hem politik bir noktadan okuyabilmemize fırsat veriyor. Aslı Seven’in kaleme aldığı “Yabancılar Arası Uzun Süreli Samimiyet” adlı metni çok keyif alarak okudum. Metin, eski sergileriniz üzerinden bir okuma yaparak yer değiştirme sonrası tekrar özneleşme sürecinden ve serginin diasporik varoluşundan bahsediyordu. Sizin de bir süre önce önemli bir yer değiştirme süreci yaşadığınızı biliyoruz. Buradan hareketle metinde bahsedilen “diasporik” varoluşu sizden dinlemek isterim.
Evet sergi yazarını buldu! Aslı Seven beni büyük bir yükten kurtardı; ben de cümleleri bir başkasına teslim edebileceğimi yeniden öğrendim. Onun da diasporik olanla kurduğu ilişki özneldir. Kendisi de Paris’te yaşayan bir Türk günün sonunda ve bunu metnin her köşesinde hissedebiliyorsunuz. Fakat diasporik varoluşla ilgili şiirsel bir yanıt beklemeyin benden. Hayat çok katı yabancılar için. Kiralamak istediğim bir atölye vardı. Bana kefil olacak bir kişi bulana kadar içim dışıma çıktı. Fiilen iş yapmak zor yabancılar için. Yabancı olmanın iyi taraflarına bakmak, onları bulmak ve yansıtmak gerek. Ben de yerel olan ile diasporik olan arasındaki ilişkiye bakıyor ve bu farklılıklardan ansiklopedilerce şey öğreniyorum ama bunları dillendirmek zor. Belki ileride yine resmini yapabilirim.
“Eskiden kendimi fazla ciddiye alıyordum”
Güncel-politik olaylarla direk bağlantı kurduğunuz eserlerinizi biliyoruz. Hürriyet’e verdiğiniz röportajda “Artık kişisel iniş çıkışlarımdan hareketle resim yapmıyorum ben. Artık büyüdüm ve sanırım sadece kendimle ilgilenmiyorum. Çok daha elzem konular var” demişsiniz. Bu tavır, devam ediyor mu? Lizbon’a taşınmanız ve orada geçirdiğiniz süreç içerisinde neler değişti?
Gerçekten de eskiden daha romantiktim. Galiba biraz da kendimi fazla ciddiye alıyordum. Bunları gençliğime verebiliriz. Sonuçta iyi resimler yapmış mıyım arada, ona bakmak lazım. Elzem konular olmaz mı, elbette var. Her tarafımızda ayaklanan yüzbinlerce insan var! Faşizm altında yaşayanlar ise çıt çıkartamıyor. Lizbon’un yakın geçmişi bu nevi sessizliğe en büyük örneklerden birini teşkil ediyor. Salazar dönemi hakkında bilgilenmeyi önemsiyorum zira içinden geçtiğimiz süreç ile büyük benzerlik taşıyor. Öte yandan, diasporik varoluşa yönelik sorularla karşılaşmam buraya adım atmamla oldu. Okyanus ötesi ilişkiler ve kavgalar, bilmediğim yeni dünyalar ve yaşanmışlıklar önüme serildi. Bunlar ile geldiğim yer arasında ilişkiler kurmaya çalışarak ilerliyorum ve bunu yaparken kendimi bir birey olarak romantize etmemeye çalışıyorum. Bu romantizasyon meselesi biraz da ressamlıkla örülü zannedersem ama ayar kabul edebilir, oynanabilir bununla diye düşünüyorum.
“Bienal eleştirim, tekrara varan aşırı tutarlılıktı”
Türkiye’deki en büyük sanat etkinliklerinden, 16. İstanbul Bienali’ne paralel olarak gerçekleşen “Denizens”, bienalle nasıl bir bağ kuruyor? Mesela plastik bir kasa ve o kasanın resmini görüyoruz. Yine yerinden olmuşluk hissi veren atık bir nesne olabileceği kadar sizin hayatınızla direk bir ilişki içinde gibi de duruyor.
Sergimin içeriği ile bienaldeki kimi önermeler arasında ilişki yakalamak kaçınılmaz olmalı. Sonuçta güncel sanat alanı içerisinde hepimiz aynı havayı soluyoruz. Çağın ruhu diye bir şey var. Bununla birlikte, herkes kendini en az bir yönüyle, mümkünse tamamen ayırmak ister! Benim de bienal eleştirim, sunulan sanat eserleri arasında gözlemlediğim tekrara varan aşırı tutarlılıktı. Bir bienalden tutarlı olmasını beklerim. Ama bu bienalle birlikte bu fikrin geçerliliğini sorgulamaya başladım.
Plastik kasadan bahsederken, tam da aynı nesneyi kullanması bakımından en büyük yakınlığı kendim ile Carmen Argote arasında buldum. Carmen Argote, Amerika ve Meksika arasında yaşayan ve bu ikiliği tartışan bir sanatçı ve yine bienale paralel etkinliklerden birinde, Ballon Rouge Collective’in ona açtığı alanda bir solo sergi gerçekleştirdi. Carmen kasaları İstanbul’dan topluca satın almıştı. Bense benimkini oğlumla birlikte Lizbon’da kumsalda buldum, bavulla İstanbul’a taşıdım. Benimki yarımdı. Sahile vurmuş veya dalgalarla parçalanmıştı, yarım da olsa hayattaydı. İsmi Survivor ve bu haliyle, aklıma mülteci hayatının kırılganlığından, doğa ile doğayı tahrip edenler arasında süregiden kavgaya kadar pek çok güncel meseleyi getiriyor. Estetik olarak ise çok güzel buluyorum. Tuval resminde bu yönü büsbütün ortaya çıkıyor.
“Çocuğumun sanatımla ilişkilenmesi önemli değil”
Pratiğinize dönmek istiyorum. Daha önce de sanatçı arkadaşlarınızla performans gerçekleştirdiğinizi biliyoruz. Ayrıca arkadaşlarınızı, yakınlarınızı portreler üzerinden sergilerinize uzun süredir dahil ediyorsunuz. Burada da Deniz Pasha ile bir performans gerçekleştirdiniz ve o performanstan doğan IKEA rafını sergide izleyebiliyoruz. Ayrıca Deniz Pasha’nın bir çizimi de sergiye eşlik ediyor. Deniz Pasha ile nasıl bir araya geldiniz, nasıl bir ilişki kuruldu?
Deniz Pasha ile arkadaşlığımızın temelleri, 2016 yılında sevgili Ali Elmacı’nın üzerinde çalıştığımız bir grup sergisine Deniz’i davet etmesiyle atıldı. Deniz, babası Sudanlı olduğu için esmerdir ve ten rengi yüzünden Türkiye’de yabancı muamelesi gördüğü çok açıktı. Onu tanıdığımda, bu deneyimi üzerine düşünüyor ve çalışıyordu. Ben 2017 sonunda Portekiz’e taşındığımda, bir yıl birbirimizden haber alamadık ama 2018’de yeni ve daha güçlü bir bağ kurmak üzere yazışmaya başladık. Ortak konularımız artmıştı. Özellikle, diasporalar üzerine okuduklarımızı, gördüklerimizi paylaşıyor ve tartışıyorduk. Sonra bir gün ona son işlerini görmek istediğimi yazdım ve bana dosya yolladı. Dosyasında, soyut bir manzara içerisinde kendi başına takılan bir köpeğin irili ufaklı resim ve gravürleri vardı. Bunları görünce çok şaşırdım. Tam o hafta, atölyemin bulunduğu alanda gezinip duran yaşlı bir köpeğin resmini yapmaya karar vermiştim. Deniz’inkileri görünce, tamam dedim, köpeğin âlâsını Deniz yapmış zaten!
Performansın ortaya çıkması daha uzun bir zamana yayıldı. Aylarca yazışmaya devam ettik. Ben İstanbul’dayken buluştuk, denemeler, provalar yaptık. Daha çok söz ve yazı üzerine odaklanıyorduk ama sonra bütünüyle jest ve ortak gerçekleştireceğimiz sıradan bir eyleme yöneldik. Sergim de hali hazırda IKEA elemanları mevcuttu. Deniz, yine IKEA’ dan basit bir eleman bulmamızı teklif etti. Benim de aklımdan geçen buydu. Anlaşmamız hiç zor olmadı. Rafı elimizle koymuş gibi bulduk. Birkaç kez birlikte inşa ettik, bozduk, yeniden inşa ettik sonra seyrettik. Performans bundan ibaretti. İçimize çok sindi.
Annelik ve sanatsal süreçleriniz kaçınılmaz olarak yoğun bir ilişki içinde… Şu an nasıl bir süreç içindesiniz?
Yeni anne olduğum zaman öyleydi elbette. Fakat er geç çocuk büyüyor ve kadın yine kendiyle kalabiliyor. Gel gelelim, insan yetiştirmenin sorumluluğu çok büyük. Biraz elinizi çekseniz, belki çocuk alıp başını gidecek ve kaybolacak. El ele tutuşmaktan bahsetmiyorum. Çocukla birlikte binbir endişe geliyor. Onu gözümün önünde tutmak önemli benim için sanatımla ilişkilenmesi değil.
“Bundan sonrasında kendimden çok derin bir melankoli beklemiyorum”
Sizinle ilgili internette oldukça farklı yorumlar var. Ekşi’de, eski yorumlarda oldukça pozitif ‘bıcır bıcır’ bir insan olduğunuzu yazmışlar. Ayrıca ‘naif’ bir sanatçı olduğunuza dair yorumlar var. Bir yandan da hem röportajlarınızda hem de eserlerinizde melankoliyi yoğun bir şekilde hissediyoruz. Sizin için son durum nedir? Son serginizden bu yana nasıl bir süreçten geçtiniz?
Bu soruyu hiç beklemiyordum! Ne diyeceğimi bilmiyorum. Bu intibaların hepsi de doğrudur. Son durum derken, onu da başkalarına sormalısınız! Çevremdeki herhangi biri, son iki yıldır yoğun stres altında kaldığımı söyleyebilir. Yer değiştirmekle alakalı bir stres bu bahsettiğim. İşlerimi karanlığa bulamamak için çok çaba sarf ettim. Sanırım bunu başardım. Bundan sonrasında kendimden çok derin bir melankoli beklemiyorum. Bu yaştan sonra herhangi bir konu karşısında çok naif kalabileceğimi de sanmıyorum. Sergi bitiminde yeni bir form arayışına geçebilirim. Bunu yapacak kadar rahatlamış hissediyorum.
İnternet üzerinden devam etmek istiyorum. Sosyal medya ile özellikle Instagram üzerinden hayatlarımızın yoğun bir şekilde etkilendiği bir dönemden geçiyoruz. Sizin de konuyla ilgili daha önce fikirlerinizi okumuştum. Güncel olarak bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Instagram’i seviyorum. Herkesin kafasına göre kullandığı bir platform. Bu çeşitliliği seviyorum. Gayet ciddi, global bir mesele ile son derece kişisel, yalnız bir gözün gördüğü, mini mini bir detay alt alta dizilebiliyor. Bu eşzamanlı karşıtlıklar bana çok gerçekçi geliyor! Orada ne kadar zaman geçirdiğimizden ise elbette kendimiz sorumluyuz!
Berke Doğanoğlu’na destek oluyor
Instagram’ da sanırım 2018’de, bir kitaptan yaptığınız bir alıntıyı gördüm. Orada yazan bir cümlede, internette dolaşımda olan herhangi bir görseldense resmin, gerçeğe daha yakın olduğu yazıyordu. Sizin çağın gerçeklik anlayışına karşı resimle kurduğunuz bağ nasıl?
Hatırladım; o cümleye bir sergi metninde rastlamıştım. Sanırım bir Bruno Pacheco sergisiydi. Bruno, Londra’da yaşayan, Portekiz kökenli çok iyi bir ressam. Elbette resim gerçeği cilâlar; ya da tam tersi, boyayla konuyu bulandırır. Bu bulanıklık bazen netlikten daha gerçekçidir. Ne anlatmak istediğinize bağlı. Mesele, kullanılan disipline ne kadar hâkim olunduğu ile alâkalı. Bruno fevkalâde iyi bir ressamdır, imgelerle ilişkinizi, gerçeklik hissinizi pozitif manada alt üst edebilir. Bunu yapabilen resim kendi sularının hâkimidir. Ben de bunun için çabalıyorum sonuçta.
Son olarak, Instagram’ da etkilendiğiniz sanatçıları paylaştığınızı gördüm. “Takipte kalın.” diyebileceğiniz sanatçıları öğrenebilir miyim?
Bu zor bir soru çünkü zemin akışkan ve bugüne kadar sayısız sanatçı paylaşmış olmalıyım. Genç Türk sanatçılarından birini seçecek olursam; en son yine İstanbul’da Berke Doğanoğlu (@berkedoganoglu) ile ilgili bir paylaşımda bulundum. ÇAP (İKSV Çalışma ve Araştırma Programı) vesilesiyle bir süredir beraber çalışıyoruz; ben ona karşı danışmanlık görevini yerine getirmeye çalışıyorum. Bu benim için büyük bir keyif çünkü Berke hali hazırda müthiş bir ressam ve filmi ön koltuktan izlemek beni çok heyecanlandırıyor.