"Marksizm de sanat da mumyalanmaz. Bu çabaya önce insanların bedenlerinden başlayanlar düşünsün; hamasete kaçış yok."
Wolfgang Becker’in Elveda Lenin adlı filmini anımsar mısınız? Altüst oluşun filmiydi. Yirminci yüzyılın kısa bir hikâyesini, Demokratik Almanya’nın hüznünü sergileyerek ele alan bu sanat yapıtı, kültürel değişimi, psikolojik dramı, ekonomik ve siyasi dönemeci duygusal ve keskin bir politik dille aktarmıştı. Filmdeki anne Christiane Kerner’in hasta yatağından “kaçtığı” çarpıcı sahne, bir devrin sona erişini temsil ediyor; komünist anne, Lenin’in Demokratik Almanya’da yıkılan heykeliyle yüzleşiyordu. Almanya kapitalistleştikçe, Lenin’e de veda ediliyordu. Filmi seyredenler de bilirler; devekuşu gibi kafanızı kuma gömdüğünüzde gerçekler yok olmuyor.
Bugünlerde de Ukrayna’daki Lenin heykelleri yıkılıyor. Benim kuşağım, yani ideolojilerin ve tarihin sonunun, sosyalizmin iflası etiketiyle pazarlandığı yılları yaşamayanlar, böyle bir şeye ilk defa tanıklık ediyor. Hem de “Me generation”, kişi kültleriyle yüzleşiyor. Çatışmaların politik içeriği şöyle dursun, parçalanan bu heykeller üzerine söz açmanın tam da sırası.
Müteveffa liderler “yaşasaydı, ne yaparlardı?” üzerine çok düşünülür. Mesela Erbakan, “Atatürk yaşasaydı Refah Partili olurdu” demiş bir defasında. Ekleyelim; Atatürk yaşasaydı, Bingöllü bir gencin onun heykelini rehin alıp, “Yaklaşmayın, yoksa Atatürk’ü vururum!” diyerek karşısındakileri ikna etmeye çalıştığını hayal edebilir miydi?
Lenin’in, sağlığında, bu konuyu hatırlatan bir şeyler söylemişliği var. Lenin’e göre, “Büyük devrimci önderlerin ölümlerinden sonra onları zararsız ikonlara dönüştürmeye, adlarını bir ölçüde kutsallaştırmaya, onları deyim yerindeyse aziz ilan etmeye çaba gösterilir”.*
Tutkulu komünist ve herhalde Lenin’i en inançlı anlatan şairlerden Mayakovski de bir şiirinde (Jübile), “lanet olası ve insanları hizaya getiren heykelleri dinamitle uçurmak istediğinden” bahseder; çünkü “ölü olan her türlü şeyden, yaşamın her şeyine taptığı kadar nefret ediyordur”. Ya Nâzım Hikmet? Nâzım’ın Stalin’in ölümünden sonra Stalin’e yazdığı şiir, aynı zamanda onun heykellerine de bir tepkiydi:
Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kaattandı
İki santimden yedi metreye kadar
Yok oldu bir sabah
Yok oldu çizmesi meydanlardan
Gölgesi ağaçlarımızın üstünden…
Çorbalarımızdan bıyığı
Odalarımızdan gözleri…
Ve kalktı göğsümüzden baskısı
Binlerce ton taşın, tuncun, alçının ve kaadın…
(Moskova, 13 Aralık 1961)
Nâzım’ın 1953’te yazdığı Stalin’i öven bir şiiri de var, ama bu da Yazarlar Birliği’nin isteği üzerine, yani ısmarlama yazılmış. Tabii bu dediğimden “Vay canına, Nâzım’a bak sen, ısmarlama şiir yazıyor” anlamı çıkaranlar da olur, kastım o değil. Sorun böyle bir “baskı”nın oluşması ya da sanatın, heykeliyle şiiriyle, “rıza” üretiminde bir yer tutması. Her yere, haldır haldır Lenin heykelleri diken Stalin’in derdi de Lenin değildi. Zaten Leninizmin İlkeleri diye bir kitap yazınca iyi bir Leninist değil; “Lenin kendini iyi anlatamamış” diyen bir egoist oluyorsun.
Heykeller, bu baskının görünen yüzlerinden sadece biri; bir mit, bir kült yaratma çabası. Oysa tam da o “mitlere”, “kültlere” hakaret etmenin bir yolu da Lenin’i, Mayakovski’yi düşünsel, siyasal, edebi vs. katkılarıyla kabul edecek bir toplumda, onları “olsa olsa heykelleri dikilecek, devletin ikonu ve sembolü olacak” insanlara indirgemek; onları entelektüel yaşamın bir yerinden atıp, sıradan hayatın ve popüler kültürün simgesi haline dönüştürmek.
Peki, bir liderin yıllanmış ve eskimiş heykelinin kalması mı iyidir, yoksa onu yıkmak mı? Mesele bir “ucube” ise hiç görünmemek, kötü görünmeye tercih edilebilir; ama Ukrayna’da Lenin heykelini parçalayanlar, bunu “tarihten hesap sorma” adına yapıyorlar. Akla sekizinci yüzyıl Bizans’ı ve ikonoklast hareket geliyor. Eklesiyastik, siyasal ve sosyal çalkantıların olduğu, ikona kırıcılığın siyasi mesele haline geldiği bir dönem. Tabii bu işin suyunu çıkarırsak, görece bir sosyalist hareket de görebiliriz; ama abartmak kaydıyla. Nitekim ikonların hâkim sınıfların simgesi olduğunu düşünürsek, vandalizm de alt sınıflara mahsus kalıyor. İslâm’ın bu ikonoklast akım üzerindeki etkisinden (Put yok, Allah var) bahsedilir; ama Lenin ne put, ne de Allah.
Parktan geçerken heykeline baktığın, alışveriş yaparken verdiğin paranın üstünde duran, arkadaşına gönderdiğin postanın pulundan çıkan, okuldaki sınıfların duvarlarına asılan adam, Lenin mi? Bu bize çok yabancı gelmiyor, Atatürk’ten biliyoruz. Gerçi “Atatürk çocukları çok severdi. Sanattan, matematikten, felsefeden süper anlardı” gibi müşfik bir imge yaratma çalışması da olmadı değil. Ama son tahlilde, Atatürk heykellerinde kimse estetik aramadı. Zaten bunun bir önemi de yoktu. Dolayısıyla konuyu “Sanat ve Atatürk” başlığında değil; “Atatürk ritüelleri” başlığında değerlendirirsiniz. Atatürk’ün felsefesiyle öyle ya da böyle bir yakınlığım yok; ama Lenin’inkiyle var. Belki de “Lenin kültünden bıkmış” bir Ukraynalı ya da Rusyalı için oradan bakıldığında Kemalizm şahane bir şey olarak görünüyordur. Fili neresinden tutarsan öyle tanımlarsın; demek ki Lenin’i de heykelinde yaşatmak ile “Devlet ve Devrim”inde yaşatmak arasında fark var.
Murat Belge şöyle yazar: “Lenin heykelleri, Sovyetler Birliği’nde her uygun noktada yükselmeye başladı. Benim o ülkeyi ziyaret ettiğim dönemde, evlenen çiftlerin, nikâh dairesinden çıkınca, bizdeki gibi çiçekle süslenmiş otomobilleriyle, kasabanın Lenin heykeli etrafında bir tur atıp zifaf mahalline oradan gittiklerini öğrenmiştim. Her Lenin heykeli aslında Stalin’in iktidarını pekiştiriyordu-onun ‘halife’si olarak-”.
Bazı heykeller, heykeli dikilen kişinin emriyle, bazıları da onların ölümünden sonra başkaları tarafından dikilir. Yine bazı liderlerin heykelleri, gölge ettikleri toplumlar tarafından yıkılırken, bazısı da başka devletler tarafından yıkılır. 1956 Macaristan’ında, Stalin’in heykelini Macar halkı yıkmıştı; 2003 Irak’ında Saddam heykelini ise Amerikalı işgalci askerler…
“Lenin yaşıyor, Lenin hayatta, Lenin yaşayacak”. Bu slogan Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin mottosu. Her Genel Sekreterin dilindeydi bu. İyi de Lenin nasıl yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak? Gorbaçov, “Yanlışınız neredeydi?” diye sorduklarında, “Yanlışımız, yanlışı hep kendi dışımızda aramaktı” diye yanıt veriyor. Sorun, Lenin’de değil de onun heykeline yapılan saldırının sebebini uzaklarda aramakta olmasın?
Duvarlar yıkıldı. Kalan heykeller de yıkılıyor. Zaten onlar sosyalizmi değil; Rusluğu temsil ediyordu. Anakronizm ise geçmişin tümden inkârını da, onun tekrarını da beraberinde getiriyor. Artık şehrin betonlaşmasına karşı yeşil alanın çokluğunu savunmak –eğer tutarlıysanız– fikirlerin ve kişilerin betonlaşmasına karşı olmayı da gerektiriyor.
Sosyalizmin geleceği ile heykellerin kalıntısı doğru orantılı değil; çünkü sosyalizm ile bürokrasiye itaat etmenin bir ilgisi olmamalı. Zaten Ukrayna da sosyalist bir ülke değil. Peki, heykeltıraşlar bu işe ne diyor? Yazının sonuna geldik; ama sahi, onlara soran oldu mu?
Hülasası şu: Marksizm de sanat da mumyalanmaz. Bu çabaya önce insanların bedenlerinden başlayanlar düşünsün; hamasete kaçış yok.
*Burada bahsettiğim cümleyi Lenin, 1917’de “Devlet ve Devrim”e başlarken yazar. Baktığım çeviri Sungur Savran’a aittir.