The White Lotus, 2022 yılının, hakkında en çok okuma pratiği yapılacak yapımlarından biri oldu. Dizinin iki sezonunu da cazibeli yapan şeyin en kestirme yanıtı, ‘The White Lotus’u mümkün kılan her şey’ olabilir. İkinci sezon, finalini çok yakın zamanda yaptığı için bu yazı, ikinci sezona dair bir inceleme yazısı olacak.
Bu yazı spoiler içeriklidir.
The White Lotus, iki sezonda da hikâyesini tatil ve tatil destinasyonlarını önceleyerek inşa ediyor. Yönetmen Mike White çok güçlü bir vurgu yapmasa da, 1970’lerin sonunda çekilen, yine tatil konseptli Love Boat –post titanik- ve Fantasy Island gibi yapımların, hem modern tatil anlayışını dönüştüren nostaljik duygusunu hem de bu dönüşmüş tatil anlayışının elit ayrıcalıklarını müstehcen-keyfet- bir yorumla kurguluyor. Bununla birlikte özellikle Fantasy Island’ın merkezindeki arzunun doğası ve karmaşıklığı anlatısı, benzer gerilim ve gizem unsurlarıyla The White Lotus’da izleyiciyi büyülemeye devam ediyor.
İlk sezon Hawai’deki Maui adasında geçiyordu. İkinci sezon ise rotasını Sicilya’ya çeviriyor. Dizinin yapmaya çalıştığı şeylerden biri bu olabilir mi emin olmamakla birlikte, bir tatil destinasyonu marketing çalışması da söz konusu. HBO, dizinin üçüncü sezonuna onay vermişken ve Mike White önümüzdeki sezon için Asya’ya gitmeyi planladığını söylemişken, Yeni Zelanda’nın çekici bir White Lotus markası olmaya hazırlandığını sosyal medyada okudum mesela. Dizinin bu dönüştürücü etkisinin de altını çizdikten sonra hikâyenin ne olduğunu kısaca bir hatırlayalım. White Lotus tatil markasının ayrıcalıklı misafirlerinin, bu lokasyonlarda geçirdikleri bir haftalık süreçleri anlatılmakla birlikte, hikâyeyi tamamlayan kriminal bir olayın gerçekleşmesiyle dizi sezon finalini yapıyor. Bu sezon Amerikalı üç grup var. Biri, Sicilya’daki akrabalarıyla tanışmak maksadıyla kasabaları Test dell’Acqua’yı keşfetmek isteyen Di Grasso’lar, diğerleri birlikte vakit geçirmeyi planlayan Harper/Ethan ve Daphne/Cameron ve ilk sezondan tanıdığımız Tanya ile eşi Greg ve Tanya’nın asistanı Portia. Mike White, ilk sezonda olduğu gibi bu sezonda da farklı kavramlar üzerinden düşünce alanları açmaya devam ederek anlatıyı inşa ediyor. İlk sezon sömürü/sömürge tarihiyle ilgilenirken ikinci sezon libidinal açmazların/cinsel gerilimlerin kaotik yapısına temas ediyor. Ancak White’ın hikâyelerinin hiç değişmeyen önemli meselesi insan doğasının karmaşıklığı, sınırların değişkenliği, ihlaller ve neticelerinin yarattığı dönüşümler. İşte bu topoğrafyayı problemleştiriyor. Karakterlerin kaçacak hiçbir yeri yok, saklayacak/saklanacak karanlık eşikler yok. Maui’de ya da Sicilya’da susabilecekleri herhangi bir yer yok. White’ın atmosfer, mekân, lokasyon, peyzaj, tasarım ve kolajları da bu karşılaşmaların kaçınılmazlığının altını durmadan çiziyor.
İkinci sezon, konukların Sicilya’ya geldikten sonra otel odalarına yerleşmeleri ile başlıyor. Lüksten, konfordan gözümüzü alabilirsek bu yerleşmelerin bize ima ettiği şeyleri fark ediyoruz. Harper/Ethan ve Daphne/Cameron odalarını gezerken karşılarına seramik bir kafa çıkıyor. Bu yerleştirme başı komik buluyorlar ve resepsiyonist Rocco’dan onun bir Testa di moro olduğunu öğreniyoruz. Sicilya’daki Arap hâkimiyeti esnasında bir Arap’a âşık olan ve ilişki yaşayan Sicilyalı bir kadının, Arap adamın evli olduğunu öğrenmesiyle, onun kafasını kesmesini içeren bir intikam hikâyesinin temsilidir seramik yerleştirme. Bu önemli. Çünkü bölümler ilerledikçe bu çiftler arasında bir ihanet ve sadakat sorunsalı ortaya çıkabileceğini anlıyoruz. Di Grasso’lar odalarına yerleşirken ise büyükbaba Bertie, resepsiyonist Isabella üzerinde, Sicilya gezilerinde onlara eşlik etmesi yönünde ısrarcı ve yılışık bir baskı kuruyor. Bu esnada duvarda Aziz Lucia portresini görüyoruz. Peki, gözlerini çıkarıp tabağa koymuş bu kederli genç kadın portresi bize ne söylüyor? Sicilyalı asil ve zengin bir ailede doğan Lucia, yine zengin ama sevmediği bir adamla evlendirilmek isteniyor. Ailesi ve damat bu konuda ısrarcı davranınca, gözlerinin maviliğine takıntı geliştiren bu adama karşı koymak için gözlerini çıkarıp tabağa koyuyor ve ona gönderiyor. Böylelikle Azize Lucia, Bertie’nin Isabella’ya aslında tüm hayatı boyunca kadınlara karşı tutumu hakkında bize sessizce bir şey fısıldıyor.
Bahsettiğim bu yerleştirmelerle birlikte Mike White, yaratıcılığının ne kadar güçlü olduğunu etkileyici biçimde göstermeye devam ediyor White Lotus’ta. Çoğu izleyici için sezonun final bölümünün, anlatının en güçlü bölümü olduğunu tahmin edebiliyorum. Bana kalırsa da kuşkunun, paranoyanın ve gerçeğin kreşendo yaparak birbiriyle temas etmesi ve bu karanlık ruh dalgalanmaları hakkında kesinlik kazanan bir cümle kurmaktan kaçınması, White Lotus’un ikinci sezonunu finaliyle unutulmaz kılıyor kuşkusuz. Ancak ben, dizinin ‘Bull Elephants’ adlı üçüncü bölümüne okurla birlikte dönüş yapmayı istiyorum.
‘Bull Elephants’ adlı bölümde, Daphne ve Harper, Noto’ya bir gezi yaparlar. Bu geç barok dönemin büyüleyici şehrinde gezerken Noto meydanına gelirler. Mike White bu sahnede Yeni Dalga İtalyan Sinemasına ve yönetmen Michelangelo Antonioni’nin L’avventura adlı filmine bir gönderme yapar. 1960 yapımı filmde, Monica Vitti’nin meydanda Notolu erkeklerin küstah bakışları arasındaki yürüyüşünü Harper ile kopyalar. Bu sahneye, Akdeniz’in erotizm tandanslı melodileri de eşlik eder. Antonioni sinemasına sinmiş olan bastırılmış cinsellik böylelikle bu sahnede bir kez daha kendini tekrar eder. Öte yandan L’avventura’nın karakterlerine sirayet eden yalnızlık ve kaybolmuşluk hissinin temsilcisi olarak Harper’ı her zamanki soğuk tavırlarıyla Noto meydanında görmemiz, sıradan bir sahne seçimi değildir. White bu sahne ile, maceraya çıkmış yabancının gizemini işaretlerken yine bu maceracı yabancının güvenilmezliğini de izleyiciye hatırlatma ihtiyacı içinde bir yandan da.
Bu bölümü güçlendiren bir diğer sahne, Di Grasso ailesinin, Tanya’nın asistanı Portia’yı da alarak, The Godfather’ın çekimlerinin yapıldığı kasabaya yaptıkları keşif turudur. Bertie, oğlu Dom ve torunu Albie burada öğle yemeği için oturduklarında Bertie, bu filmin tüm zamanların yapılmış en iyi filmi olduğunu söylediğinde Albie, bu fikrin sadece ataerkil zamanlara duyulan boş bir özlemi içerdiğini söyler. Bertie ve Dom, bu kuşak farkı yorumuna karşı çıktığında Albie yine filmin aslında bir erkek fantezisi olduğunu, uygar olmanın sorumluluğunun erkekleri yorduğunu ve filmin eski zamanların daha güzel olduğunu değil; erkeklerin böyle düşünmesi gerektiğini söyleyen bir film olduğu fikrinde ısrar eder. Albie’nin, büyükbabası ve babası ile ortak bir dil inşa etmesi mümkün görünmemektedir. Zaten Bertie, torununun Stanford üniversitesinde beyninin yıkandığını iddia eder. Bu sahne içerdikleri nedeniyle önemli. The Godfather gibi güçlü bir filmin çekim mekânlarının turistik bir destinasyon olması ve Michael Carleone’nin ilk eşi Apollonia Vitelli’nin cansız mankeninin, filmde bombalandığı arabadaki yerleştirmesi ve sağında solunda selfie çekimleri, zamanın ruhunun en az o dönem kadar sorunlu olduğunun bir göstergesi gibi. White’ın L’avventura ve The Godfather referansları, Sicilya’nın doğal ve kültürel zenginliklerine dikkat çekmek bir yana, her iki sezonda görmeye alıştığımız çöküntüye uğramış, dilsiz, yapay, sakar ve kayıp ayrıcalıklı sınıfın modern istilasının da renkli bir minyatürü. Bu bölümün okumasına şu ince ayrıntıyı dahil edip tamamlamayı isterim. Daphne ve Harper’ın Noto gezisi, Cameron ve Ethan’a otelde başıboş planlar yapma fırsatı verir. Deyim yerindeyse felekten bir gün/gece çalacaklardır. Onlar bu çocuksu özgürlüğü vahşi sevinçle karşılarken Daphne ve Harper, kaldıkları sarayda erkekler hakkında konuşmaya başlarlar. Daphne Harper’a, erkek olmayı hiç istemeyeceğini, onların dünyasının başıboş, yalnız ve rekabetçi olduğunu, Afrika’da katıldıkları safari gezisinde gördüğü bir fil ailesi üzerinden anlatır.(bölüme de adını veren) Bu sahneyi Cameron ve Ethan’ın naralar atarak, son derece rekabetçi biçimde jetskiyle yarıştıkları sahne takip eder. Ethan ve Cameron jetskiyle İyon denizine sonsuzluk işareti çizmektedirler. Sonsuza kadar her şeyin kendisini tekrar edeceğini hatırlatarak.
Öte yandan tüm sezon boyunca, White Lotus konuklarının refahından nasiplenmeye çalışan Mia ve Lucia adlı iki genç kadınla karşılaşırız. Yüksek profilli bir işletme anlayışını sürekli ihlal eden, bu anlayışı durmadan yapıp bozan bu iki genç kadın, Albie’nin tabiriyle ‘yoksulluğun ve kötü sistemin mağduru’ mudurlar? Sahiden öyle midir? Bu sorgulamaya ne evet ne de hayır demek mümkün görünmüyor. Mia piyano çalar ve şarkı söyler. Muhtemelen müzikle temas ettiği bir geçmişi ve sosyal çevresi vardır. Lucia ise aklı karışık genç bir kadın olmasıyla birlikte onun bu zihinsel karmaşası, White Lotus’un refah içindeki erkek konuklarının temsil ettiği şeyleri faş eden bir gösterge gibidir.
Görüldüğü üzere The White Lotus, Mike White’ın yaratıcı kalemini sınadığımız bir metin ve her detay metni tekrar yaratıyor, sembolik bir dille gücünü doruğa çıkarıyor. Quentin’in Tanya’yı neşelendirmek için -Greg Tanya’yı terk edip Amerika’ya dönmüştür- Madam Butterfly operasına götürmesi sıradan bir akşam eğlencesi midir mesela? Üstelik böylesine trajik bir hikâye Tanya’nın grotesk estetiğini alt üst edebilecek iken.
Görünen o ki bu zenginler sofrası, Mike White’in kaleminden daha uzun süre çekecek. Dizi bir antoloji formülüyle ilerlediği için her sezonda oyuncu kadrosu değişiyor. Ancak oyunculuk aurasından etkilendiğimiz aktörleri, her sezonda görmeyi bir izleyici refleksi olarak ümit ediyoruz. Birinci sezonun oyuncu kadrosundan bir aktörün geri döneceği söylentisi de belki böyle bir ümidin tezahürüdür.