A password will be e-mailed to you.

“Kötülük neden bu kadar cazibeli ve göz alıcıdır?” sorusunu soran akademisyen, yazar ve düşünür Terry Eagleton, bu soruya yine kendisi cevap veriyor: “Erdem sıkıcı hale geldiğinde kötülük cazibeli hale gelir.”

Kurak Günler’in konusu basına yansıdığında filme dair ön perspektifin bu cümleden azade tutulamayacağını düşündüm, zira izledikten sonra da bunu teyit etmiş oldum; çünkü Emin Alper karakterlerinin ve hikâyesinin iskeletini “erdem” ve “kötülük” kavramları üzerine inşa etmeyi tercih etmişti.

Bir taşra hikayesi daha mı?

“Kurak Günler”, Yanıklar isminde küçük bir ilçeye tayini çıkan genç savcı Emre’nin (Selahattin Paşalı) hem oranın eşrafı hem de siyasi figürlerince başlangıçta hoş karşılanmasının ardından, yaklaşan belediye başkanlığı seçimlerinin de etkisiyle kuşatılmasını, kendisinden önce açılmış olan bir davanın getirdiği siyasi çekişmenin yarattığı gerginliği ve bir komplonun kurbanı haline getirilmesini konu ediniyor. Tek tabanca gezen muhalif gazeteci  Murat’la (Ekin Koç) yolları kesiştikten sonra onunla yakınlaşan Emre, taraflar arasında sıkıştığı bu kısır döngüden çıkmanın yollarını arıyor.

Son dönem sinemamızda kendisine sıklıkla yer bulan taşra konulu filmlere bir yenisinin daha  katıldığını düşünsek de “Kurak Günler”in bazı özellikleriyle bariz biçimde türdeşlerinden ayrıldığını görebiliriz.

Yeşilçam’dan bu yana sinemamızda en klişe haliyle doğuya/ taşraya, batıdan gelen/atanan yetkilinin devlet ideolojisini temsilen orada olduğu ve bilge, aydın, entelektüel duruşuyla öğretici/kurtarıcı rolüne soyunduğu olgusu resmedilmişti. Savcı Emre de devletin bir yetkilisi olarak Yanıklar’a geliyor ancak duruşuyla günümüz siyasi konjonktüründe artık devleti temsil etmediği aşikâr.

Taşra hikâyesine alternatif sunan yeni bir sinemaya olan özlem ve talebimiz karşılan(a)mıyor belki ama sinemacı da yaşadığı ülkeden, ülkenin sorunlarından, siyasi atmosferinden uzak duramıyor ve haliyle ona çekiliyor. Ancak bu sefer Emin Alper devlet temsilinin değiştiğini, gelen yetkilinin kendisinin değil, geldiği yerin, taşranın, kasabanın, karşısındaki muhafazakâr topluluğun artık bizzat devlet olduğunu ayan beyan, sakınmadan ve en yüksek tonda söylüyor.

Emin Alper siyasi duruşu ve bundan ödün vermeyen tavrıyla ilk filmi “Tepenin Ardı”ndan itibaren hem cesur hem politik filmler üreten bir sinemacı. Yapılacak her türlü “En İyi…” listesinde yer alacak denli başarılı bulduğum “Tepenin Ardı”ndan beri hissettirdiği/sunduğu yönetmenlik potansiyelini ve derinlikli sinema dilini, bir vaat olmanın ötesine taşıyarak ülke dertleriyle, toplumsal-politik sorunlarla bağ kurarak tuğla üstüne tuğla koyduğu rejisiyle harmanlaması ve filmografisindeki tutarlılığı ile Türkiye Sineması adına mutlu eden, umutlandıran bir portre ortaya koyuyor.

Ayrıca -“Tepenin Ardı” ya da “Abluka” filmleri için de söylenebileceği gibi- politik yönünü bir tarafa bırakırsak sıkı bir gerilim filmi “Kurak Günler”. Hatta Pekmez (Eylül Ersöz) karakterinin uğradığı tecavüz sonrasında hikâye fail(ler)i bulmaya yönelik ilerlerken, artan yüksek tansiyonla birlikte bir polisiye gerilim olarak dahi izlenebilir.

“Kurak Günler” etkileyici bir ilk planla açılıyor. Hakime Zeynep (Selin Yeninci) ve Savcı Emre devasa bir obruğun başındadır ve Zeynep, Emre’ye “Ne kadar korkunç görünüyor değil mi Savcı Bey?” der.

Kuraklık ve obruklar hem reel hem metaforik anlamda yer ediniyor filmde. Aslen Konyalı olan yönetmen “Bizim oralarda çok var” dediği bu obrukları yeraltı sularının hoyratça kullanılması sonucu meydana gelen susuzluk sorununun neticesi olarak kullanırken, Zeynep’in “korkunç” olarak tasvir ettiği obruk, aynı zamanda ülkenin özellikle son 20 yıllık döneminde hem iktidar hem toplum kanadında her alanda yaşanan yozluk ve çürümüşlüğün metaforik tasviri olarak konumlanıyor.

Bu tasviri, Emre ile Zeynep’in arkasına yerleştirdiği kamerasıyla karakterlerinin bakış açısından (P.o.V  / Point of View) görmeye yönlendirdiği bel planla pekiştiren Alper, seyirciyi filmin en başında özdeşlik kurmasını istediği iki karakterle birlikte bu çürümüşlüğün seyrine bırakıyor. Ya tüm bedeni ve varlığıyla obruğun tamamen içinde resmedilen, koşullara uyum sağlamış ve üç maymunu oynamayı tercih etmiş Zeynep gibiyiz ya da varlığımızla (bedenimizle) içinde yer almaktan kaçamasak da zihnimizle dışında kalmaya çabalayan idealist Emre gibi… Emre kadar idealistler ne kadar var bilinmez ama Zeynep gibi orta yolcular bir hayli fazla. Bu sebeple daha iyi işlenmeyi ve daha fazla sahnede görünmeyi hak eden bir Zeynep karakterinin olmayışı filmin eksiklerden biri.

Filmin unutulmayacak önsel sahnesi olan domuz avı da Savcı Emre’nin akıbetine ve filmin gidişatına dair ipuçları veren metaforlardan biri. Şahin, Kemal ve Emre’yi beraber gördüğümüz sahneler oyunculuk performansı adına üst düzeyde ve arada komedi unsurları da barındırdığı için seyir zevki çok yüksek ama bu şakaların, gülüşmelerin altındaki gerilimi an be an hissetmemek, doğacak olan husumeti sezmemek de imkânsız.

Tam da burada Georges Bataille’in, “Edebiyat ve Kötülük” konulu bir söyleşide[i] söylediklerini anımsamak, Alper’in yapmak istediği şeyi ve dolayısıyla sinemada düz normlardan kurtulmuş karakter yaratımının ve hikâyenin işleyiş biçiminin anlaşılabilirliğine katkı sunacaktır. “Edebiyat” denilen yerleri “film” olarak okumak kâfi, öyle ki bize Kurak Günler’i anlattığını bile zannedebiliriz:

“Edebiyat kötülükten uzak durursa sıkıcı bir hale gelir, açık bir şekilde görülecektir ki edebiyat ıstırapla baş etmek zorundadır ve bu ızdırabın özünde yolunda gitmeyen bir şeyler vardır, hiç şüphesiz kötü şeylere dönüşecek şeyler. Okuyucunun (seyircinin)  endişe duyduğu karakterlerin kötü sona uğrayacağı bir öykü olması ihtimali karşısında, okuyucu (seyirci) o sevimsiz durumun içine girdiğinde sıkıcılıktan kurtaran bir gerilim ortaya çıkacaktır.”

İyiler ve kötüler

Filmin kötü karakterleri Şahin (Erol Babaoğlu), Kemal (Erdem Şenocak) ve diğerleri tartışmaya kapalı bir netlikte kötü olarak kodlanırken, iyi karakterleri ise salt iyilik ve saf doğruluk içinde bir netlikte yer almıyor. Emin Alper, iyi karakterlerini “mükemmel insan yoktur” dercesine pür-i pak yaratmayı seçmemiş, kusurlarından arındırmamış; iyi ki…

Emre idealist ve dürüst olduğu kadar zaman zaman şehirli kibri de gözlenebilen, bazen üst perdeden ve küstahça davranan bir karakter. Yönetmen, “insansın, zaafların var ve belki o gece o kötülüğü sen yaptın/sen de yapabilirdin” diyerek özdeşlik kurmamızı istediği karakteri tertemiz bir şekilde ortaya bırakmıyor ve seyircinin kendisini vicdanen rahatlatmasına izin vermiyor. Suça bulaşmış olma ihtimalini Emre’yle birlikte seyirciye de düşündürtüyor  ve sonuna dek soru işaretleriyle diken üstünde tutuyor. Emre kötü bir şey yapmış olsa bile kendisini de riske atarak doğruyu ve adaletli olanı yapmak uğruna erdemlerinin peşinden gitmeyi tercih ediyor.

Tüm insanların içinde kötülük, kötü olma potansiyeli hazır olarak yer alıyor aslında, bir bedel ödenmeyecekse de ortaya çıkıyor; tıpkı Şahin, Kemal ve diğer kötülerin (şu anki devletin temsili olarak okunmalı) keyfi eylemlerinde ortaya çıktığı gibi. Hukuk sisteminin çöktüğü, devlet kurumlarının ve demokrasinin işlemediği, “aynı gemide” olanların herhangi bir hesap verme durumunun bulunmadığı zalim ve zorba düzende “kötülük yapma özgürlüğü”… Emre ise bu çürümüşlüğün tam karşısında hukuku, demokrasiyi, kurallara bağlılığı temsilen var. Ve nihayetinde kendisine yapılan komplonun da farkına varmasıyla tecavüz olayının aslını ortaya çıkarmaya uğraşıyor, çünkü biliyor ki her komplo tezgahında kaybeden daima demokrasi ve özgürlüğümüz oluyor.

Eski Belediye Başkanı’nın evlatlığı da olan gazeteci Murat (Ekin Koç) ise gay bir karakter olarak zaten kötüler için karşı tarafta yer alan bir “öteki”. Murat, bazı sahnelerin içinde zamansız belirdiği anlarda gerilimin bir parçası olurken seyircinin tam anlamıyla özdeşleşebileceği bir tavır sunmuyor, epey gizemli ve tekinsiz. Karakter mizansenlerinden bağımsız olarak Ekin Koç’un oyunculuk performansında eksik bir şeyler var; karikatürize edilmiş demek ne kadar tanımlar bunu bilemiyorum ancak bütünün içinde sırıtan ve yönetmen kontrolünden kopuk bir izlenim veriyor ne yazık ki. Stylingi de bir o kadar zayıf.

Bir Roman olan ve Şahinler’in rakı masasının zaman zaman eğlencesi olarak kullanıldığını anladığımız genç kız Pekmez (Eylül Ersöz)  ve babası (Ali Seçkiner Alıcı) da karşı tarafta olanlardan, “öteki”lerden.

“Tepenin Ardı”ndan obruğun bu yanına

Emin Alper’in yine taşrada geçen ve ilk filmi olan “Tepenin Ardı”nda görünmeyen ancak varlığı hissedilen hayali bir düşman ve bu düşmandan geldiği varsayılan “kötülükler” işlenmişti. Bu düşman dışarıda, tepenin ardında olan bir düşmandı. Öyle ya bir yerde bir düzen kurulup kutsanıyorsa onu bozan, kötülüğü yapan “içeriden” değil “dışarıdan” biridir, diğeridir, ötekidir. “Tepenin Ardı”ndaki öteki, Yörükler’di.

“Tepenin Ardı”ndan bu yana geçen zamanda  -“Eski Türkiye”den devamla- hayali düşmanların adı tam olarak konuldu, “Yeni Türkiye”nin düşmanları da belli: Kürtler, Aleviler, ateistler, sekülerler, LGBTİ+ bireyler, Romanlar, kadınlar, çocuklar, doğa ve hayvanlar. “Kurak Günler” in ötekileri de hayali değil, düşmanlar ortada; dışarıdan gelen kutsal muhafazakar ahlakı deşen Emre, Roman olan Pekmez ile babası ve eşcinsel olan Murat.

“Tepenin Ardı”nın finaliyle “Kurak Günler”in finalini şiddet/linç teması zemininde birleştirmek olası. Düşmana had bildirmek için tepeyi aşma kararı alan ve eyleme geçen “mekanın sahipleri” Faik, Mehmet, Caner, Nusret ve Sülü’nün silahlarıyla geldiği, Şahin, Kemal ve aynı paydada olanlarla birleşerek “ötekileri” kovaladığı yerdir obruk kenarı. İlk filmiyle –şimdilik- son filmi arasında mekânsal devamlılıkla bağ kuran anlatı, Emin Alper sinemasının sac ayağını oluşturan temaların da bütünlüğünü pekiştirir.

“Bir hayvan, hatta bir bebek bile kendisine kötülük yapanı tanır.”

Savcı Emre’nin kurduğu bu cümledeki gibi kötülük yapanı biliyoruz. Homofobi, linç kültürü, muhafazakar ahlakçı taşranın devinimlerinin içine çektiği dev karanlığın artık “bıçak kemiğe dayandı” dediği noktada bunu dile getiren bir filmle karşılaşmak devasa bir heyecan dalgası yaratıyor pek tabii. “Kurak Günler” kötüyü bağırıyor ve politik kaygılarımızın arşa çıktığı şu dönemde seyirciye katarsisini yaşatıyor. Hem arthouse hem gişe filmleri seyircisi kanadında kabul görmesinin, seyircinin salonları doldurmasının sebebi de bu: “Benim gibi düşünenler var” hissinin karşılık bulduğu film, bir yanıyla cesaretinden cesaret alan bir seyirci yaratıyor. Son 10–15 yıla baktığımızda bu kadar cesur bir politik film de çekilmedi aslında.

Tabii filme olan ilginin bir diğer sebebi de Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün projeye verdiği finansal yapım desteğini yasal faiziyle birlikte geri istemesi. Emin Alper sosyal medyada bakanlığın kendilerine yolladığı yazıyı paylaşarak, seyircinin bilet almasını ve filmini desteklemesi çağrısında bulununca bir anda oluşan kolektif bir yardımlaşma durumu ortaya çıktı. Bilet alamayacak olan seyirci için “askıda bilet” havuzları oluşturularak, bireysel olarak birden fazla bilet alıp hediye edilerek ve  şehrindeki sinemaya gelmemiş bile olsa bilet alarak gerçekleştirilen bu dayanışmanın sonucunda henüz 9 Aralık’ta vizyona giren “Kurak Günler”, Türkiye’yi Cannes Film Festivali’nde temsil eden filmler arasında en yüksek açılışa imza attı ve hafta sonunda sinemalarda 51.371 kişi tarafından izlendi.

Kurak Günler, ne istediğini ve neyi çekeceğini planları ve ölçekleriyle bilen rejisi, sahnelerin bütünlüğündeki tempoyu sağlam kılan kurgusu, özenilmiş harika sinematografisi, Selahattin Paşalı’nın filmi sırtlayan ve seyirciyi de beraberinde sürükleyen performansı, (Christian Petzoldun “Transit” ve “Phoenix” filmlerinin de müziklerini yapan) Stefan Will’in hikaye gerginliğini besleyen etkileyici müzikleri ve göz kırpmadan izlettirme becerisi ile büyük ve güçlü bir film. Ancak seyirciye yeni bir şey sunan, düşünmesi için alan açan sinemasal derinlikte bir film değil. Misal “Tepenin Ardı” ilk film olmasına rağmen çok daha güçlü ve derinlikli bir sinema diline sahipti ve her bir karakterini çok sağlam kurmuştu.

“Kurak Günler” görsel gücüne fazlasıyla yaslanıyor ve seyircisini manipüle etmekten geri durmuyor. Kamerasıyla yaptığı bu etkiyi ayrıca zaten ne olduğunu bildiğimiz ve yumruklarımızı daha da sıktıracak bazı sahnelere (tablette izlenen av görüntüleri gibi) maruz bırakarak öfkemizi daha da harlıyor. Müziklerin ise  bu hisleri katmerleyen ve “Acaba bu kadar baskın olmasa aynı şeyleri hisseder miydik?” sorusunu sordurtan domine edici bir etkisi var tartışmasız.

Tüm bunları bir yana bırakırsak son söz olarak denebilir ki “Kurak Günler” yüksek perdeden bağırıyor, seyircisi çığlık atıyor. Belki de konuşmaktan sakındığımız bu zamanda sadece bu çığlığı atabilmek bile iyi hissettiriyor…

 

[1]  Georges Bataille: Edebiyat ve Kötülük (1958) https://www.youtube.com/watch?v=2wSbLOVZRmg&ab_channel=%C3%9CmidGurbanov

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 08:24:10