İki günde dört konser ile İKSV Caz Festivali’ni takip eden Efe Demiral izlenimlerini Sanatatak okurları için yazıyor.
Bu seneki festivali takibim nispeten dağınık, paldır küldür baktığım program ve zamanın arasına sıkışan konser günleri görüntüsünde olsa da oldukça hareketli geçti diyebilirim. Hali hazırda kaçırmış olduğum Danilo Perez/John Patitucci/Brian Blade ve Tomasz Stanko Quartet konserlerinden sonra aylar öncesinden programıma eklediğim Mehliana: Brad Mehldau & Mark Guiliana konserine, Chick Corea & Stanley Clarke ve Manu Katché’yi de ekleyerek kaçırdığım konserlerden sonra biraz daha vicdanımı rahatlatmış oldum sanki. Evet, festival vicdanı diye birşey var. ‘’O gelmiş, bu gelmiş, hmm… Ha o konser geçti mi ya? Ooof… Nasıl kaçırdım!’’ diyerek başlayan ahlanıp vahlanma süreci, kalan konserlerle açığı kapatma ve rahatlama şeklinde devam ediyor.
Manu Katché dörtlüsünü izlemek üzere Santralİstanbul’un yolunu tuttuk. Katché ve dörtlüsünden önce sahneyi alacak olan Giovanni Mirabassi Trio’yu daha önceden dinleme fırsatı bulamamıştım; ilk kez canlı dinleyeceğim için de minik bir merak içerisindeydim. Santral’in girişine doğru, Haliç’e yakın tarafta kurulan sahne ve ardından akan Haliç devamı suyun (her ne kadar foseptik suyu olsa da) dinginliği İstanbul’da pek de denk gelemeyeceğimiz cinsten bir konser ortamı görüntüsünde, dakikalar sonra dinleyeceğimiz müzikler için şık bir fon niteliğinde idi sanki. Haliç’in öte yanında ise tek tip yapıların altında kalmış İstanbul ve iftarı bekleyen çevre halkı…
Hafif esintilenen akşamın ilk konseri Giovanni Mirabassi üçlüsünü bize getirdi. Daha önce dinlemediğim Mirabassi’nin akıcı, melodik ve varyasyonlu yaklaşımı, kontrbasta Gianluca Renzi ve davulda Lukmil Perez ile standard ve ideal bir piyano üçlüsü formuna kavuşuyor. Herkesin diğer konseri beklediği sırada Mirabassi ve ekibi gecenin introsunu çoktan vermişti…
Havaya hafif karanlık çökmeye başladığında aradan sonra tekrardan yerlerimizi aldık. Fransız davulcu ve besteci Manu Katché’ye festvial takipçilerinin yakından bildiği basçı Richard Bona eşlik ediyor. Grubun diğer yarısı benim de pek aşina olmadığım isimler: soprano ve alto saksofonda Stefano Di Battista, elektrik piyano ve piyanoda Eric Legnini. Grup güzel ve mütevazı bir amaç uğruna bir araya gelmiş. Ortak ve orijinal bir müzik kaygısından çok, gruptaki herkesin müziğini çalmaya/çalışmaya eğilmişler, bu konsepti albüme de dökmek istiyorlarmış. Daha çok groovy ve yüksek tempoda parçaları deyim yerindeyse kemik gibi çalıyorlar. Katché’nin tüm konser boyunca 1 solo alması, biraz kendi isminin bilincinde olarak, doğaçlama alanlarını Legnini ve Di Battista’ya bırakmasına işaret ediyordu bana göre… Bona’nın da grupla olmaktan büyük keyif duyduğu, İstanbul’a hiç yabancı olmadığı gözlerden kaçmıyor. Hatta ‘’This is my hometown.’’ diyerek gecenin yıldızı oldu bazı dinleyicilerin nezdinde. Stefano Di Battista ve Eric Legnini için de birer parantez açmak istiyorum. Di Battista gerçekten usta bir saksofonist diyebilirim; tiz notalardaki hakimiyeti, ip üstünde yürüyen bir cambaz özgüveninde, risk almaktan asla çekinmiyor. Legnini, Di Battista kadar solo almamış olsa da bundan sonra albümlerine göz atacağım isimler arasında, tuşesi gerçekten çok dinamik ve müzikal. Geceye saksofonist Di Battista merkezli bitmek bilmeyen şakalaşma hakimdi, buna zaman zaman Bona da katıldı. Grup Bona’nın Mitu Sukudu parçasıyla konsere nokta koydu.
Haliç Kongre Merkezi’ndeki konser gecesi sanırım festivalin en sükseli etkinliği olarak görülüyordu. Konser mekanına gitmek için kendimizi taksiye emanet etmekten başka seçeneğimiz de yok gibiydi. Akşamüstü yaklaşırken Sütlüce ve ardından Halıcıoğlu güzergâhında trafiğin akışında seyrediyoruz. Radyoda başbakan Denizli halkına mütevazı olup eski parayla kattrilyon dilinden konuşurken, ilkokullara yapılan tablet takviyesinin Denizli’ye çağ atlatacağından bahsediyor. Bu sırada taksici elini havaya açıp ‘’Ne günlere kaldık!’’ dercesine bir anda radyoyu kapatıyor. Haliç Kongre Merkezi’nde ise bizi yeni logosuyla devasa başbakan afişleri bekliyormuş, haberimiz yokmuş. Dev suratların arasından geçerek konserin yapılacağı kapıya varıyoruz.
Öncül grup, dünyaca ünlü dahi piyanist Brad Mehldau ve son 10 yılın belki de en gözde davulcusu Mark Guiliana’nın isimlerinin bileşimiden oluşuyor: Mehliana. Tıpkı bu bileşim gibi girift, iç içe ve aynı zamanda organik bir akışları var. Brad Mehldau’yu yakından takip edenler vizyonu ne denli geniş bir piyanist olduğunu bilir. Bu proje onun ilk kaçamağı değil, belli ki sonuncu da olmayacak. Mark Guiliana’yı ise farklı isimlerle olan çalışmalarından bilsek de onu ilk olarak HEERNT grubu ve rock-jazz minvalinde kes/yapıştır gibi tınlayan davul performansları ile tanıdık. İkilinin albümü Taming The Dragon bu yılın başlarında Nonesuch etiketiyle dinleyicilerle buluştu. Deyim yerindeyse güçlerin birleşmesi, bir power duo! Albüme aşina biri olarak kendimi konserin akışına ve performanslara rahatlıkla bırakacağım hissiyle salona girdim.
Haliç Kongre Merkezi’ne ilk kez geliyorum, salon oldukça büyük. Konser mekanı olarak tasarlanmadığı belli olsa da görkemiyle beklenti yaratıyor. Yaklaşık 15 dakika bir gecikmeyle sahneye adımını atan ikili, büyük bir alkışın ardından albümde olmayan bir intro ile konsere başlıyorlar. Ve ne duyalım… İlk etapta nispeten arkalarda olmamıza yorduğum kötü duyum, ön taraflara geçtiğimizde de bir şey farkettirmedi. Maalesef hiç özenilmemiş bir ses düzeni, mekanın her yanından kırılıp yansıyan sesler ve bir sebze çorbası karmaşasında duyulan güzelim müzik… Işık, konserin tümünde hareketsiz ve değişkensiz (bunun bir tercih olmadığını gecenin diğer konserinde anladım). Ses dışarıda düşük, dengesiz, içerisini bilmesem de tahmin edebiliyorum. Sanki bu bir kabus ve bir yanda Mark Guiliana uzuuunca bir soundcheck yapıyor, emin olmak için de davulun tüm olasılıklarını deniyor gibi, diğer yanda da uzaktaaan duyulan ama neyse ki parıltısı ile yine de seçilebilen Brad Mehldau… Üst üste binen bas frekanslar, sanki önceki parçanın yankıları hala devam ediyor… Ne olduğunu kimse anlamıyor, sorgulamıyor da. Yine de çok iyi icralar var, vizyonu gepgeniş iki isim motivasyonlarını kaybetmiyorlar. Mehldau’yu moog, rhodes, synth ve piyano ile dinlerken Guiliana’nın parça parça serpiştirdiği dış mekan sesleri albümün konseptinden kopmadıklarını ve dinleyiciye olan saygılarını gösteriyor. Mekanın ve sistemin elverişsizliğiyle tüm bu çabalar neredeyse seçilemiyor. Parçalara aşina olmayan birinin anlamasının güç olduğu bu konser yine de yetinmeyi bilmeye alışmış/alıştırılmış İstanbul dinleyicisinin ayakta alkışlarıyla sona eriyor. Setlist şöyleydi: 1. Imp. 2. Sleeping Giant 3. Hungry Ghost 4. Sassyassed Sassafrass 5. Guiliana Solo 6. Swimming 7. London Gloaming/My Favorite Things 8. Just Call Me Nige.
İki duo konserin ard arda olması ve içerik olarak yoğun müzikler olmaları birçok kişiyi iki konserden birini tercih etme durumunda bıraktı belki de… Çünkü Mehliana dinleyicisi ile Chick Corea & Stanley Clarke dinleyici arasında çok da bir benzerlik yoktu. Yaklaşık 1 saatlik aradan sonra diğer konseri izlemek üzere salonun en önündeki yerlerimizi aldık. İkilinin bu konser serisi, gitarlarda Al Di Meola, davul ve perküsyonlarda Lenny White’ın da içine bulunduğu Return to Forever projesine bir ziyaret niteliğinde, bir nevi geçmişe dönüş… Hatta grubun 1976 çıkışlı Romantic Warrior albümünden de iki parça çaldılar. 2011’de ise Lenny White’ın da dahil olduğu bir konser kaydı Forever adında revizite bir albüme dönüştü. Konsept olarak bu kadar özel tınlasa da konserin bir bütün olarak ne kadar özel tınladığından biraz şüpheliyim. Bu arada salondaki ışık sorunu konusuna bir yenisi daha eklendi; bu sefer dinleyicilerin tepesindeki salon ışıkları da tamamen açıktı ve bütün konseri böyle izledik. Hatta bir ara Chick Corea anlamlandıramayan gözlerle tavana doğru baktı. İkili Bill Evans’tan Waltz for Debby çaldılar. Forever albümünde olan bu güzel yorumun ardından Corea’nın babası için yazdığı Armando’s Rhumba ve Stanley Clarke’ın eşi için bestelediği La Cancion De Sofia’yı dinledik. Neyse ki ‘paralı’ caz festivali dinleyicisinin bu tip etkinlikleri mest olma motivasyonuyla izlemesine alışığım; dinleyici yine şaşırtmadı. Parça bitmeden alkışlar, solo esnasında alkışlar, neredeyse her cümle bitiminde alkışlar, alkışlar… Bu noktada aslında sahnedeki sanatçının ağırlığı ve bu durumu ele alış biçimi devreye giriyor. En önde olduğum için de bu durumu yakından gözlemleme fırsatı yakaladım. İkiliden Chick Corea, konser başlangıcından beri ‘’Otel odama gidip güllaç yiyeceğim anı sabırsızlıkla bekliyorum.’’ gibi bir ifadeyle, konser çalma heyecanından kısmen uzaklaşmış, renk vermez bir halde idi. Stanley Clarke ise şu güne kadar canlı olarak izlediğim en ‘şovcu’ caz müzisyeni oldu. Seyircinin her zamanki ‘’Parasını verdik şovu görelim.’’ davetine sürekli olumlu cevap verdi. Karambol doğaçlamalar, klişe blues cümleleri, bir notaya tutulup alkışlandığında selam vermek gibi… Tabii bunlar da sektörel müziğin birer getirisi. Corea piyanosunun başından kalkıp arka tarafta dinlenmeye çekildiğinde Stanley Clarke ise bıkmadan bütünlüksüz solosuna devam ediyordu. Tam da bu esnada oturduğumuz yerden kalkıp salondan ayrıldık. Kedi dağa küsmüş, ama dağ da ağırlığını epey bir kaybetmiş sanki…
Koridorda görevliler dışında neredeyse kimse yok. İçlerinden biri hazır parlak zemini bulmuşken moonwalk yapıyor, herkes kendi şovunda tabi ki. Aramızda konserin kritiğini yaparken, yine bir taksi eşliğinde yola koyuluyoruz. Festivalin büyük sükseli, bol rağbetli gecesi deyim yerindeyse hayal kırıklığı ve teknik aksaklıkların gölgesinde sona eriyor.